Kur'an Okumaları Usûle Dair

Kur’an Anlama Atölyesi

Kur'an Anlama Atölyesi | Ha-Mim

1. Kur’an Atölyesi Çalışmaları, mealleri eleştirel bir yöntemle okuyarak, mealin çağrışımından Kur’ân’ın ana sesine intikal ederek, Arapçanın canlı ve doğurgan akışına doğrudan katılarak Kur’ân’ı anlayabileceğimiz bir kapı aralamayı hedefliyor.

2. Mealler sorgulanamaz şeyler değildir. Çoğu mealde, Kur’ân’ı tarihsel bağlamda okuyan, vahye ölü metin muamelesi yapan, önceki meallerdeki şablonları tekrarlayan, kelimeleri canlı köklerinden koparıp öldüren özensizlikler ve savrulmalar vardır. Kur’ân kelimelerinin diri ve doğurgan anlamlarına nüfuz ettikçe, vahiyle kendi sesi üzerinden anlaşan bir akıl inşa etmemiz mümkündür.

3. Meal, Kur’ân’ı anlamada bir kapıdır. Kapısız eve girilemez lâkin kapı evin yerine konulamaz. Mealin taşıdığı anlamı Kur’ân’ın kendisi zannetmek, kapıyı ev saymaya benzer. Kapıda kalınca eve girmek nasıl mümkün değilse, meali Kur’ân sandığımızda da kapıyı aralayıp Kur’ân’ın evine giremiyoruz. Mealler, mesaj hakkında fikir verir; tıpkı biberonun anne sütü hakkında fikir vermesi gibi. Ancak “anne sütü” sadece annenin göğsünde emilir. Anne sütü çocuk ve anne arasındaki sırlı yakınlıktır, ruhanî beraberliktir. Kur’ân, anlaşılmak için hayat ister insandan. Hayatla buluruz vahyin seslerinin karşılığını. Atölye çalışması, Kur’ân’ın hayatta zaten var olan anlamlarını Kur’ân’ın sesiyle buluşturmayı hedefliyor.

4. Kur’ân’ın dili Arapçanın en duru halidir. Kur’ânca öğrenmek Arapça öğrenmekten kolaydır. Kur’ân kelimelerinin çoğu zaten Türkçede vardır. Türkçesini derinleştiren Kur’ân’ın diline yaklaşır. Dilimizin altında saklı hazineyi keşfettiğimizde Kur’ân’ı da bir hazine olarak fark etmeye başlarız. Çünkü, Kur’ân’da Arapçanın en duru, en derin, en berrak, en anlaşılır, en kolay söylenir kelimeleri tercih edilmiştir. Bir ayetin dilini çözdüğümüzde diğer ayetlerin dili daha hızlı daha kolay çözülmeye başlar.

5. Arapçanın imkânları ile Türkçenin imkânları farklıdır. Arapçada kelimeler birbirinden doğar, birbirini besler, birbirinin kalbinde büyür. Türkçede de buna örnekler vardır; gül ve gülmek gibi. Türkçeye yapılan çevirilere, Arapçanın bu özelliğini aktarmak imkânsızdır. Arapça kelimelerin kök anlamlarına doğru yapılan yolculuklar, bir ayetin, aynı anda zıt iki anlamı barındırdığını, görünen anlamın altında yeni anlam akışlarının olduğunu haber verir. Türkçeye “namaz kılmak” diye çevrilen “akımussalât” ibarelerinin başına gelenler bunun en tipik örneğidir. “Zekat” kelimesine “arınma” kök anlamını gözetmeden verilen Türkçe karşılıklar eksiktir. “Sallî” kelimesinin “destekleme” “ayağa kaldırma” “omurga olma” gibi anlamlarını yok sayan Türkçe karşılıkları ciddi anlama sorunları barındırır. “Din” kelimesinin “borç” kök anlamını dikkate almayan “din günü” gibi mealler ayetlerin anlamına dair açılımların önünü keser.

6. Arapça sonradan eklemeli bir dildir; yan cümlecikler ana hükümden sonra gelir. Ki bu durum, Kur’ân’daki düşünüş sırasını izler. Ancak Türkçe’de yan cümlecikler başa konulur. Bu fark gözetilmeyince, imanın manifestosu “lâ ilâhe illallah”ın meali de ters yüz olur. Zira “la ilahe” deyip de görünür ilahları reddetmeyen, sahiden “illâ Allah” diyemez. Gelin görün ki, Türkçede “Allah’tan başka ilah yoktur” gibi bir meal veriliyor. Oysa, “Allah” en son söylenmesi gerekendir; bütün muhtemel ilahları reddettikten sonra ikrar edilmelidir. Türkçe meal, düşünüş sistematiğini bozuyor.

7. Arapça kelimelerin birbiriyle olan kökteşlikleri Kur’ân’ın kazılmayı bekleyen toprakları gibidir. Meselâ, “cin” “cennet” “cenin” “mecnun” gibi kelimeler Türkçeye farklı ve birbirinden kopuk kelimeler olarak çevrilir; oysa aynı kaynaktan (c-n-n) gelirler. Sadece meal okuyan biri bu bağların ima ettiğini asla göremeyecektir. Kur’ân’ın kolay ve duru Arapçasına nüfuz eden bir akıl, bu akrabalıktan sürpriz anlamalar üretecektir.

8. Kur’ân profesyonellere (ilahiyatçılara, din görevlilerine, kelam profesörlerine, müfessirlere vs.) hitap etmez. “İnsan”a hitap eder, “insanlık ailesi”ne hitap eder, “iman etme çabası içinde olan herkes”e hitap eder. Kur’ân’ı anlamayı başkalarına havale etmek, insan olduğunu inkâr etmeye denktir.

9. Kur’an Arapçası, Arapçanın kendisinden kolaydır demiştik. Ülkemizde yüzyıllardır uygulanan “emsile-bina-maksud” geleneği akılları Arapçanın detaylarında boğarken, bir türlü Kur’ân’ın duruluğuyla yüzleştirememiştir. Böylece, bir çok insan ağaç yüzünden ormanı göremez olmuştur. Son yıllarda büyük emeklerle ortaya konulan bazı çalışmalar, Arapça hakkındaki korkuları yok etmiş, akılları doğrudan Kur’ân üzerinden Arapçaya aşina etmiştir. Necla Yasdıman’ın Adım Adım Kur’ân Dili ve Alan Jones’un Arabic Through Qur’an çalışmaları bu konuda hayli yol gösterici ve ümit vericidir.

10. Bir şeyi bilmek ile bir şeyi yaşamak farklıdır. Mesela su hakkında herkes her şeyi bilmez; uzmanları ciltlerce bilgi üretir. Ancak suyu içmek uzmanlık işi değildir; susayan herkes suyu içer. Su içmek için su uzmanı olmak gerekmez. Ayetler hakkında konuşmak ile ayetleri duyumsamak da farklı şeylerdir.

11. Kur’ân-ı Kerîm dinî bir kitap değildir; hayatî bir kitaptır. İnsanın temel önceliklerinden söz eder; insana ve kâinata anlam ve amaç yükler. Kur’ân’ı okumak din adamlarına ve ilahiyatçılara havale edilecek bir sorumluluk değildir. Aklı ve hayatı olan herkes Kur’ân karşısında birinci derecede sorumludur.

12. Konuşan Allah ile yaratan Allah aynı Allah’tır. Yaratıcı, Kur’ân’da, yarattığı gibi konuşur. Yaratmak da bir konuşmadır. Ağaç bir kelimedir. Güneş bir cümledir. Yeryüzü bir sayfadır. Yaratışın dilini okumayı fark ettiğimizde Kur’ân’ın konuşma sırlarını da keşfetmeye başlarız. Güneş çok eski olduğu halde, hiçbir gündoğumu eski değildir, taze ve yenidir. Ayetin lafzı “eskidir” ama ayetin aklımıza doğacak anlamı gündoğumu gibi tazedir, yenidir ve yeniler.

13. Kur’ân-ı Kerîm, “okuyana iyilik eden” bir kitaptır. Okuma çabamıza karşılık açar kendini. Kur’ân’ı anlamak için okumak Kur’ân’a iyilik etmektir. İyilik edene ise iyilik edilir. Kul kulluğunu yaptığında, Allah da Allahlığını yapar.

14. Kur’an’a karşı sorumluluğumuz okuma, anlama ve yaşamadır. Kur’ân’ı yüzünden okumak Kur’ân karşısındaki sorumluluğumuzu yerine getirmez. Yüzünden okumayı sorumluluğun hepsi saymak, sorumluluktan kaçmaktır. Cevizin kabuğunu ceviz zanneden, asla cevizi kırmaz, asla ceviz yiyemez.

15. Kur’ân, kâğıttan bir kitabın adı değil, kâğıt üzerine yazılmış anlamlarla etkileşmenin adıdır. Kur’ân’ın kâğıdına Mushaf denir. Mushaf okunursa Kur’ân olur, Kur’ân anlaşılırsa Beyan olur, Beyan yaşanırsa İnsan olur.

16. “Kur’ân ve insan ikiz kardeştir.” İnsan, Kur’ân’ı okudukça, anladıkça ve yaşadıkça, ikiz kardeşiyle tanışmaya başlar. Hem şaşırır hem sevinir hem yüzünü güzel bir aynada seyretmeye başlar. Kur’ân’ı okuyarak kendi ikiziyle tanışan, anlaşıldığını anlar, onaylandığını fark eder, yeryüzündeki cılız varlığının öncelendiğini görür.

17. Ayetler nehir gibidir; insanın fıtratı ise bu nehrin aktığı yataktır. Ayetlerin kalbimize akışına izin verdikçe, kendi fıtratımızın da farkına varırız. Ayetlerin akışı, fıtratımızı besler; fıtratımız ayetlerin akışına şahitlik eder.

18. Nehir meselinin bize söylediği bir şey var: Nehir haritada hep aynı çizgi olarak durur ancak nehrin kıyısında yaşayanlar her an değişen su sesleri duyar, her defasında heyecan verici mehtaplara şahit olur, farklı derinliklerde farklı yönde akıntılar keşfeder, oltasını atarsa taze balıklar tutar, kıyısında kaldıkça yeni çiçeklerle tanışır, nehir yanında olanlara yeni bir hayat vaad eder. Ayetler kâğıt üzerinde sabit dururlar ama tanışmak isteyenler için her dem yeniden akar, her dem tazedir, her dem yenile(ni)r, her dem hayat taşır her dem kıyısına hayat taşırır.

19. Kur’ân, vahyi yağmura benzetir. Bu mesel de yağmur karşısında sorumluluğumuz olduğunu ima eder. Zira yağmur eski bir olaydır; yeryüzünün yağmur yağacak biçimde takdir edilmesi çok eskidir. Ama her yağmur yenidir, her yağmur yeniler, her yağmur damlası topraktaki tohumları uyandırır, ağaç köklerine hayat müjdesi taşır. İnsanlığın ufkuna 23 yılda inen vahiy yağmurunun akıllara inişi devam etmektedir. Eğer biz aklımızın toprağında tohumlar saklayarak beklersek, yağmurun/vahyin dokunuşu bize eşsiz bir iyilik olur. Toprağımıza bahar gelir. Söz buraya gelmişken, Efendimizin “Kur’ân’a baharımız eyle…” duasının nasıl kabul olacağı üzerinde biraz düşünmeli…

20. Kur’ân’ı anlamanın şartı, yine Kur’ân’ın ifadesiyle, “susmak”tır. Susmak, aklımızdaki hazır şablonları unutmaktır, önceden oluşturduğumuz tasavvurları yok saymakla gerçekleşir. Fiziksel susma, Kur’ân’ın sesine karşı sorumluluğumuzdur. Ancak zihinsel susma, Kur’ân’ın tüm tasavvurlarımızı unutmayı, kelimelere bulduğumuz karşılıkları askıya almayı gerektirir. Ancak bu şartla Kur’ân bize “konuşur.”

21. Kur’ân, Rabbimizin her birimize şimdi ve burada, sıcak hitabıdır. Söz asla “eski” değildir. Ayetler tarihten bahsetmez. Şimdi ve burada bize “son dakika haberi” getirir.

22. Ayetler ağaca benzetilir Kur’ân’da. Ağaç eski olduğu halde her mevsimde yeni meyveler verir, yeniden çiçeklenir, dal uçlarına hayat yürür. Ayetlerin lafzı ağaç gövdesi gibi sabit ve eski görünür, ancak mevsimi beklenirse taze meyveler sunar, yeni anlamlar bahşeder, yeniden dallanır budaklanır. Kökleri eskiden beri toprakta sabit diye ağaç, gökten habersiz değildir, güneşe ilgisiz değildir, rüzgâra ve insana tepkisiz değildir.

23. Yazılı bir metin karşısında üç temel sorumluluğumuz vardır: Lafzı fark etmek, lafızdan anlam üretmek, üretilmiş anlamı bir maksada konu etmek. Okuyanın bir maksadı yoksa anlam üretemez. Anlam üretemeyen okuyucu ise lafzın yüreğine inemez. Lafızla karşılaşmasında heyecan duymaz.

24. Kur’ân’ın her bir kelimesinin dört temel maksadı vardır: Tevhid, Nübüvvet, Haşir/Adalet ve İbadet. Bu maksatları fark etmeden yapılan Kur’ân okumaları anlamanın önünü kapatır, Kur’ân’ı geçmiş zaman sözleri zannettirir.

25. Risale-i Nur, Kur’an kelimelerinin Türkçede canlı tutulmasını hedefleyen, akıllarda dolaşımda kalmasını sağlayan, akılda uyuyan kelimeleri ayağa kaldıran bir projedir. Kur’ân kelimeleriyle konuşan medeniyet dilini diri tutan özel bir dil sunar. Bu dilin imkânlarını değerlendirdiğimizde, Kur’ân’ın anlam nehrine doğrudan dahil oluyoruz. (Dikkat: nehri kıyıdan seyretmek tefsirdir; nehre dalmak ise iksirdir.)

Yazar hakkında

Senai Demirci

Bugün doğdu, ömrünü bugün biliyor.
İlk taze nefesini bugün aldı.
Sonunu sonsuzluğa göre hazırlamaya çalışıyor.

Yorum yazın