Risale-i Nur Okumaları Usûle Dair

Kutsi Kaynağı Görmek

Kutsi Kaynağı Görmek | Ha-Mim

Bazen öne sürülen bir düşünceyi kabul etmek için “kutsi kaynağı görme” talepleri oluyor. Burada “kutsi kaynak” tabiri ile Kur’an ya da hadis kastediliyor.

Bu konu ilginç ve aynı zamanda çok önemli. Bir düşüncenin, fikrin, analizin “Kutsi kaynağını görmek” nasıl olur? Kaynak (Kur’an veya hadis) kutsidir de, bizim kaynaktan anladığımız her zaman bizim anladığımızdır. Bunun farkına varmamız lazım önce.

Mesela, bir konuda ben bir ayet söylediğimde, benim naklettiğim bu ayetten, benim anladığımdan başka bir şey nakletmiş olmam ki! Benim için önemli olan benim ne anladığımdır ve bu benim anladığımı da benim anlayışım olarak görmekten öteye bir imkânım yoktur.

Kutsi Kaynağı Görmek 2Bu şu demeye gelir: Kaynağın kutsiyetinden dolayı bir konuda ikna olduğunu söyleyen kendini kandırıyor demektir. Yani, bizim “kutsi kaynaktan” faydalanma talebimiz, bizim o kaynak ile olan ciddi ilişkimizi gerektirir. Yoksa birisinin “kutsi kaynaktan” yaptığı nakilden dolayı söylediği şeye inanan kişi, aslında nakledenin yorumunu taklit ederek onaylamış olur, ama maalesef, “kutsi kaynağın” kendisi ile bir ilişkisi olup olmaması o kişinin kendisinin yaptığı duaya verilen cevap oranındadır ve bu cevap o kişiyi bağlar. Bizim o kişiden gelen nakli kavramamız da bizim anlayışımız oranındadır ve işte bu “bizim” olan, bizim kendi anlayışımızdır. Bu anlayışa “kutsiyet” izafe etmek, dikkat edilirse, kişinin kendisine kutsiyet izafe etmekten ibarettir.

Bu nedenden dolayı, “keramet ile amel edilmez” bir düsturdur. Keramet kişinin kendine ait bir olaydır, kişinin kendisine bakanyönünün bir kutsiyeti yoktur. Kerameti yaratan ise, Allah’tır. Kutsi olan Allah’tır. Biz, Allah’ın, bize bu keramet ile ne mesajı gönderdiğini kendimiz yorumlayarak anlarız ki, bu yine bizim yorumumuzdur. Kerameti Yaratan’ın “kutsiyeti” ise, bizim ondan aldığımız mesajdan ayrı bir meseledir. Kendisine, keramete mazhar oldum diye “kutsiyet” izafe eden, zaten “kutsiyet”ten uzaktır. 18. Söz, 1. Nokta’da yapılan, Al-i İmran Suresinin 188. ayetinin tefsirini ciddi bir şekilde çalıştığımızda bu meseleyi anlamamız mümkündür, inşaAllah. “Mazhar olmak” ile “memer olmak” arasındaki fark ve “intihap edilmek kutsiyetin kaynağı olmak demek değil, bilakis tam tersi olmak demektir” tarzında yapılan açıklamalara özellikle dikkat etmek gerekiyor.

Önemli bir usûl hatasını sizinle paylaşmak istedim.

İman hususi dua istiyor, ısmarlama iman ile yapılan ameller, “amel-i salih” olamıyor. İman eğitimine, yani, şahsi duaya devam etmeliyiz.

Bu ciddi mevzu ile Said Nursi’nin “avamı me’hazdeki kutsiyet imtisale sevkeder” cümlesi arasında bir çelişki yoktur. Nur Dede’nin kullandığı kelimelere ve bağlama ve de maksada dikkat ederek üzerinde düşündüğümüz zaman herhangi bir çelişki olmadığı ortaya çıkar inşaAllah. Bu cümleyi bizim ana hedefimiz olan, iman eğitim esaslarıyla karıştırmayalım inşaAllah.

Evet, eğer bir kişi gerçekten “avam” ise, yani, dünya işlerini de zaten tahkik ederek yapmıyorlarsa, böylesi kişiler kendi kapasiteleri dahilinde mesuldürler. Herkes kendisine emanet edilen insani istidatlarını kullanmakla mükelleftir.

Başkalarından ziyade kendimize dikkat edelim. “Bende bir meseleyi araştırma kabiliyeti var mı? Bu kabiliyetimi nerelerde kullanıyorum? Benim varlık maksadım nedir? Bu maksada ulaşmak için bana emanet edilen potansiyeli geliştirip, kabiliyet haline getirdim mi? Bana emanet edilen istidatlarımı kullanarak dünya ile ilgili meselelerde yaptığım araştırma ve incelemeleri, din ile ilgili meselelere gelince aynı şekilde yapıyor muyum?” şeklinde kendimizi bir sorgulamadan geçirmemiz gerekiyor.

Böylesi bir sorgulamaya girişmek benim görevimdir. İman bir meslek meselesi değildir, olamaz. Herkes kendisinin imanından sorumludur. Buna, “zaruriyat-ı diniye” adı verilir. Her bir kişi için olmazsa olmaz sorumluluktur. Ancak “dini bilgiler” haline getirilmiş belli kuralların uygulamaları ihtisas gerektirmektedir. Bu konulara eğer “fikhi” meseleler adını takarsak, böylesi bir “içtihada” dayalı mesele hakkında ihtisas sahibi olmayabiliriz ve de olmak zorunda değiliz. Buna “farz-ı kifaye” adını vermişler. Bir toplumda bir kişinin bilmesi yeterli.

İman bir “imtisal” meselesi değildir. Yani, yapılması gereken bir sorumluluk var ama onu uygulamaya koymak için teşvike ihtiyacımız olabilir. Din ile ilgili uygulama alanına giren “ameller” ile ilgili meseleleri gerçekten hayatımızda uygulamaya koyabilmek için teşvike ihtiyacımız olabilir. Yine, bu teşvik, avam için geçerlidir. Yani, ancak başkasının teşvikiyle harekete geçebilen kabiliyetteki insanlar için gereklidir. Bu gruba özellikle çocuklar ve dünya işlerinde dahi ancak teşvik ile girişimde bulunabilen insanlar dahildir.

Böylesi insanlar için “Me’hazdeki kudsiyet” önemlidir. Yani, şu işi şu şekilde yapman gerekir. Nedeni de Allah senden bunu istiyor, senin Yaratıcın senin iyiliğin için bunu sana bildiriyor vs. Veya “Peygamberimiz (savs) bize böyle olmamızı tavsiye ediyor” şeklindeki tavsiyeler bu tür kişiler için çok tesirlidir. Böylesi insanlar, gelen emrin veya tavsiyenin kaynağına çok değer verirler. Onlara göre sıradan olan bir kişinin kanaati yerine onların çok değer verdikleri bir kaynağın kanaati veya tavsiyesi çok önemlidir. Kur’an’dan bir ayet veya Rasulullah’tan (savs) bir hadis nakli onları yapılması gereken bir “amel”i uygulamaya koymaya yeterlidir. Çünkü avam, eğer Allah’a, Rasulullah’a (savs) veya Kur’an’a imanı kabul eden bir tercih yapmışlarsa, bu kişiler için bir ayetin nakli o kişinin dini bir “amel”i yerine getirmesine yeterli olabilir.

“Avam” olmayanlar nasıl ki dünya işlerinde emin olmadıkları bir konuyu araştırmadan uygulamaya koymazlar. Benzer şekilde imana taalluk eden bir konuyu da araştırmadan onaylayamazlar. Tembellik edip, “iman etsem kaybedecek bir şeyim yok, hiç olmazsa cennet garanti olur, belki de din ile ilgili anlatılanlar doğrudur” gibi mülahazalarla kendimizi kandırmamalıyız. Dünyevi bir işini “belki”ye dayanarak yapmayan bir kişi imana taalluk eden sorumluluklarını da “belki”ye dayandırmamalıdır. İman, tasdikdir; delilsiz, gerekçesiz, tasdik olamaz. Amele dair meselelerde, bizzat kendimizin uygulama kuralları hakkında bilgi sahibi olması zorunlu değildir. Fakat “imtisale sevkeden” kaynağın hakkaniyeti hakkındaki imanımızın tasdik edebildiğimiz delillere dayanması zorunludur, farz-ı ayndır.

Yazar hakkında

Ali Mermer

Yorum yazın

4 Yorum

  • İslam ilim geleneğini içerden keşfetmeye çalışan, kaybolan kibriti ahmeri kendim için arayan biri olarak bu konuya eğilmenizi çok yerinde ve anlamlı buluyorum.Said Nursinin mehaz deki kudsiyet iberesi tahkik çalışmasından kaytarmak isteyenler için dört dörtlük bir slogan Veya benim gibi tembelleşip herşeyin tahkikinin yapıldığı modern dünyada taklitçi avam olmaya boyun eğmek demektir. Said Nursinin o sözü  tamamen tarihi bir sözdür. yani tarihi şartları içinde değerlendirilmelidir.Zaman üstü bir usul olamaz.  Hatırlayalım evrensel, kainatsal islamın türkçeleştirmek suretiyle , avamın zahiri aşamayan veya parçanın bütüne mensubiyetini göremeyen  yaklaşımlarına mahkum edilip prestijinin düşürülmeye çalışıldığı bir dönemde söylemiştir . Yani üstad diyorki Ey münafıklar Avam nasların kutsiyetini iyi olsun veya kötü olsun , bir şekilde biliyor. Siz inkara şartlanmakla kendinizi aldatıyorsunuz . Ali Abinin de işaret ettiği hususu Beliğ bir Kuran mecazıyla anlayabiliriz. وَكَذَٰلِكَ
    أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ رُوحًا مِّنْ أَمْرِنَا مَا كُنتَ تَدْرِي مَا
    الْكِتَابُ وَلَا الْإِيمَانُ وَلَٰكِن جَعَلْنَاهُ نُورًا نَّهْدِي بِهِ
    مَن نَّشَاءُ مِنْ عِبَادِنَا وَإِنَّكَ لَتَهْدِي إِلَىٰ صِرَاطٍ
    مُّسْتَقِيمٍ}

    الشورى
    (52)

    {صِرَاطِ اللَّهِ الَّذِي لَهُ مَا فِي
    السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ أَلَا إِلَى اللَّهِ تَصِيرُ
    الْأُمُورُ}

    الشورى
    (53)
    Allah cc İmanı ve kitabı nura  benzetiyor .Bilirsiniz Nur un özelliği temas ettiği şeyleri göze göstermesidir .Yani birşeyler görüyorsanız nur var demektir Yok ben görmesemde kutsiyet ve nur var canım demek şartlanmışlık olabilir . Hidayet , iman kutsallık vs. nurdan önce veya sonra değil nurla birlikte vardır  .Wesselamu Aleykum.