Kainat ve İnsan Usûle Dair

“Musibet zamanı uzundur” derler – V

“Musibet zamanı uzundur” derler – V | Ha-Mim

Şu hakikat ki, peygamber (sav) ile elçiliğinde bizler vahye muhatap edildik ve bizlere ahirete dair bilgiler verildi.

Geniş insanlık dairesindeki elçi/rasul Peygamber asm ise, insanın kendi nefis dairesindeki elçi de onun aklının ve kalbinin beslediği vicdanıdır. Yani her dairede bir elçi var. Yaratıcıyı tanımada insanın önünde üç kaynak var; kainat, Kur’an, ve rasul. Kainatsız Kur’an okunmaz. Bahsini ettiğim Kur’an anlama şekli hep kainatı yani varlığı içine alır; o yüzden farklıdır. İnsan, gözünü varlığa kapatarak Kur’an okuyamaz; okusa da anlayamaz. Sadece anladığını zanneder. 2:78 [tooltip]لاَ يَعْلَمُونَ الْكِتَابَ إِلاَّ أَمَانِيَّ وَإِنْ هُمْ إِلاَّ يَظُنُّونَ[end-text]Kitabi bilmezler; (bildikleri) bir sürü asilsiz seylerden baskasi degildir ve yalnizca zannederler.[/tooltip]
Zira Kur’an, kainatın bir tefsiridir. Bu sebeple olsa ki, salatta gözünü kapamak mekruhtur yani varlığa bakmadan ibadet edilmez demektir.

Ben her zaman şunu da merak etmedi değilim: Bizler öldükten sonra nasıl bir zihni yetkinlikle ve kişilikle uyanacağız? Herkes aynı seviyede mi olacak? Buradaki kazandıklarımız ahiret aleminin sermayesi mi olacak?

Le ilahe cümlesi illa Allah’tan önce gelir. Sonuç Allah’tır ancak ona varmak için atılacak ilk basamak bir olumsuzlama içerir. Eskilerin ifadesi ile le ilahe süpürgesi ile yoldakileri süpürmeden illa Allah sarayına girilmez. Dolayısı ile usul, hep yanlışları yolun üzerindeki kaldırmaya vurgu yapar. Bu sebeple olsa gerek, hadiste yolu temizlemek sadakadir diye tarif edilmiş.

İlk bakışta iki öğe var gibi görünüyor ama aslında tek bir basamak var. O da, ilk basamaktaki olumsuzlama; ağyara mani olma. Allah inancı o yüzden hep le ilahe basamağında düğümlenir; ne kadar le ilahe, o kadar iman. Daha önceki ayna örneğinde olduğu gibi aynanın yüzünü ne kadar silersek alttan esma-i İlahi o derece parlayarak çıkar.

Bunu söylemesi kolay ancak yapması biraz zordur. Zor olmasının sebebi reddedilecek şeyin alışkanlıklarımız olmasıdır. İnsan bildiği şeye alışmıştır; o hayatının bir parçası olmuştur. Dinin teklif ettiği şey ise eski alışkanlıkları bırakmaktır.

Müşrikler, Hz Peygambere asm kendilerini Allah’a çağırdığı için karşı çıkmadılar; onlar zaten Allah’a inanıyorlardı. Ama atalarının dininden vazgeçmeleri gerektiği için bunu yapamadılar. Atalar dini bizim alışık olduğumuz din anlayışıdır; bunun dışına çıkmak insan için çok zordur.

28:36 وَمَا سَمِعْنَا بِهَذَا فِي آبَائِنَا الْأَوَّلِينَ (Biz evvelki atalarımızdan bunu duymadık)

İşte bu sebeple, cevaplarını aradığımız sorular için, Kuhn’un ifadesi ile bir paradigma inkılabı lazım. Buradaki anahtar kelime “inkılap”. Yani yep yeni bir dil. Eskinin tamamiyle bırakılıp yeninin ele alınması.

Dolayısı ile mesela…

Hal böyle olunca peşin olan dünya hayatı, vaad edilmiş ahiret hayatı karşisinde daha cazip; burada çekilen acıların da mükafatı buradan alınmak isteniliyor.

Geçenlerde kendini bu şartlara göre epey yetiştirmiş bir hocaya böyle bir soru sordular. Cevabında biz insanların bu dünyada bazı şeyler karşısında sabretmemiz gerektiğini ve bunların mükafaatini öbür tarafta alacağımızı söyledi. Yani model şu şekilde işliyor: burada benim başıma bazı şeyler geliyor; ben onlara sabrediyorum; öbür tarafta da bu sabrın mükafaati bana veriliyor.

Veya bu dünyada Allah bana bazı şeyleri yap bazılarını da yapma diyor; onları yapmak bana zor gelmesine rağmen yapmaya gayret ediyorum; yapma dediklerini de aslında nefsim istiyor ama sonucundaki mükafaati düşündüğüm için hadi yapmayayım diyorum.

Veya acı çekiyorum; ancak sonundaki cenneti düşünerek bu acıya katlanıyorum. İla ahir… (Bknz Hz Eyyup örneği. O Peygamberin böyle yaparak cennete kavuştuğunu zannediyoruz biz — zannediyoruz)

Temsilin dili ile söyleyecek olursak, sanki şöyle oluyor gibi; ben bir taş ocağında çalışıyorum; çok zor şartlar var. Ama dişimi sıkıyorum; şartlar ağır olmasına rağmen ay sonunda bana verilecek parayı düşünüp elimden geldiğince bana yap denilen şeyleri yapıyorum vesaire.

Allah ile bu anlamda pazarlığa ve bir alışveriş yapmaya dayanan bu model külliyen yanlıştır. Yani ben bu dünyada taş taşıyayım; sen de bana öteki tarafta bunun karşılığında cenneti ver demek. Halbuki, cennet veya cehennem varlık bazında tarif edilmeli. O yüzden, dinde adı geçen mükafaat veya mücazaat, fiilin kendi cinsindendir. Örnekteki taş taşıma fiili ile para kazanma sonucu aynı cinsden değildir. Dindeki kavramlarla ifade edecek olursak, dişini sıkıp sabretmek ile cennet sonucu aynı cinsden değildir. Demek ki sabretmek ile cennetin arasında bir alaka yok. Dikkat lazım.

Bir başka temsil üzerinde bir kez daha aynı hakikati ifade edelim. Dil öğrenme örneğinde, dili öğrenen o dili kullanır hale gelir. O dilde kendini ifade eder; başkaları ile iletişime geçer vs.

Şimdi burası önemli; dil öğrenme fiilinin meyvesi, öğrenilen dilde kendini ifade edebiliyor olma sonucudur. Sen şu dili öğren, ben de sana bunun mükafaati olarak bir dilim pasta vereceğim demek, aynı cinsden olmayan bir sonuca örnektir. Dili konuşabiliyor olma dil öğrenmenin kendi cinsinden sonucudur; kek yemenin bu anlamda dil ile hiç bir organik bağı yoktur. Aynı şekilde, acı çekmek ile cennet arasında hiç bir organik bağ yoktur. Hatta tezat vardır. Acı çekerek cennete gideceklerini düşünenlerin dikkatine!

Dini biz bu şekilde yanlış anlıyoruz. Yanlış temele oturtulduğu için de, dinin içersindeki tüm kavramlar bu hatalı anlam arka fonundan beslenerek birşeyler ifade eder hale geliyor bizim için. İşte bu yüzden temelden bir inkılap lazım ve bildiğimizi düşündüğümüz kavramların tekrar tariflerini yapmak gerek. Değilse, o temel orada durdukça ağzımızdan çıkan kavramlar ile herhangi bir problemi halletmek mümkün olmaz ve de olmuyor netekim.. O sebeple, daha önce dinin aslında yeni bir dil öğrenmek olduğunu ifade eden İncil ayetini referens vermiştim. Çünkü yanlış tool kullanarak doğru bir iş yapılamaz.

Dil, bir şeylere işaret (sign) olan kelimelerden oluşur; sign, ayet anlamındadır. Ayet, dikkati kendi üzerine değil, işaret ettiği hakikate çeker.

Mesela, Istanbul yazan mavi bir levha görsek, levhanın kendisine ve rengine (acilen gözümüze takılanlara) odaklanmayız veya odaklanmamamız gerektiğini biliriz. O işaretin (ayetin) gösterdiği şehre gitmek (ahiret yani sonuç) için o levhaya bakarız. Levhanın kendi fiziksel görünüşü acil, ifade ettiği mana ise ahirdir. Levhanın mavisi ile uğraşmak bizi maksud-u mahallimize gitmekten alıkor; sonuca ulaşamamanın adıdır cehennem.

75:20,21 [tooltip] كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْآخِرَةَ[end-text] Hayir; siz çarçabuk geçmekte olani seviyorsunuz. Ve sonradan geleceği terk edersiniz.[/tooltip]

Demek, dildeki ayetleri (kelimeleri) kelime diye okumak lazım; yani işaret ettikleri manaya odaklanmak lazım. Kelimenin manasından (ahir) ziyade, fiziki boyutuna (acil) odaklanan, manadan ve o dili kullanmaktan yoksun olur; cehennemi yaşar. Binaenaleyh, “acele” etmemek lazım:

75:16[tooltip] لَا تُحَرِّكْ بِه۪ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِه۪ۜ[end-text]Vahyi, acele edip okumak için dilini oynatıp durma.[/tooltip]

Çünkü dili konuşmak, ağzımızdan bazı seslerin çıkıvermesi değildir; manalı yani işaret edilen maksadı görebilmek gerek. Sonuç olarak, ağzımdan bazı sesler çıkıyor diye, bir dili konuştuğumuzu düşünmek hatasına düşmememiz lazımmış. Ses başka, kelime başkadır. Sonuçta buzağı da ses çıkarıyordu ama konuşmuyordu: 7:148[tooltip] أَلَمْ يَرَوْ أَنَّهُ لاَ يُكَلِّمُهُمْ [end-text]Onun, onlarla konuşmadığını görmüyorlar mı?[/tooltip]Konuşma yoksa, mana da yoktur nitekim: [tooltip]وَلاَ يَهْدِيهِمْ سَبِيلاً[end-text]ve onları yola hidayet etmediğini (hidayete erdirmediğini) [/tooltip]

Buna ek olarak, dilimizdeki lisanın kelimelerinin manaları da vahy kaynaklı olacak; o zaman Hz İsa’nın dediği gibi o dili konuşarak biz tevhide aykırı (şerleri) kirleri temizleyebiliriz; Onun adına konuşabilmek gerek. Değilse, söylediklerimizin hepsi boşa gider. Gittiğini de Fatırül Hakim bize hissettirdiği acı ile haber veriyor.

Ben bu yıllarda öğrendim, dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibaretmiş.

29:64 وَمَا هَذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ (Ve bu dünya hayatı, oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir ) diye bir ayet olduğu gibi 21:16 وَمَا خَلَقْنَا السَّمَاء وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا لَاعِبِينَ (Biz; yeri, göğü ve ikisinin arasındaki şeyleri, oyun (eğlence) olsun diye yaratmadık) şeklinde başka bir ayet de var. Birbirine tezatmış gibi görünen bu cümlelerin ne anlama geldiğini anlatması uzun sürer; şimdilik bu kadarla kifayet edelim. İmanın modellemesinde bu ifadeler nereye oturuyor diye uzun konuşmak lazım.

*Benim dikkatimi çeken ve özellikle etkilenerek okuduğum Kur’an yorumlarınız. Bundan daha fazla istifade etmek isterim, mümkünse.

Sırr-i teklif ve darül hikmet olan bu dünya şartları içersinde Allah’tan birşey istemek o şeyin oluşmasının şartlarının yaratılması ile sonuçlanır. Darül kudret ve hakikat olan ahirette ise istemek, tek başına arzu edilenin yaratılmasını sonuç verir. (O yüzden, cennette ne istersen anında sana verilecek diye menkıbeler var.)

Mesela, bir öğretmen olarak bir öğrenci bana dese ki şu imtihanda bana yardımcı ol. Bunun iki yolu var; ya cevapları olduğu gibi söyleyeceğim ya da doğru cevapları bulması için ona o içeriği anlatacağım — ta ki, sorular karşısında kendi doğru diye bildiklerini işaretleyebilsin. Bunlardan hangisinin hak olduğunu söylemeye hacet yok.

Bu dünyada, bana sabır ver demekle sabır gelmez; bana iman ver demekle, iman gelmez; bana cenneti ver demekle cennet verilmez vs. Ya ne yapılır? Cennet sonucunu verecek ahval ve şerait bizim için yaratıldığında onların içinden cennete nasıl çıkılırın yolu keşfedilir.

Allah herşeyi öyle istemekle önümüze koyacak olsaydı, bu dünyaya gerek yoktu; doğrudan cennete giderdik. Domates istemekle domates elde edilmediği gibi iman istemekle de iman elde edilmez. Hiç bir şekilde istemeyeceğiz anlamında demiyorum elbet. Mamafih, bu yaratılışta domates sonucunu elde etmek için fiili dua gerek; gökten zenbille domates yaratıldığı vaki değil. Teklife aykırı olurdu o.

Dolayısı ile 40:60 ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ (Dua edin, icabet edeyim) demek, benden domates isteyenin başından aşağı domates boca ederim anlamında değildir.

O yüzden, kisb gerek. Onun nasıl yapılması gerektiğinin ipuçlarını da bu mesajlarda vermeye çalıştım. Şimdi ataların dininden gusl edip Kur’anın önüne oturmak gerek. Al eline le ilahe süpürgesini ve eski alışkanlıklarını süpürmeye başla; süpürdükçe vahyin sana olan konuşmasını duymaya başlarsın — inşaAllah.

Yeter ki, kendi bildiklerimizi vahyin hakikatinin önüne geçirmeyelim; değilse, vahyi değil kendimizi okuruz:

49:2 يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَرْفَعُوا أَصْوَاتَكُمْ فَوْقَ صَوْتِ النَّبِيِّ (Ey iman edenler! Seslerinizi, Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin.)

Zira, semaya arzı bir merdivenle çıkılmaz vesselam.

Fi amenillah.

Yazar hakkında

Mehmet Ali Akgün

Dini, insanın kendi gerçeği olarak tanımlamayı doğru buluyorum; dolayısıyla din ve getirmiş olduğu her türlü tanım, hayatın üzerine ekstradan konulan aksesuarlar değil, aksine, olmazsa olmaz kavramlardır demek çok insani bir tavır ve bana çok tatmin edici geliyor. Hal böyle iken, İslamiyet'i de insanın kendi gerçeğini teslim etmesi olarak tarif etmek mümkün. Böylece dinin neden fıtrat dini olduğu ortaya çıkıyor. Bu bağlamda yapılan "dini" sohbetlerden hoşlanan birisi olarak katıldığım ortamlarda dikkatimi çeken bazı noktaları bu sitede ilgilenenlerin dikkatine sunmaya çalışacağım. İnşallah yararlı olur.

Yorum yazın

2 Yorum

  • Allah razı olsun çok istifade ediyorum yazınızdan. Ettim değil ediyorum dedim çünkü günler geçti hala içindeki hakikatlar beni bir çok hakikatlerle bağ kurdurmaya vesile oldu.