Usûle Dair Risale-i Nur Okumaları

Risale-i Nur Tefsir Ötesidir

Ha-Mim Defaulted Featured Image

Senai Demirci ile Dokuzuncu Söz’ü şerheden ve yeni yayınlanan Zaman Aynası Namaz isimli kitap vesilesi ile kısa bir söyleşi yaptık.

Ali Mermer ve Senai Demirci, yarım yüzyıla varan ders halkası birikimleriyle, Dokuzuncu Söz’ün dip seslerine kulak kesiliyor, Kur’anî göndermelerini yokluyor, Risale-i Nur’un göz gezdirdiği ufka açılıyorlar. Said Nursî’nin ardı sıra bıraktığı ‘nüve’ metnin neşvünemasına şahitlik ediyorlar. Risale-i Nur’un, vahye tutunan ve esmaya uzanan metnine refakat ederek, namazı “zaman aynası” olarak okuyorlar. Her iki yazar, Risale-i Nur’un şerh ve izah görevine mütevazı bir katkıda bulunuyorlar. Dokuzuncu Söz’ün bakış açısından yeni metinlerin doğması ümidiyle ‘Said Nursi ile Kur’ân Okumak’ta ısrar ediyorlar.”1Zaman Aynası Namaz arka kapaktan…

Senai Demirci ile Dokuzuncu Söz‘ü şerheden ve Nesil Yayınları tarafından yeni yayınlanan Zaman Aynası Namaz isimli kitap vesilesi ile kısa bir söyleşi yaptık.

Risale-i Nur neden farklı? Said Nursi’nin yazdıklarını “Kur’ân’ı anlatmak yerine, Kur’ân’a anlatır, Kur’ân’la anlatır, Kur’ân’la yüzleşir. Kur’ân’ın bak dediği yerden bakar varoluşa; kâinat kitabıyla dertleşir. Vahiy denizinin akışına katar muhatabını” şeklinde tarif ediyorsunuz. Tam olarak ne demek istiyorsunuz, biraz daha açabilir misiniz?

Risale-i Nur’un farkını, mahrem dairede, İşarat’ül İ’caz’ın besmele bahsi ile Birinci Söz’ü kıyaslayarak anlatmaya çalışıyorum. Gerçi, ilk bakışta İşarat’ı küçümsüyormuşum gibi geliyor muhakkik ehli olmayana ama Nursi, İşarat gibi bir eserin yazarı olmak varken, onu yarım bırakıp başka bir kulvar açıyor kendine. Birinci Söz’ü “Besmele’nin Tefsiri” dersek, İşarât’ın Besmele bahsine başka bir ad bulmalıyız. Anlamamız gereken şu ki, Nursî, Bismillah’ı “denilen söz” olarak değil, “olma hali” olarak anlatıyor. Bismillah’ı kıyıdan seyrettiren tefsir geleneği yerine (ki bu yine de İşarat söz konusu olduğunda asla küçümsenemez!) Bismillah’ın gerçeğiyle yüzleşmenin kayıtlarını anlatıyor bize. Suyu anlatmıyor, su içmeye çağırıyor. Hatta suyu içiriyor. Birinci Söz’e bakarsanız, iki adamdan biri “mütevazı”dır; yani kendini olması gereken yere vaz’eder, konuşlandırır. Diğeri ise mağrurdur; aldanmıştır; kendini olamayacağı halde, kendine yakışmayan yerde görür, yanılır.

Zaman Aynası Namaz Önİşte bu yüzden traktatus dediğimiz omurgayı Nursî inceden inceye kuruyor. “Bismillah her hayrın başıdır” derken, “Besmele diyerek başlarsak, işimiz hayırla biter” diyor değil. Ki bunu zaten çokları yüzyıllardır diyor. Said Nursî yeni bir şey diyor. “Ne ki vardır, o Var Eden’in tercihidir. Onun tercihi ise hayırdır. Öyle ise var edilen her şeyin varlık sebebi, başlangıç fikri, Allah adınadır.” “Bismillah”ı “bi-esmailllah” diye de okuyabiliriz. “Var edilen her şey, yani vücudu olan her şey, yani ‘hayr’ Allah’ın isimlerini anlatmak için var.” Yani “Bismillah” biricik ve en geniş, en doğru ve en sahih varlık alanının adıdır. Bu yüzden “…başta ona başlarız.” En başta sahteleştirmeciler bu detayı fark etmemiş olmalı ki, bu cümleyi “onunla başlarız” diye düzeltmişler(!)

Said Nursî, bismillah’ı denilen bir şey olarak anlamış olsa, niye müceddid/yenileyici olsun ki! Bismillah, hep başladığımız, her an yeniden girdiğimiz biricik varlık alanıdır. “Orada hiçbir şey bana ait değildir, oraya hep misafir olarak girerim, her defasında asıl sahibinin müsaadesini isterim. Bismillah…” Bu da beni “mütevazı’ kılar, tevazu yapmama gerek kalmaz, tevazuya niyetlenmem ise hiç gerekmez. Gerçeğim bu benim. Hiçbir şey benim değil ki… Niye kibirleneyim?

Bu örnekten hareketle diyebiliriz ki Said Nursî, karşımıza tefsir yazarı bir âlim olarak değil, gerçekle amatörce karşılaşan bir insan olarak çıkar. Gerçekle yüzleşmesinin kayıtlarını dinletir bize. “Bil ey nefsim…” diyerek fabrika ayarlarımız üzerine bizde yeni bir bilinç inşa eder. Düştüğümüz yerden kaldırır bizi…

Said Nursi neden Sözler’e “Bismillah” bahsi ile başlamış. Birinci Söz’ün Allah’ın varlığını anlatan bir risale (22.Söz, Âyetü’l-Kübrâ gibi) olması daha doğru olmaz mıydı? Yoksa Birinci Söz’de insanın varoluşu ile ilgili bir analiz mi yapılıyor. Bu bağlamda Sözler’deki konu sıralaması hakkında düşüncelerinizi alabilir miyiz? Sahabelerden bahseden kısım, İçtihat Risalesi, Kader Risalesi ya da 9. Söz’ün mevcut yerlerinde olmasında ne gibi bir hedef gözetilmiş?

Risale metninin bağlandığı gizli bir omurga var. Metni Kur’ân’a vurdurunca fark ediyorsunuz bunu… Kanaatimce, Birinci Söz Alak Suresi’nin yatağında akıyor. Gizli göndermeler var… “İkra!”nın anlam ekseninde gelişiyor Bismillah’ın anlamıyla yüzleşme… Biraz daha çalışırsak, Sekizinci Söz’e kadar süren, 9. Söz’ü atlayarak devam eden “iki adam” mesellerinin, bize bir iman müfredatı sunduğunu görebiliriz. Son zamanlarda psikoterapilerde de kullanılan bu yöntemle, kişiye anlatılan hikâyenin içinde kendine yer bulması telkin edilir. Bizim seyr-i sülûkumuz bu olsa gerek. İnsanın, besmele demesi kolaydır, bir anda olur… Ama insanın besmele olması, bismillah diyor olmanın hakkını vermesi, bir ömürlük bir sınamadır. “Ben astronotum” demek herkesin harcıdır. Ama bu demenin hakkını vermek bir ömürlük emeği gerektirir. Şimdi soralım kendimize; “Bismillah” demenin “astronotum” demek kadar karşılığı yok mu? Her an, her tercihte, her yönelişte, her duruşta, her susuşta karşımıza çıkar bu sınama. Her ne kadar Nursî, “en az on beş günde bir okuyun!” diye sadece İhlas Risalesi’ni göstermişse de, bence nezaketen 16. güne kalmadan Birinci Söz’ü de okumalı… Çünkü tevazu hali her anki sınavımızdır… İçtihat Risalesi ve Sahabe Risalesi sorularına çalışacağım, inşaallah…

Risale-i Nur’daki kavramlara kendi zihnimizde ya da günlük dilde verdiğimiz manaları kullanarak yaklaşmak Risale-i Nur’daki hakikatlerden faydalanılmasını zorlaştırıyor diye düşünüyorum. Örnek olarak namaz kelimesinden daha önce anladığım mana ile Risale-i Nur’da bu kavrama yüklenen anlamın çok farklı olduğunu gördüm. Bu konuda düşüncelerinizi rica edebilir miyim? 

“Ümmi” olmak önemli… Said Nursî, radikal bir söylemin sahibi ama bunu yıkarak yapmıyor. Nezaketle ve şefkatle icra ediyor. Hep söylediğim gibi, “bizim Müslümanlığımızı” temel alarak, bu temel üzerine bina etmiyor söylemini… Her paragrafta, her cümlede, toprak zeminden başlıyor, sıfırın üzerine ekleme yapıyor. “Bil ey nefsim…” hitabı, herkesi, her an, her halde bulan bir hitap şekli… Bunun karşılığında biz de, Risale-i Nur’u, kelimelere yüklediğimiz ya da dış çevreden edindiğimiz tasavvurlar üzerinden anlamaya kalkmayacağız. Tabula rasa dedikleri “ümmi” konumda duracağız. Mesela bir cümleyi tahlil ederken, sanki Nursi’nin başka hiçbir cümlesi yokmuş gibi, sadece onu söylemiş de gitmiş gibi dikey bir yolculuk yapacağız… Ben böyle yaptığımda hiç eli boş dönmedim. Bunu bilerek, Dokuzuncu Söz şerhinde, çapraz referanslara girmedik. Risale’den Risale’ye çapraz referanslar, bana, Risale’nin bir enformasyon/bilgi kitabı olarak görülmesinin sonucu gibi geliyor. Risale her satırında bir dönüşüm teklifinde bulunur. Metinler arasındaki bağları bularak, birbirlerini desteklediğini ispatlayarak, anladığımızı sanmak gibi bir yanılgıya düşeriz. Doğrudur, belki de anlarız ama metnin bizi dönüştürmesine, kalbimize dokunmasına izin vermeyiz böyle yaparak. Onu kuşatırız sadece; onun bizi kuşatmasına izin vermeyiz. Bilmem anlatabildim mi?

Risale-i Nur’daki Kur’anî okuma usûlüne örnekler vererek değinebilir misiniz? Özel olarak Risale-i Nurdaki usûl yardımı ile okuduğunuz bir ayetten ne gibi anlamlar çıkardığınızı merak ediyorum.

Mesela, Bakara Suresi’nin 260. ayetini okuduğumda çok şaşırdım. Kategorik olarak baktığımızda, Said Nursî bu ayeti alıntılamıyor. Yani “Risale-i Nur’da geçen ayetler” diye bir çalışma yapsak, İbrahim’in kuşlarından söz açan bu ayete Nursî’nin değinmediğini sanacağız. Oysa Haşir Risalesi’ni tamamen bu ayetin omurgası üzerinde yürütüyor. Hatırlayalım, burada, İbrahim’in dilinden “ölülerin nasıl diriltileceğini görme” talebi var. Yani, bildiğimiz göz ile görmek istiyor İbrahim [as]. Cevaben de “dört kuş al, onları kendine alıştır, sonra her birini ayrı ayrı tepelere koy, sana uçarak gelecekler” deniyor. Buradaki meseli kavrayamayan kimi müfessirler, İbrahim’den[as] kuşları “parça parça edip öldürmesi”nin istendiği sonucunu çıkarırlar. Hatta çoğu mealler hâlâ böyledir. Oysa Risale’nin inşa ettiği akıl bilir ki, Allah “öldükten sonra dirilme”ye “öldükten sonra dirilme”yi misal getirmez. Hem böyle anladığımızda ayet dönemsel ve yöresel kalır, sadece bir kişinin şahit olduğu bir istisnai hatıra seviyesine iner. Oysa hemen her an geçerli bir tanıklığa çağrı vardır ayette…

Der ki Allah: “ey İbrahim ya da İbrahim’in şahsında, ey insan, seni tanımadan geçip gidecek kuşların sana alışması mı daha zordur yoksa sana alıştıktan sonra uzakta da olsa sen çağırdığında sana gelmeleri mi?” Yani, insanın ölmeden önce diri olması, ölümden sonra dirilmesinden daha inanılmaz bir iştir; hiç beklenmedik, sürprizin sürprizi bir iş! Öyleyse ilk defa yaratıldığına şahit olan insan, ikinci yaratılışına fazlasıyla şahittir. Çünkü birincisi ikincisinden daha zor inanılır bir şahitlik. İnanılması zor olana şahit olan, elbette ki inanılması daha kolay olana gözüyle gördüğünden fazlasıyla şahittir. Tam da burada hepimiz İbrahim’in[as] ayrı tepelerden dönen kuşlara baktığı yerdeyiz. Nursi, bize ayeti anlatmak yerine, ayetin içinden konuşuyor.

Nursî’nin ayeti konuşmak yerine, ayetle konuşması, ayeti konuşturması, ayetten konuşması, tam da burada billurlaşır. Onuncu Söz’ün temel argümanına bakın… “Bir orduyu hiç yoktan toplamak mı zordur yoksa ikinci defa mı?” Onuncu Söz’ün Suretlerine dair tüm okumalar, Bakara 260. ayetin yatağında çağıldar. Arasak, lafzen bulamayız bu ayeti ama her yerde, her an akmakta. Tıpkı insanda omurganın her yerde var olduğu halde, hiç göze görülmemesi gibi…

Dokuzuncu Söz’ü çalışırken de, sayısız sürprizle karşılaştık… Öylesine ince yürüyor ki metin, dipte bir yerde birden çok ayetin sesini duyabiliyorsunuz… Dokuzuncu Söz şerhinde bunun onlarca örneği var… Ki yeterince derin Kur’ân okumamız olsa, daha da fazlasını buluruz…

Neden 9. Söz? 9. Söz’ü özel kılan nedir? Risale-i Nurlarda anahtar olduğunu düşündüğünüz kısımlar var mı? 

Dokuzuncu Söz, benim şahsen üzerinde çalıştığım bir metindi… Kıl Beni Ey Namaz ve Beş Vakit İnsan adlı kitaplarım Dokuzuncu Söz’ün nüvesinden neşv ü nema buldu. Ayrıca, bu eksende TRT’de, benim danışmanlığımda, M. Nuri Işık’ın yönetmenliğinde, Beş Vakit İstanbul diye bir belgesel de yayınlandı.

Dokuzuncu Söz, Nursî’nin devrimci bakışının en net göründüğü metin bence… Orada, zaman içinde zamanları keşfederek, “biz namazı müminler için bir kitab-ı mevkut kıldık” mealli ayetin omurgasına bağlı yürüyor. Namazın vakti kitaplaştırmak gibi bir işlevi olduğunu ortaya koyuyor. Kitaplaştırmak, parçaları anlamlı bir bütün olacak şekilde okumaktır.  Onuncu Söz’de yaptığını burada da yapıyor. Ayrıca, İbrahim’in[as] “batan şeyler sevilmez!” hitabının gerekçesi olan üç bakış çerçevesini deşifre ediyor… Ama gizlice; göstere göstere değil, görmek isteyene göstermek üzere.

Ayrıca Dokuzuncu Söz’de, Kur’ân’a Risale eksenli yaklaşımın çarpıcı ve sarsıcı örnekleri hayli yoğun. Dinamik esma dersi, hayatın içinden dokunan esma anlamları çok belirgin. Risale-i Nur’un emir/yasak üzerinden yatay olarak anlatılan dini, iç arayışların, kalbi ağlayışların cevabı olarak okuyuşu hayli belirgin…

Risale-i Nur kimlere hitap etmektedir? Bir “Müslüman” olarak mı okumalıyız risaleleri? Bu bağlamda Risale’i Nur’lardaki hakikatleri insanlarla paylaşmada ne gibi bir yaklaşım takip edilmelidir?

Arapça’da bir deyim var: “En-nakkâl ke’l-bakkal” “Nakilci Bakkal gibidir” demeye gelir. Bakkalın herkesten çok şekeri vardır ama hiçbirinin tadını bilmez. Biz de Risale ile ilişkimizi sadece “alıntılama” üzerinden kurarsak, tadını bilmediğimiz şekerler dağıtırız. Risale-i Nur, nefsi olan herkese hitap eder. Hitabı “ey insan…” düzeyindedir. Çok şeker sahibi olmaktan vazgeçelim, az olsun şekerimiz ama tadını bildiğimiz şeker olsun. İkram ederken, dağıtırken, satıcı taklidiyle değil, tadıcı sahihliğiyle söyleyelim. Eksik söyleyelim, tereddütlü söyleyelim ama kalbimizin d/okuduğunu dillendirelim… 

Risale-i Nur’un dilinin günümüzde anlaşılmaz olduğu yorumları hakkında ne düşünüyorsunuz? Risale-i Nur’un dili eski bir dil mi?

Risale’nin dili eski değil; oldukça yeni, hatta yenileyici… Dönemsel de değildir bu dil; çünkü Risale’nin yazıldığı dönemde yazılan muadil eserlerden daha sadedir ve durudur. Risale, dilde bir nöbet tutar. Bin yıllık İslam medeniyetinin inşa ettiği, Kur’ân kelimeleriyle konuşan “ana dili” tedavülde tutar. Arapça dışında, sadece Türkçe, Arapça kelimelerin içine hayattan anlam katmış olan dildir. Çok iyi biliyoruz ki, dilde asıl olan seslere yüklediğimiz anlamlardır; bu anlamlar bir toplumun sözleşmesidir. Bin yıllık bir medeniyet tecrübesi, Kur’ân kelimelerinin anlamlarını hayatın içinden bulur ve inşa eder. Konuşulan dil Türkçe’dir ama bilfiil Arapça seslerin yatağında akar. Bu çok önemli bir kazanımdır, çok istisnai bir mirastır. Risale-i Nur, Kur’ân’ın sesine doğrudan katılmayı, bu sesi çevirisiz duymayı sağlar. Risale-i Nur’un özel dili, tam da, bu ana dili tedavüle sokar, hayatın ortasında yaşatır. Misal, ben kendim Risale okuduğum için Arapçanın sarf nahvini bilmemekle beraber, Kur’ân’ın kelimelerine doğrudan nüfuz edebiliyorum. Arapça sanılan o sesi bir Türk olarak anlıyorum, o kelimeye hayattan bir karşılık buluyorum. Nihayet anlamla buluşuyorum. Kur’ân dili, ana dilim oluyor böylece…

Bununla birlikte, bu kuşağın anlayabileceği bir dil değil. Bu Risale’nin sorunu değil, bu kuşağın sorunudur. Peki, öyleyse ne yapacağız? Bu da Risale’ye muhatap olanların görevidir. Risale bir “ana dil” nöbeti tuttuğu kadar, bir “anaç dil” de sunar muhatabına. Biliyorsunuz analar doğurur… Biz anaç dili alıntılarla taşımak yerine, alınmalarla taşırırsak kalbimizden, yeni kuşakların anlayacağı sayısız yavru metinler üretiriz. Çoktan üretmeliydik ama…

Zaman zaman Risale-i Nur talebelerine yöneltilen “Hep aynı kitabı okuyorlar” eleştirisi karşısında ne düşünüyorsunuz?

Bu eleştiriye hak verdirmiyor değil kimi uygulamalar, ne yazık ki… Onları bir tarafa bırakarak, şunu söylemeliyiz ki, ışık kendisine bakmak için değil, kendisiyle bakılmak içindir. Risale, tek bir kitap değil, bütün kitaplara aklımızı açan geniş bir kapı. Risale’nin ışığını alamayan, Mesnevi’yi net anlayamaz, Arabî’yi hiç anlayamaz, klasik metinlerin içine hakkıyla nüfuz edemez. Kaldı ki Risale, sadece matbu kitaplara değil, kâinat kitabına ve fıtrat kitabına, Muhammedî kitaba taşır insanı… Belli ki Said Nursî, Mesnevi okumadan, Arabî’yle hemhal olmadan, bu dili yazmaz, yazamaz.

Risale-i Nur nasıl okunmalı? Risale-i Nur’lardaki cümlelerin derinlemesine analizi bazı Risale-i Nur talebelerini rahatsız ediyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu bağlamda Said Nursi’yi “yüceltmenin” Risale-i Nurlardan faydalanmaya engel olduğunu düşünüyorum. Bu şekilde bir yaklaşım Risale-i Nurdaki cümlelerin kritik bir gözle okunmasına ve oradaki hakikatlerin inceliklerinin tam farkına varılmasına engel olabiliyor. Said Nursi “benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Mihenge vurunuz” diyor. Bu konudaki düşünceleriniz alabilir miyiz?

En baştan söyleyelim. Biz “Said Nursi’ci” değiliz. Said Nursî de Said Nursi’ci değildir. Böyle bir görevimiz yok, böyle bir görev de vermiyor bize Said Nursî. Said Nursî’nin kıymetini anlatmaksa, bizim öncelikli görevimiz değil. Said Nursi propagandisti olmak hele hiç doğru değil. Birkaç yıl önce, biri, çok küstahça, önce beni Risale takıntım olmakla suçladı ardından da Nursî’ye kendince şirk atfetti. Bir an öfkeli gördüm kendimi. Sonra ilgili kişiye, “seni rahatlatacaksa Said Nursi müşriktir diyebilirsin” dedim. “Ne ben Nursî itibarının bekçisiyim ne de Nursî sizden itibar alacaklıdır.” Konumuz değil özetle…

Şu da bir gerçek, Risale’nin muhatapları zaman içinde kapalı toplum haline geldiler. Kapalı toplum psikolojisi farklı düşüncelere, üslup çeşitliliğine kapıyı kapatıyor. Risale’yi hedefleyen, Said Nursi’yi konu eden her eleştiriyi böylece ‘tehdit’ olarak algılıyoruz. Belki de “yanlış anlama”nın, “eksik bilme”nin, “görüntüye aldanma”nın kurbanı bu arkadaşlar. Sloganları düşünmek sanan bir toplumda yaşıyoruz. Oysa, anlamadan konuşan, anlamadıkları için düşman olan bu kardeşlerimizi yargılamak yerine anlayacak yeterince donanımız var. Nursi gibi merhametli olmalıyız; başarabildiğimiz kadarıyla…

Nasıl olacak bu derseniz… Nursî bize bedeli ödenmiş bir fikirler aşılıyor, sancısı çekilmiş çözümler sunuyor. Sahici bir metin ortaya koyuyor. Bizim de bu eşsiz metinleri, bu içten hesaplaşmaları “alıntılamak”la yetinmemiz, başkalarına slogan gibi geliyor. Nursî alıntılanmayı değil alınmayı hak ediyor. Alınabilirsek üzerimize yeterince, biz de kendi hayati cümlelerimizi kurar, biz de bedeli ödenmiş ifadeler ortaya koyardık. Her insanla empati kuracak bir iç görü geliştirirdik. Said Nursî’nin içinden geçtiği duyguları paylaşması, Said Nursî propagandisti olmamızı değil, kendi içine doğru derinleşen orijinal bireyler olmamızı sonuç verir.

Bunları söylerken Risale’nin nasıl okunması gerektiğine dair ipucu da sunmuş oldum sanırım.

Ali Mermer’le böyle bir işbirliği nasıl doğdu?

Ali Mermer’le işbirliğimiz geçen yüzyıla dayanır. Diyebilirim ki Ali Mermer Risale’nin dip sesini duyurdu. Risale’nin alıntılarla tüketilen değil, alınmalarla yeniden üretilen bir metin olduğunu bilfiil ispatladı. Bunun bedelini kimi zaman mahcubiyet olarak, kimi zaman ağır fırçalar yiyerek ödedik… Benim hayatında, kritik bir kırılma yeridir Ali Mermer’le karşılaşmam… Diyebilirim ki Risale’nin Kur’ân için yaptığını Ali Mermer de Risale için yaptı… Yani araya kendini perde olarak koymak yerine, olabildiğince şeffaflaşıp Risale’yi gösterdi, Nur Dede’nin bilge yüzüyle tanıştırdı bizi… Bu çalışma, otuz yıl sonra geri dönen bir bumerang diyebilirim… Devamı da gelecek biiznillah…

Sonraki projelerinizden kısaca bahsedebilir misiniz?

Ömrümüz olursa, tüm Risale’yi şerh etmeye niyetliyiz. Şu anda önümüzde Birinci Söz metni var…  Dua isteriz.

Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Yazar hakkında

Ha-Mim

Yorum yazın