Ders Notları

Varlıklar “Yoktan” mı Yaratılıyor “Yok İken” mi?

Varlıklar “Yoktan” mı Yaratılıyor “Yok İken” mi? | Ha-Mim

Ha-mim’de geçen hafta sonu yapılan (08. 10. 2022) Şualar dersinde, İkinci Şua’nın okunmasına ve müzakere edilmesine devam edildi. “Vahdaniyetin İkinci Muktezîsi” ara başlıklı kısmın ikinci sayfasında yer alan, “Eşyanın icadı ya ademden olur, ya terkip suretinde sâir anâsır ve mevcudattan toplanır” cümlesiyle başlayan paragraflar hakkında değerli tefekkürler ortaya konuldu. Ben bunların tamamını ilgili kayda (https://www.youtube.com/watch?v=Craof6rKHdQ) havale edip bir kısmını aktarmakla yetinmek istiyorum.

Bir müzakereci, “Baktığımızda, gözümüz önünde meydana gelen varlıkların hep bir terkipten yani muhtelif unsurların bir araya getirilmesinden oluştuğunu görüyoruz. Ama bunların müstakil bir varlık olarak ortaya çıkması yoktan yani ademden diye mi anlayacağız? Biz inşa suretinde bir yaratılış görüyoruz. Ademden var olma nasıl oluyor” diye sordu. Başka bir müzakereci, “Ben, bir bakıma ademden yani yoktan yaratılışı tecrübe ediyorum. Mesela çocuğumla oynarken, çocuk güzel bir şey yaptığında içimi bir sevinç kaplıyor. Bu, daha önce yoktu, birden yoktan var oldu. Veya mesela bir konu hakkında düşünüyorum, bir anda aklıma bir fikir geliyor, daha önce olmayan bir fikir. İşte ademden vücuda gelmek bu diye anlıyorum. Bir de fiziki anlamda bazı şeylerin hiçbir nesnesi olmaksızın meydana geldiği söyleniyor. Bu benim bildiğim bir şey değil, uzmanların bilip söylediği şey. Ama insanî düzeyde ademden vücuda gelen şeyler çok aslında.” Önceki müzakereci, “Bu durumda sanıyorum ‘adem’in tanımını yapmak gerekiyor; zira çocuğun yaptığı bir güzellik karşısında içimizde sevinç meydana gelmesi yine bir zincir içinde gerçekleşiyor” dedi.

Diğer bir müzakereci “konunun can damarının tam da burası” olduğunu söyledikten sonra oldukça uzun bir müzakerede bulundu: “Verilen örneklerden gidersek, çocukla oynama olmadan sevinmiyoruz. Aklımıza bir şey takmadan onunla ilgili bir şey hatırımıza gelmiyor. Mesela köylü bir amcanın hatırına bir konuda ihtisası olan kişinin aklına gelen şey gelmiyor. Yine söz gelimi, birkaç gündür zihni bir konuya odaklanan bir kimse alış veriş yaparken zihninde onunla ilgili bir şey oluşabiliyor. Yani terkip ya da terkip gibi görünen vücuda gelme var.”

“Müzakereci arkadaşın dediği gibi ‘adem’ deyince ne kast ediyoruz? Biz bu kelimeyi kullanmaya alıştık; ‘işte ademden geliyor, adem yokluk demektir’ vs. diye. O şundan oluyor, bu bundan oluyor diye görüyoruz. Onu şuna bağlıyor, bunu buna bağlıyoruz; hiç de garip olduğunu düşünmüyoruz. Oysa bunlar bana garip geliyor. Bu işleri, hiçbir ön yargı içine girmeden düşünmek gerekir; insan olarak, insan fıtratı olarak. Risale-i Nur hep insana, insan fıtratına hitap eder diye okurum ben; Müslümana, mümine hitap eder diye değil. Aslında Kur’an’ı da öyle okumak gerekir ama zor iş, alışık olmayınca. Her ne ise… ‘Ademden/yokluktan oluyor’ deyince ne anlıyoruz? Malzeme olmaksızın pat diye bir varlığı gelmesini mi? Hiçbir şey pat diye ortaya çıkmıyor. Her şey belli bir düzen içinde oluyor. Buna da ‘inşa’ deniyor. Bina gibi, binanın yapılması gibi. Tuğlaları birbirine bağlaya bağlaya bir yapı oluşuyor. Yani eşyanın var olmasında terkip yapılıyor. Tuğlaları birbirine kaynaştırıyorsun. Terkiplerden söz ediyorsunuz, laboratuarda pat diye bir şey ortaya çıkmıyor. Kainatta varlık düzeni var ya, o varlık düzenine uygun hale gelince netice var oluyor. Problem tam da burada! Eğer bir şey varlık düzeninde alışageldiğimiz var olma sürecine uygun gelirse sonuç çıkıyor. Akıl hemen ‘şu nedenden şu sonuç ortaya çıktı’ ilişkisini kuruveriyor.”

‘Görmediğime inanmıyorum’ diye peşin hükme saplanan kişiler sanki ‘Bir tuğla vardı, o tuğlanın yanına, üzerine tuğla geldi; onların da yine yanına veya üzerine tuğla geldi, yine tuğlalar gelmeye devam etti, duvar öyle oldu, demek ki tuğlaların bilinci olması gerekir’ diyor. Burada sorgulanacak soru ‘Bu tuğlaları insanlar mı koydu’ yerine, bir duvarın üzerine gelen tuğlanın oraya nasıl geldiğidir! Bunu tuğla kendi kendine mi sağladı? Kilit nokta burasıdır! Anne karnındaki bir ceninin dünkü halinden bugünkü haline gelmesini dünkü hücreleri mi sağladı? Yahut ceninin yarınki halinin nasıl olacağını bugünkü hücreleri mi kararlaştırıyor?

“Şimdi benim ilk gördüğüm, -‘adem’ yokluk demek biliyorsunuz-, alemde yokluk diye bir şey yok. Ama bazı şeylerin sebebini görmüyoruz. Mesela insan duygularının sebebi düzen içinde görünmüyor. Ama bunlar yine de cenin anne karnında belli süreçleri izlemeden olmuyor. Hayat dediğimiz, insan duyguları dediğimiz şeyler ‘şundan sonra şu oldu’ diyecek biçimde ortaya çıkmıyor. Evet, belli bir süreç içinde hayat veriliyor, ruh veriliyor ama o süreç içinde gelişen ceninin bebek haline gelmesi yine bir düzen içinde gerçekleşiyor. Aşamalar zinciri var yani.”

“Burada sorgulanan konu şu: ‘Eğer sen gerçekten aklını kullanırsan, -şartlanmadan-, bir canlının var olmasında bir hücre bulacaksın veya moderatörün hatırlattığı gibi kainatın yaratılmasında büyük bir patlama oldu, -bunu kabul edenler de var, başka şeyler söyleyenler de-, sor bakalım, gerek patlamanın kaynağı gerekse anne karnındaki ceninin bir aşamadan başka bir aşamaya geçmesinin kaynağı ne olabilir? Basit inşaat örneğini verecek olursam, ben inşaatta bir tuğlanın üzerine bir tuğla daha konduğunu, onun yanına ve üzerine bir tuğla daha konduğunu… görüyorum, sonra duvar oluyor. Sonra çatı konuluyor, ev oluyor. İnsan ne diyor? ‘Aaa insanlar ev yapıyor’ diyor. Ama şimdiki zihniyet, yaratma kavramını kabul etmeyen zihniyet, ‘insanlar bunu yaptı; bir insan var, bir tuğla var ve bir de yapılan bina var’ demesine rağmen evrenin bir parçasını incelerken, mesela hücreden gelişen ceninin gelişme sürecini incelerken bir gelişen hücre var, bir cenin var, bir de ceninin yapıcısı var’ diye kainatı yahut zerreleri incelemiyor. Ya? Binanın kendi malzemelerinin nasıl geliştiğini inceliyor. Tuğlaları üst üste koyarak duvar ören ustayı gördüğü için, bilinçli bir ustanın bilinçsiz bir tuğlayı diğerinin üstüne koyduğunu söylüyor. Bunu kimse reddetmiyor. Fakat hücrenin bilinçsiz bir parçacığı bir sonraki düzeyde biraz daha mükemmel bir hale gelirken bilinçli bir tercih eden ‘Usta’yı aramıyor. İşte bütün kavga bu göz boyama usulünün ‘işte öyle oluyor, görüyoruz, demek ki o parçacığın bir bilinci olması lazım’ diyor, o bilinci o parçanın içinde gösteremiyor. Ustanın varlığını; binanın bilinçsiz olduğunu ve tercihiyle onu alıp duvara yerleştirdiğini gözüyle gördüğü için kabul ediyor. Fakat hücreye gelince Usta’yı görmediği için, -bina örneğinde-, sanki ustasını görmeseydi ‘tuğlanın bilinçli olması lazımdı’ diye göz boyayacaktı. Bu dil sahtekarlığına çok dikkat etmek gerekiyor!”

“Bina kendi içinde nasıl gelişiyor? ‘Görmediğime inanmıyorum’ diye peşin hükme saplanan kişiler sanki ‘Bir tuğla vardı, o tuğlanın yanına, üzerine tuğla geldi; onların da yine yanına veya üzerine tuğla geldi, yine tuğlalar gelmeye devam etti, duvar öyle oldu, demek ki tuğlaların bilinci olması gerekir’ diyor. Burada sorgulanacak soru ‘Bu tuğlaları insanlar mı koydu’ yerine, bir duvarın üzerine gelen tuğlanın oraya nasıl geldiğidir! Bunu tuğla kendi kendine mi sağladı? Kilit nokta burasıdır! Anne karnındaki bir ceninin dünkü halinden bugünkü haline gelmesini dünkü hücreleri mi sağladı? Yahut ceninin yarınki halinin nasıl olacağını bugünkü hücreleri mi kararlaştırıyor? Daha de derine git, insan aklı bu, soruyor: Bir hücrenin, -bir halden bir hale geçmesi bir tarafa, o daha zor bir iş- o anki var oluşunun varlık kaynağı nedir? Bakıyorsunuz, ev örneğinde tuğla var ama tuğlanın varlık kaynağı nedir? Bu en temel bir sorudur.”

“Diğer bir husus, inşaat örneğinde, bir tuğla başka bir tuğlanın üzerine gelmiş. Atomlara bakıyorum, parçacıklara bakıyorum, öbür tuğlanın üstüne gelecek, oradaki kalıba, -metinde kalıp geçiyor-, uygun bir kalıba girecek. Metinde basit anlatılıyor. Niye? Hele bu bir halledilsin, düşünme metodunu öğrenince kişi diğerini kendisi halleder diye düşünülüyor. Yani her bir insanın bedenine, organına, diyelim böbreğine, ciğerine, sinir uçlarına… bunların hepsi için ayrı ayrı şimdi birer kalıp olacak. Doğru, olması lazım. ‘Şuraya gelip duracaksın’ diyor. Gelelim binadaki tuğlaya. Bir tuğla diğerinin üzerine gelecek. Ama sanat gereği birazcık çıkması gerekiyorsa çıkacak, birazcık içeri çekilmesi gerekiyorsa çekilecek. Bir de zaman içerisinde, -sabit kalmıyor, yavaş yavaş da olsa eskiyor, devamlı değişime uğruyor ya-, her anın da kalıbı olması lazım. O kalıp nereden geliyor? O kalıp Risale-i Nur’un dilinde ‘ilim’ diye anlatılır. Yani ‘şuraya geleceksin, şurada duracaksın, şu kadar olacaksın’ diyebilmek için ‘bilmek’ gerekiyor. Nasıl bileceğiz ama? Var olmadan önce! Mesela ben şuradan diğer bir odaya gitmek istiyorum. Bunun için kapıya gitmem gerektiğini biliyorum. Devamlı yapa yapa öğrendim. İnsanda bilinç var. Evrende bilinç var mı? Bakıyorlar bilinç yok fakat şimdilerde komik biçimde ‘hücrelerde hafıza ve bilinç olması lazım, baksana bilinçli hareket ediyor’ diyorlar. Yani bilgi var, bilinç var demeye getiriyorlar. Bu bilgi nereden geldi, bunun varlık kaynağı nedir diyorsun elin boş çıkıyor, kimse maddede bilinç özelliğini gösteremiyor. Yalnızca ‘var gibi hareket ettiğine göre var olması lazım’ diye şimdilerde iddiada bulunuyorlar. ‘Göster’ diyorsun, ‘bilim araştırıp gösterecek, bekle’ diye geçiştiriyorlar. Yok kainatta, zerrelerin kendilerinde, kendi varlıklarının varlık kaynağı yok!’

“Arkadaşlar, bir şeyi çok tekrar edeceğiz. Ben deli gibi tekrar edip duruyorum. Hiç de utanmıyorum, usanmıyorum, hatta iftihar ediyorum, Kur’an namına ‘elhamdü lillah’ diyorum. Nedir o? ‘Lâ ilahe illallah’! Bütün formüller ‘lâ ilahe illallah’a göre kurulmalıdır, düşünce formülleri! Neden? Eğer ‘lâ ilahe” ise ancak o zaman ‘illallah’ mümkün olur. Eğer ‘lâ ilahe’ doğru değilse, kainatta varlık kaynağı olacak özelliğe sahip, -yani ilmi olacak, iradesi olacak, gücü olacak-, bir tane atom, bir tane parça varsa ben Allah’a falan inanmam. Niye? Varlık kaynağı var burada, niye bir de bilinçli bir varlık kaynağı arayayım ki? Niye gayba iman edeyim ki? İşte elimde! Ama öyle bir varlık kaynağı, -ilmi ile, iradesi ile, gücü ile-, bir tek atomda, bir tek molekülde, bir tek parçacıkta bile yok! Neden? ‘Lâ ilahe’yi delillendirmeden ‘illallah’tan bahsedemeyiz. Kur’an’ın prensibi bu! Hatta ‘lâ ilahe illa hû’dan bahsedilemez. Onun için bir kimse ‘illallah’ sonucuna ulaştıysa, o kimsenin elinde ‘lâ ilahe’ belgesinin olması lazım. O zaman bir insanın ‘Bu binanın bina cinsinden olmayan, tuğladan falan olmayan özelliklere sahip bir ustası olması şarttır’ demesi lazım. Çünkü binanın kendi malzemelerinin içerisinde ‘bina yapıcılığı’ özelliği yok; bırakın tuğlaların kendi varlıklarının kaynağını… Bu imkansız, ‘ben kendi kendime var oldum’ diyen bir özelliği hiçbir şeyde göremeyiz! Terkiptir, inşadır, sebep-sonuç ilişkisidir gibi gördüğümüz olaylar, binanın ‘Usta’sının bilgisine göre alıp o tuğlaları yerine koyma iradesini ve gücünü gösterebilmesinden kaynaklanıyor olmalıdır.”

Şimdi, benim bir binanın ustası olması gerektiği sonucuna ulaşmamın nedeni ustayı görmem değil, -şu anda zaten görmüyorum-, binaya bakarak onun özelliklerine dikkat etmem, sonra da parçalarının özelliklerini incelememdir. Bu suretle anladım veya anlıyorum ki bu parçalar binanın hiçbir surette yapıcısı olamaz. Ancak bu incelemelerden sonra bu binayı mutlaka düzenleyen, yapan bilinçli bir varlık olmalıdır, diyorum.

“Şimdi, benim bir binanın ustası olması gerektiği sonucuna ulaşmamın nedeni ustayı görmem değil, -şu anda zaten görmüyorum-, binaya bakarak onun özelliklerine dikkat etmem, sonra da parçalarının özelliklerini incelememdir. Bu suretle anladım veya anlıyorum ki bu parçalar binanın hiçbir surette yapıcısı olamaz. Ancak bu incelemelerden sonra anladım ki bu binayı mutlaka düzenleyen, yapan bilinçli bir varlık olmalıdır. Diyorlar ki ‘sen daha önce yapılan binaların ustalar tarafından yapıldığını gördüğün için böyle söylüyorsun’. Evrenin varlık alemine gelişi ile benim şu anda gördüğüm yapılmış bina arasında tam da bir benzerlik var. Niye? Biz binanın dışında bir şeyi kavrayacak kapasitede değiliz. Ama binanın kendisini inceleyerek ‘o binanın varlık kaynağı olması lazım’ diyecek bilince sahibiz. Bilinçsiz bir sonuca ulaşılamaz. Kaldı ki bilinci olmayanın sorumluluğu da olmaz, delidir çünkü. Her halde sonuca geldik: Bu kainatta öyle bir varlık kaynağı olmalı ki, bu kaynak ‘gaybî’ olmalı, ‘kainat cinsinden olmamalı, ‘mutlak’ olmalıdır. Unutmamak gerekir ki iman bilgi değil, ‘gayb’ı onaylamaktır. Bu onaylama işlemi daha önceki bir bilgiden kaynaklanamaz. Şu anda insanî kapasitemi kullanarak ulaştığım bir sonuç olmalıdır. Yani kainatı analiz ettim, burada varlığa kaynaklık edecek bir şey yok, ‘lâ ilahe’ sonucuna ulaştım, sonra da ‘illa hû” veya ‘illallah’ diyerek gaybî, mutlak, alem cinsinden olmaması gereken Kaynağın varlığını tasdik ettim. Bir tuğla var da öbürü çağırdı değil. Kim kimi çağırıyor? Alttaki tuğla ‘şuraya gel’ diyor, yandaki ‘buraya gel’ diyor, öyle mi? Kainatın oluşumunda öyle bir olay var mı? Ama tuğlalar üst üste gelerek bina yapılıyor. İnsan kendini bir problemin içinde bulduğunu sanıyor. Sorgula! Her birisini sorgula! Bu tuğla veya şu tuğla hangisi ‘yapıcı’ özelliğinin sahibi? Yok! Gösteren varsa ben ‘gaybî Yaratıcıya’ inanmam! Bir tane göstersin, yeter. Hepsi için göstermeye gerek yok. Bir tanesi için yok iken varlık verme özelliğine sahip, ‘ben var ettim, bende bu özellik var’ diyebilsin, yani böyle bir özelliğe sahip olduğunu görebileyim, ben gaybî Yaratıcıya inanmam! ‘İllallah’a geçemem! ‘Lâ ilahe’ geçersiz olunca ‘illallah’ hiç geçmez. ‘İllallah’ın gayba olması, bu kainat cinsinden olmayan, yani binanın cinsinden olmayan bir Ustanın, bir Mimarın olduğunu, mutlaka insan hissiyatıyla, vicdanıyla, bilinciyle tasdik eder, tasdik etmelidir; buna iman denir. ‘Gördüm’ vs. diye değil. Ama görüyor gibi iman edersin. İman gaybadır. ‘Gördüm de şöyle oldu, rüyamda böyle oldu, beklenmedik bir olayla karşılaşınca Allah bunu yaptı’ dedim diye iman olmaz.”

“Bunu söylerken biz burada kendimiz için, düşünen insanlar için, sorgulayan insanlar için konuşuyor; böyle insanlara kendimizi hazırlamak için konuşuyoruz. Aksi halde niye bu odaya geliyoruz? Evimizde kendimiz Risale-i Nur’u okuyabiliriz. Demek ki maksadımız böyle bir sonucun yani ‘illa hû’ sonucunun gerekçesini kendimize öğretip ondan sonra da sorgulayan başka insanlara da aktarmaya çalışmaktır.”

“Şu da var ki, çoğu insan ‘lâ ilahe’ sorgulamasını yapmıyor diye onları aşağılayamayız. ‘Sen lâ ilahe aşamasından geçmedin, senin imanın sorunlu’ demeyeceğiz. Evet iman delil ister, tasdik ister. Onların da kendilerine göre delili var ki ‘Allah’a inanıyoruz’ diyorlar. Fakat bugünkü dünyada sorgulayan insanlara aklî gerekçelerle bunu delillendireceğiz, ‘aklına müracaat et’, ‘duygularına müracaat et’ diyeceğiz. Metinde ‘bütün dinî kaynaklar Allah’tan bahsediyor’ demedi. Ya ne dedi? ‘Bütün ehl-i aklın ittifak ettiği’ gibi dedi. Ama ehl-i akıl böyle bir aşamadan geçerse ehl-i hak olur. Biz kendimizi ehl-i akla göre hazırlayacağız.”

Dersin devam eden bölümlerinde “ademden yaratma” ile “terkipten yaratma”nın nasıl anlaşılması gerektiği, varlıkların yoktan değil, -zaten yok aklî bir hüküm olarak yoktur-, yok iken yaratıldığı, Allah’ın isimlerinden birisi olmadığı gerekçesiyle bazı alimlerin uygun bulmamasına rağmen Yaratıcıya “lâ ilahe” aşamasının bir sonucu olarak “olması zorunlu olan” anlamında “Vâcibü’l-vücûd” denmesinin doğruluğu… gibi başka bazı hakikatlere de değinildi. Allah razı olsun.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın