Müzakereler

Yaratıcının İspatı

Yaratıcının İspatı | Ha-Mim

Şeyma – “Siz bir iki cümle ile Allah’ı isbat edebilir misiniz?”

Bugünkü risale sohbetinden sonra Azerbeycanlı bir kardeş bana özelden bu soruyu sordu. Siz ne cevap verirdiniz bu soruya karşı?

Ali – Önce, Allah “ispat” edilmez. Allah’ın varlığının “ayetleri”, delilleri olur. Bu ayetlerden insanlar sonuç çıkarır ve bu sonuç varlığının “Şahidi” olur o kişi için. Sonra o kişi bu sahidleri ya tasdik eder, ya da reddeder. Bu tasdik için, Kur’an, Hakk olana, hakikat olana “Teslim olmaktan” bahseder ki buna “müslim olma” denir. Hayatımızda da bu süreci yaşıyoruz daima.

Sonra, bir iki cümle ile olacak bir iş midir bu imanı kalbe yerleştirmek? Bir musluk tamirini bile bir iki cümle ile öğrenemezsin! Kur’an’ın 23 senede inzalinın hikmetini güzel bir örnek. Diğer taraftan insanın bütün hayatı boyunce devam edecek olan bir süreçtir Rabbimizi tanıma süreci. İman bir anda olup biten bir iş olsaydı, sahabeler kendilerinin belki de münafık olabilecekleri ihtimali üzerinde hiç mi hiç durmazlardı.

Peygamber asvs zamanında herkes onun getirdiği mesajı konuşuyor, tartışıyorlardı. Şimdi bizim devamlı dünyevi ve siyasi meseleleri tartıştığımız gibi. Onların dünyasında yıllarca süren bir araştırma, düşünme ve karar alma süreci yaşıyorlardı. 13 yıllık Mekke döneminde Rasulullah’ı tasdik edenlerin sayısının 150 civarında olduğu rivayet edilir. Diğerleri 20 yıl kadar bir sürede bu mesajın doğruluğu konusunda düşünüp taşınıp ondan sonra bir karara ulaşıp Peygambere iman ettiklerini ifade etmişler ve böylece teslim olmuşlar ve sahabe olmuşlar. Biz kendimizi böyle 20 yıllık bir muhasebeye tabi kıldıktan sonra mı iman ettiğimizi söylüyoruz, yoksa? Sahabeden daha mı kuvvetli iman sahibi olduğumuzu zannedip kendimizi kandırıyoruz.

İmanın sonsuz mertebeleri var. Bir defa da biten bir sonuç değildir.

Fetih Suresi (48):4 “Mü’minlerin kalplerine, imanlarına iman katıp-arttırsınlar diye, ‘güven duygusu ve huzur’ indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır: Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Mehmet Ali – Geçen gün 12 yasındaki oğluma sordum, “Allah’ın var olduğunu nereden biliyorsun?” diye. Aklım sıra, cevap veremeyeceğini düşünüp ona metot öğreteceğim diye hesap yapıyordum. Hiç düşünmedi ve gayet basit bir cevapmış gibi, omzunu silkeleyip bilgisayarından başını bile kaldırmadan “Ressam olmadan, resim olur mu?” dedi ve bilgisayardaki oyununa devam etti.

Allah’ın varlığı çok basit de, bizim kafamız zaman içerisinde çok karıştığı  için o karışıklığı çözecek cevaplara ihtiyaç duyuyoruz. Fıtri olan birşeyin karmaşık olması tanım gereği mümkün değildir–eğer fıtratı bozup başka yönlere çekmediysek.

İmanda asıl mesele “atalarımızın dininden” yani alışkanlıklarımızdan kopabilmek; gerisi kolay iş. Buna bilim felsefesinde, paradigma inkılabı diyorlar. Yani insanların hali hazırdaki gözlüklerini değiştirip yeni tanımları içeren bir bakış açısı ile dünyaya bakabilmek. Bu işe kafa yoranların tesbiti o ki, bu iş çok kolay olmuyor; o yüzden zaten adı inkılap yani adım adım değişim yerine birden bire ve köklü bir değişim.

Köklü değişim için hali hazırdaki kökleri söküp atmak gerekiyor; o da insanı çok yoruyor. Onları atabilme aşamasına gelmek süre istiyor ama o süre geçtikten sonra sonuç iki dakikalık iş. Bütün mesele bu. Kendi hayatımızdaki, değişim yaşadığımız dönemlere bakarsak bunun doğruluğunu kendi dünyamızdan tasdik ederiz.

Yıllar sonra imana gelen sahabeler ile ilk günde sahabe olanların arasındaki fark, bu işin karmaşıklığı esas alınırsa, açıklanamaz. Madem karmaşıktı da neden bazıları ilk günde sahabe oldular ya? Onların kafası diğerlerinden çok çalıştığı için mi yoksa diğerleri insandı bunlar insan üstü müydü? İkisi de değil. İlk halkadakilerin, kafalarında sokup atacakları kökler yoktu zaten; ya da hali hazırda çok zayıflamıştı. Yenisini görünce, hah işte buydu benim de aradığım deyip teslim oldular — diğerleri, kendi kökleri ile uğraşırlarken.

Hakkı tesbit “kılınçtan keskin ve kıldan ince” ama keşfeden için “varıp onun üstüne evler kurasim gelir” dedirtecek kadar da geniş. İman çok basit ama iman etmek zor iş. İşte bu sebepten.

Zafer – Bir fikri ya da önermeyi kısa, öz ve anlaşılır şekilde izah etmek yetenek ister ve bence kişinin konuya ne derece hakim olduğunun da ölçüsü sayılır. Kendini şartlandırmamış kimseye Allah’ın varlığı konusunda ikna edici deliller getirmek de kısa ve öz bir şekilde yapılabilir. Fakat konunun derinlemesine irdelenmesi ve hayatın da ona göre şekil alması bir ömür ister.

Dolayısıyla, eğer bir kimseye kısa ve öz bir şekilde bir konuyu anlatamadı isek, anlatmak istediğimiz şeyi ne kadar hazmettiğimize bir bakmamız gerekir. Ayrıca karşımızdaki insanın ihtiyacını da dikkate alıp almadığımıza bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Kabaca örnek vermek gerekirse, sanata meyilli bir insana “ressamsız resim olur mu”, edebiyatla ilgilenen birine ise “yazarsız kitap olur mu” demek gibi. ihtiyaç duyduğu delili gören insanın Hz. Musa karşısında imana gelen sihirbazlar gibi ikna olmaması için bir sebep yok. Hem imani bazdaki eksikliklerimizden, hem de insanlarla ilişkilerimizde çoğu zaman kendimize odaklandığımız için karşımızdaki insanın ne tip bir delile ihtiyaç duyduğunu görmemiz pek kolay olmuyor. Allah bu konudaki ihtiyacımızı artırsın.

Abdullah Berâ – Meselenin bir boyutu ehadiyyet-vahidiyyet meselesi. Resimsiz ressam olur mu meselesi olayın vahidiyyet boyutu. Kısa olan kısım bu. Bu galaksileri mutlaka yaratan bir Zatın olması lazım. “Ama şu an benim fiilimi yaratan da aynı Zat” meselesinin eğitimi uzun sürüyor. Yani anlık yaratılışı, kayyumiyeti anlamak ve kalbe indirmek bir ömür sürüyor ve hiç bitmiyor. “İmanınızı Lailahe illallah ile yenileyiniz” olayı da ehadiyyete bakıyor sanırım.

Peygamber Efendimiz (SAV) zamanındaki insanlara da kafir değil müşrik deniyordu. Gökteki bir yaratıcıya inanıyorlardı. Hz. Bilal (ra) kendisine işkence yapılırken (rivayet doğru ise) “Ehad! Ehad!” diye inliyordu. Bir çok sahabe için iman etmenin yıllar alması bu ehadiyyet meselesinin çözülmesinin ve anlaşılmasının belli bir tefekkür ve eğitime girmeyi gerektirmesinden. Biz ise doğuştan iman etmişiz! :). M. Ali Hocam, senin oğlana bir de ehadiyyet bağlamında bir soru sor bakalım ne diyecek :). Çocuklar insan fıtratının net olarak görüldüğü gözlem alanları sanki.

Kabul meselesinin bir başka boyutu da kibir, gurur vs. Kalbi bir yaratıcıya meyletse bile yanlış bir bakış açısıyla bakarak edinilen “kendisini kontrol edecek, emirler verecek, cehenneme atacak” bir yaratıcı fikrini insanlar kabul etmiyor.

Bir başka mesele de şu: İnsanlar şer problemini çözemiyorlar. Mesela çok sevdikleri bir çocuklarının ölmesini merhametsizlik olarak görüyorlar ve “sonsuz merhameti olan bir zat bunu yapamaz demek ki böyle bir zat yok” diyorlar. Kendi çocukları da olması gerekmiyor. Zamanında yanlış hatırlamıyorsam Portekiz’de bir deprem olmuş ve kiliselerde binlerce insan ölmüş. Bu olaya bakan bir çok insan inkara gitmiş.

İman ettik demek için bu meseleleri bizim de çözmemiz lazım. Bir yerde ölen insanları kalbimizin kabul etmemesi ya da itiraz etmesi karşısında “vardır Allah’ın bir bildiği” demenin pek bir hakikati yok. Bunu diyen insanın kendi başına böyle bir şey geldiği zaman belli oluyor o hikmeti ne kadar anladığı. Allah’ın Hakîm olmasını kainatı ve olayları bir tefekkür ve okuma ile kalbine indirmiş bir insanın hikmetini anlayamadığı bir hadise karşısında “vardır Allah’ın bir bildiği” demesi ise doğrudur. Tıpkı şu ana kadar hocasının çözdüğü bütün problemlerin çözümlerinin doğruluğunu kendisi de çözümü anlayarak tekrar ederek tasdik etmiş bir öğrencinin, çözümünü anlamadığı bir soru karşısında “hoca doğru çözmüştür” demesi gibi. Ama bunu dedikten sonra da çözümü anlamaya ve tasdik etmeye devam edecek tabii.

Bize düşen birilerini irşad etmek değil, kendimizi irşad etme faaliyetini başkalarıyla paylaşmak. Üstadın yaptığı gibi.

Evet, imani eğitim bir ömür istiyor. Ama bizim vazifemizi yapıp vazife ilahiyeye karışmamamız lazım. Karşımıza çıkacak bir insanla paylaşım yaparken onun hangi konumda hangi noktada vs. olduğunu bilmediğimiz için “bu iş çok vakit alacak böyle beş dakikada halledilmez”  demek yerine (böyle bir şey söylendi demek istemiyorum), bir hakikatin paylaşılması lazım.

Daha önce gönderilen M. Ali Hoca’nın emalindeki aşağıya da aldığım örnekte olduğu gibi.

Kıyamet koparken bile elinizdeki fidani dikin demek, Said Nursi’nin dediği gibi “Vazifeni yap; vazife-i İlahiyeye karışma” ya da “Siz ancak dua konumundasınız” yani “Duanız olmasaydı ne ehemmiyetiniz vardı?” gibi bir mesajı hatırlatarak bizim yaratmada hiç bir rolumuz olmadığını, bizim sadece sebeplere tevessül ederek sonuçları Allah’ın yaratmasının duasını ettiğimizi bize anlatır. Yani kulluğumuzun farkına vardırır.

Birisinden bahsetmişlerdi. Japonya’da (veya başka bir yerde tam hatırlamıyorum) bir Japon bu arkadaşa “islam nedir, bir iki cümleyle söyle” gibi bir soru sormuş. Yani bu Japonla sadece bir kaç dakikalık bir iletişim olacak. Siz olsanız nasıl bir cevap verirdiniz Ali abi? Herhalde sen bu eğitime bir gir bakalım yıllarca demezdiniz :). Bir şeyler söylerdiniz ve bu ne olurdu? Bu soru diğer grup üyelerine de açık tabii.

p.s. siz buna cevap verirseniz ben de arkadaşın cevabını söylerim. Japon’un hoşuna gitmiş bayağı cevap.

Erkan – İnsanlara tevhid ve Rububiyet hakikatını anlatırken bazen çok fazla detaylara girip çok fazla tekrar yapıyoruz biçiminde eleştirilerle ben de karşılaşıyorum. Zaten hiç bir şey kendi kendine olmaz ki diyor insanlar. Ama esas olan bundan sonrasıdır. Bu kendi kendine olamama hakikatını kabul eden bir insan hayatında nasıl bir değişikliğe gider veya gitmeli? Bu noktada insanlar kafa yormuyor. Hafızada var olan bir inanç bilgisi yeni yaklaşımları devre dışı bırakabiliyor. Bunu yaparken sen yeni bir şey söylemiyorsun yaklaşımı içinde oluyorlar. Bilinen şeyler dedikten sonra da tefekkür olayı gerçekleşmiyor. Ben şahsen ilk defa bu tahkik mesleğinden hakikatler ile karşılaştığımda ilk yaptığım veya yapmam gerektiğine inandığım şey mevcut kalıpları değiştirmek  gereğine ihtiyaç duymamdı. Bu noktada elimi taşın altına sokmam gerektiğine inandım. “Çünkü herkesin algılaması kendinedir. A şahsı veya  B şahsı nasıl algılarsa öyle anlatır. Önemli olan benim algılamamdır” deyip kendimde uygulamaya başladığımda gördüm ki olması gereken Allah her an beni görüyor, benimle ilgileniyor, beni yediriyor içiriyor kısacası her an beni yaratıyor. İşte şu an şu satırları düşünüp yazarken O yapıyor aslında diye düşündüğümde inanılmaz derecede huzur ve anlam buluyorum. İşte böyle tanımalıyız Allah ‘ı diye düşünüyorum. Bu sonuçlara varabilmek elbette birden ve hızlıca olmuyor. Emek istiyor, gerçekten ciddiyet istiyor. Dinamik bir tefekkür istiyor.

İşte tahkik mesleğinin en zor veya insanlarca en çok ihmal edilen aşaması budur. Yani kendi nefsinde imanı tatbik etme ameliyesine girmekte yavaş, isteksiz veya önyargılı olmaları sebebiyle sonraki aşamalara geçemiyorlar ve bu hakikatlerle karşılaştıklarında zaten biliyorum diyerek vicdanen tatmin olmaya çalışıyorlar diye düşünüyorum.

Ali – Çok güzel bir ortam. Ciddi ve saygılı. Allah hepinizden razı olsun. A. Berâ’nın  sorusunu ciddiye aldım ve düşündüm. Herhalde şöyle derdim: Akşam evine gittiğinde, yemeğini yedikten sonra şöyle bir aynaya dön ve aynada kendine bak. “Sen nesin be arkadaş?” diye sorabilirsen, alacağın cevap, “islam”dır: “Kendi gerçeğine teslim olmaktır.”

Bu arada, M. Ali hocama sesleniyorum: Sen tarihe geçecek bir adamsın şu cümlen ile: “İman çok basittir, inanmak zor.” Bu ne güzel bir özet! MashaAllah.

Abdullah Berâ – Ali abinin verdiği cevap islam kelimesinin anlamı ile daha çok örtüşüyor gibi. O arkadaş Peygamber Efendimize (asm) gelen ilk ayeti okumuş (ilk vahiyle gelen ayetler aşağıda). Bu Japon’un hoşuna gitmiş, yani aynı ayette yaratılıştan, Rububiyetten, tefekkürden bahsediyor. Metot öğretiyor.

Alak Suresi:

1. Yaratan Rabbinin adıyle oku.
2. O, insanı alaktan (embriyodan) yarattı.
3. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir.
4. O ki kalemle (yazmayı) öğretti.
5. İnsana bilmediğini öğretti.

Evet, Allah’ın adıyla oku demiyor. Rab kelimesini kullanıyor. Ve sadece Rabbinin adıyla oku demiyor. Yaratan sıfatını kullanıyor. Yani tefekkür et, gözlemle, yaratılışı gör, bu yaratılışın arkasındaki terbiyeye gir, yaratıcının kainatta tecelli eden isim ve sıfatlarını anla, kalbine indir. Bu iş için ilk olarak kendi yaratılışına bak. Ali abinin ifadesiyle “kendi gerçeğine teslim” yani müslüman ol.

Oku ki senin Rabbin cömert olandır. Yani seni var etmiş ve sonsuz nimetlerle donatmış, bu nimetleri algılayacak, fark edecek bir ‘şuur’ vermiş. Ama en önemlisi (en büyük cömertlik) kendisini tanıtması. Kainatı Hak ile, Hak isminin tecellisi ile, Yani Hakkı gösterecek şekilde yaratması. İnsana bilmediğini öğretmesi. Rububiyyetin tecellileri. Rabb’inin cömert olmasını öğrenmek ancak Rububiyyetin tecellisi ile mümkün olmaktır.

Risalelerden ilgili bazı alıntılar:

Ey hadsiz acz ve nihayetsiz fakr içinde yuvarlanan biçare insan! Rahmet ne kadar kıymettar bir vesile ve ne kadar makbul bir şefaatçi olduğunu bununla anla ki:

O rahmet, öyle bir Sultan-ı Zülcelâle vesiledir ki, yıldızlarla zerrat beraber olarak, kemâl-i intizam ve itaatle ordusunda hizmet ediyorlar. Ve o Zât-ı Zülcelâlin ve o Sultan-ı Ezel ve Ebedin istiğnâ-yı zâtîsi var. Ve istiğnâ-yı mutlak içindedir. Hiçbir cihetle kâinata ve mevcudata ihtiyacı olmayan bir Ganiyy-i Alel’ıtlaktır. Ve bütün kâinat taht-ı emir ve idaresinde ve heybet ve azameti altında nihayet itaatte, celâline karşı tezellüldedir.

İşte rahmet seni, ey insan, o Müstağnî-yi Alelıtlak’ın ve Sultan-ı Sermedînin huzuruna çıkarır ve Ona dost yapar ve Ona muhatap eder ve sevgili bir abd vaziyetini verir.

14. Lem’anın 2. Makamı

Üçüncü Sır

Şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşahede, rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcudatı ışıklandıran, bilbedâhe, yine rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacat içinde yuvarlanan mahlûkatı terbiye eden, bilbedâhe, yine rahmettir. Ve, bir ağacın bütün heyetiyle meyvesine müteveccih olduğu gibi, bütün kâinatı insana müteveccih eden ve her tarafta ona baktıran ve muavenetine koşturan, bilbedâhe, rahmettir. Ve bu hadsiz fezayı ve boş ve hâli âlemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşahede, rahmettir. Ve bu fâni insanı ebede namzet eden ve ezelî ve ebedî bir Zâta muhatap ve dost yapan, bilbedâhe, rahmettir.

Ey insan! Madem rahmet böyle kuvvetli ve cazibedar ve sevimli ve medetkâr bir hakikat-i mahbubedir. Bismillâhirrahmânirrahîm de, o hakikate yapış ve vahşet-i mutlakadan ve hadsiz ihtiyâcâtın elemlerinden kurtul. Ve o Sultan-ı Ezel ve Ebedin tahtına yanaş ve o rahmetin şefkatiyle ve şuââtıyla o Sultana muhatap ve halil ve dost ol.

Altıncı Sır

Ey hadsiz acz ve nihayetsiz fakr içinde yuvarlanan biçare insan! Rahmet ne kadar kıymettar bir vesile ve ne kadar makbul bir şefaatçi olduğunu bununla anla ki:

O rahmet, öyle bir Sultan-ı Zülcelâle vesiledir ki, yıldızlarla zerrat beraber olarak, kemâl-i intizam ve itaatle ordusunda hizmet ediyorlar. Ve o Zât-ı Zülcelâlin ve o Sultan-ı Ezel ve Ebedin istiğnâ-yı zâtîsi var. Ve istiğnâ-yı mutlak içindedir. Hiçbir cihetle kâinata ve mevcudata ihtiyacı olmayan bir Ganiyy-i Alel’ıtlaktır. Ve bütün kâinat taht-ı emir ve idaresinde ve heybet ve azameti altında nihayet itaatte, celâline karşı tezellüldedir.

İşte rahmet seni, ey insan, o Müstağnî-yi Alelıtlak’ın ve Sultan-ı Sermedînin huzuruna çıkarır ve Ona dost yapar ve Ona muhatap eder ve sevgili bir abd vaziyetini verir. Fakat nasıl sen güneşe yetişemiyorsun, çok uzaksın, hiçbir cihetle yanaşamıyorsun; fakat güneşin ziyası, güneşin aksini, cilvesini, senin aynan vasıtasıyla senin eline verir. Öyle de, o Zât-ı Akdese ve o Şems-i Ezel ve Ebede biz çendan nihayetsiz uzağız, yanaşamayız. Fakat Onun ziya-yı rahmeti Onu bize yakın ediyor.

İşte, ey insan! Bu rahmeti bulan, ebedî, tükenmez bir hazine-i nur buluyor. O hazineyi bulmanın çaresi, rahmetin en parlak bir misali ve mümessili ve o rahmetin en beliğ bir lisanı ve dellâlı olan ve Rahmeten li’l-Âlemîn ünvanıyla Kur’ân’da tesmiye edilen Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnetidir ve tebaiyetidir. Ve bu Rahmeten li’l-Âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesile ise, salâvattır.

Evet, salâvatın mânâsı rahmettir. Ve o zîhayat mücessem rahmete rahmet duası olan salâvat ise, o Rahmeten li’l-Âlemînin vüsulüne vesiledir. Öyleyse, sen salâvatı kendine, o Rahmeten li’l-Âlem-îne ulaşmak için vesile yap ve o zâtı da rahmet-i  Rahmân’a vesile ittihaz et. Umum ümmetin, Rahmeten li’l-Âlemîn olan Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında, hadsiz bir kesretle, rahmet mânâsıyla salâvat getirmeleri, rahmet ne kadar kıymettar bir hediye-i İlâhiye ve ne kadar geniş bir dairesi olduğunu parlak bir surette ispat eder.

Elhasıl: Hazine-i rahmetin en kıymettar pırlantası ve kapıcısı zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı dahi Bismillâhirrahmânirrahîm’dir. Ve en kolay bir anahtarı da salâvattır.

(bölümün sonundaki salavat)

Allahım! “Bismillâhirrahmânirrahîm”in hakkı için, âlemlere rahmet olarak gönderdiği zâta ve bütün âl ve ashabına, Senin rahmetine ve onun hürmetine yaraşır bir şekilde salât ve selâm et. Bize de, Senden gayrı, Senin mahlûkatından hiç kimsenin merhametine muhtaç olmayacağımız bir rahmetle merhamet et.

Kalemle yazmayı öğretmesi de insanın elde ettiği marifeti paylaşmasının gerekmesi ile mi ilgili acaba?

Ali – Teşekkürler. Risaleden aldığınız bölüm çok güzel. Üzerinde çok düşünerek okumak lazım. Rahmetten, sünnete ittibaya ve oradan da salavata geçişi, salavatı Rahmet olarak anlamlandırması çok ilginç. “Alemlere rahmet” olarak gönderilen Zata (asvs) rahmet diliyoruz!  Ne kadar ilginç! Ne demek acaba? Tefekkür edince Risalelerin tadı bir başka oluyor. Allah razı olsun.

Ayette, “kalem ile yazmayı öğretti” demiyor. “O, kalem ile öğretti” diyor. Çok fark var.

Genellikle insanlar “kalemle öğretti” deyince, kendi kafalarındaki, “n’olacak öğretse öğretse yazmayı öğretmiştir. Kalem yazmaya yarar.” diye bildikleri için, böyle bir sonucu sanki ayetin parçası imiş gibi koyuveriyorlar.

Takip eden ayette ise, “İnsana bilmediğini öğretti” açıklaması gelince, yazmakla hiçbir ilgisi olmadığı daha da bir açıkça ortaya çıkıveriyor.

Risalelerdeki “kalem-i kader-i kudret” ifadesini ben, acizane bu ayette bahsi geçen “kalem” olarak anlıyorum. Kudretin sonsuz tecellileri, İlm-i Ezeli’nin takdiri (kader) ile tecelli ediyor ve insana o bilemiyeceği, gaybi olan, mutlak olan Rabbını öğretiyor. Şu kainat bir kalem ile yazılan anlamlı bir yazıdır (tecellidir) ki gaybdan haber veriyor. İnsana bilmediğini, kendine verilen kabileyetler ile bilemeyeceği alemi öğretiyor.

Şimdi kimse artık kalem de kullanmıyor, belki klavye bile tarihe karışacak. Yalnızca “SÖZ”, “Word”, “LOGOS” konuşacak.

Ne kadar anlamlı değil mi, “KAİNAT, BİR TEKELLUM-U EZELİDİR”, Yaradanının bize Kendisini tanıtması için yaptığı EZELİ KONUŞMASIDIR!

Risalelerin perspektifi çok farklı, mashaAllah!!

Rabbimiz faydalanmak nasip etsin, kalbimizi tahkik-i imanın nuruyla nurlandırsın, inshaAllah.

Allahü a’lam.

Mehmet Ali – Wow, süper kaliteli paylaşımlar oluyor bu başlık altında… Ne de olsa işi bilen insanların hali başka canım! :)) Allah razı olsun. Şahsen güzel noktalar öğrendim yazdıklarınızdan.

Şöyle bir özet halinde üzerinden geçeyim:

Seyma hanımın sorusu güzeldi en başta: “Siz bir iki cümle ile Allah’ı isbat edebilir misiniz?”

Basit bir soruymuş gibi görünmesine rağmen, üzerinde durmaya değer bir hakikati gündeme getiriyor. İman basit mi değil mi? Ben kendi açımdan bir örnek getirdim buna. Hem basit, hem de basit değil diyerek ve de Ali hocamın da tasdikiyle tarihe geçtik elhamdüllillah. :)

Tarihe geçecek başka laflarım da var hocam; şöyle ki  “You can transfer information but not knowledge; for the latter is the end product that needs to be acquired through personal endeavor, which is always unique to the individual in question.” Nasıl ama? :))

Bu tesbitteki gerçeğin de konumuz ile alakası var da o yüzden aktardım. İman bilgi cinsinden olmadığı için, bilgisi basit ama edinmesi zaman istiyor.

Ali hocanın şu tesbiti çok hoşuma gitti: Musluk tamirini bile öğrenmek zaman istiyor; imanı o kadar kolay bekleme… Doğru… Çünkü iman, bir kabiliyetin geliştirilmesidir. Topu topu sekiz müzik notası var ama onlardan çıkan müzik eserlerinin sayısı sonsuza uzanıyor. Notaları bilmek insanı Mozart yapmıyor aynen yemek pişirmeyi öğrenen herkesin birden bire bir Fransız şefi olamaması gibi.

Herkes Allah bir diyor demesine de, arada kalite farkı var. Yani bu iş, kemiyet değil keyfiyet meselesi. Peygamber de La ilahe illa Allah dedi; ben de aynı cümleyi söylüyorum.Yani ağzımızdan çıkan kelime ve harf sayısı eşit olmasına rağmen arada dağlar kadar fark var. O fark nerede? İşte iman orada gizli.

Peygamber de sabah namazının farzını iki rekat kılıyor; ben de… Ama “çarpan”larımız farklı –hani şu matematikte çarpan sayısı gibi. Ben kıldığım iki rekatı belki iki ile çarpıyorum temelindeki imanı perspektiften dolayı ama O, bin belki onbin ile çarpıyor. İman var; iman var.

Tabii böyle bir fark var diye de, ye’se de düşmemek lazım çünkü — hazır olun yine atasözü gibi bir laf edeceğim — sonsuzun en küçük bir parçası sonlunun en büyük parçasından daha büyüktür. Dolayısı ile iman sonsuza baktığı ve sonsuzda meyve verdiği için, küçük de olsa bizim bu alemde tahayyül edeceğimizden çok daha fazla anlamları haizdir.

Zafer’in mesajındaki nokta da çok harika: “Eğer birisine bir şeyi öz bir şekilde anlatamıyorsak, onu biz hazmedememiş olabiliriz.” Mükemmel bir tesbit.

Üstad’ın, mürşid koyun gibi olup süt vermeli dediği yeri hatırlattı bu bana. Yani karmaşık meseleleri öyle bir yoğuracaksın ki kendi dünyanda ilk önce, daha sonra onu ifade ettiğinde karşıdaki adam onu süt gibi kolayca yutup içiverecek. Aynen mesela, Nursi’in kader risalesinde yaptığı gibi. Yüzyıllarca alimleri meşgul etmiş olan bir meseleyi, iki örnekte hallediveriyor. Bize hazmedilmiş süt veriyor; biz de içince, kolay bir şey zannediyoruz onu.

da Vinci’nin bir lafı var : “Simplicity is the ultimate sophistication” diye… Aynen onun gibi. Basit olarak anlatamamışsan bir meseleyi, onu sen anlamamışsındır yeterince…

Seyma hanımın devamında sorduğu soru da çok güzel yine: “Resimdeki ressam örneği, yemekteki aşçı örneği neden her zaman insanların -yaratıcıyı göremeyen ya da direkt inkar edenlerin- kafalarında şekillenmiyor?”

Çünkü herkesin kafası farklı çalışıyor; soruyu farklı kontekstlerde düşünüyorlar. Birisine, ressam örneği mantıklı gelirken, diğerine gelmiyor. O yüzden, karşıdaki kişinin problem yaşadığı noktalara hitaben cevap vermek gerekiyor.

Her problemin yeni bir formüle ihtiyaç duyması gibi tek bir formül tüm problemleri çözmüyor ama her doğru formülün altında aynı mantık yatıyor; o da, A. Berâ’nın dediği gibi, vahidiyyet ve daha da önemlisi ehadiyyet sırrı. Yani her cüzde Yaratıcıyı tesbit edebilme yaklaşımı.

Bu yaklaşım üzerine oturtulduktan sonra, farklı formüller geliştirilebilir ihtiyaca göre. Ama temel aynı. (Risale’den başka eser okumayın şeklinde ifade edilen tesbitin altında da bu espri yatar; Risale’de verilen ehadiyyet temelinden farklı bir yerlere götürmeyin işi şeklindedir oradaki mana; yoksa başka kitap okumayın demek değildir o.)

Yani temel aynı; ama üzerine insan edilecek binalar farklı olabilir. Değilse, herkesi tek tip binada yaşamaya mahkum ederiz ki bu da fıtrata ve hikmete aykırıdır. O yüzden, temeli Risaleden yani Kur’andan alacağız, onun üzerine biz ihtiyacımıza ve karşılaştığımız örneklere uygun argüman geliştireceğiz. Nurcuların bir türlü anlayamadıkları nokta da bu. Şöyle bir açılım getirsek diyorsunuz, olmaz Risalenin dışına çıkmaya cevaz yok diyorlar…

Bir başka hoşuma giden nokta da A. Berâ’nın bahsettiği şer meselesi. Her meselenin farklı boyutları ve farklı seviyeleri olur ya; onun gibi, biz temelde bazı terimleri anlasak da bu şer meselesinin köküne ulaşıp halledemediğimizi düşünüyorum. Bir boyutunu halletsek daha sonra başka bir boyutu çıkıyor karşımıza… Hazmetmesi zaman istiyor.

Bu tür konularda takılmamızın büyük bir sebebi de şu diye hissediyorum, biz Allah var desek de genelde gayet seküler bir günlük hayat yaşıyoruz. Hayatın her ögesini imanı boyuttan anlamaya çalışma alışkanlığımız yok pek. İşler iyi gidiyorsa örneğin, Allah’ı camiye hapsediyoruz ama karşımıza şer çıkınca Allah bunu neden verdi ki diye sorgulamaya başlıyoruz. Asıl mesele her an Allah’ın mülkünde yaşadığımızı kendimize anlatabilmek.

Şöyle bir örnek aklıma geldi, her işimizden önce besmele çekmeyi alışkanlık haline getirmemiz güzel de, neden besmele çektiğimizin gerçekten farkında değiliz genelde. Besmele, şu yapacağım işi, atacağım adımı bir Yaratıcı var bilinci ile yapacağımı kendi kendimize hatırlatmak içindir ya da en azından o amaçla olmalı. Bize bu  tür bir bilinçle hareket etmemiz gerektiğinin hatırlatıcısıdır; ama biz başta öyle bir bilinci elde edememişiz ki, neyi hatırlayalım?

Sabah araba çalıştırırken, besmele çekmemiz tamamiyle düşünmeksizin yapılan bir alışkanlık–özellikle de arabada bir sorun yoksa. Yani araba çalışıyorsa ve iyi durumdaysa, besmele çekip devam ediyoruz. Dindarız ya. Besmele ile başlarız işimize..

Ama arabada bir bozukluk varsa, besmele çekişimiz biraz daha ihlaslı oluyor gibi, hani Allah’tan yardım istiyoruz çalışsın diye. Ben şuna benzetiyorum bunu: araba normal çalışırken besmele çeksek dahi Allah’a o kadar yönelmiyoruz çünkü arabanın çalışması nasıl olsa garanti. O çalışmayı Allah’a vermek biraz zor; çünkü araba kendi kendine çalışıyor işte canım. Allah’a ne gerek var?

Ama çalışmada problem varsa eğer, hadi hocam şuna bir el atıver gibi bir anlayışla  besmele çekiyoruz. Yani aslında normal çalışsa yardım istemezdim ama şimdi çalışmayacağı tuttuğu için Allah’im şuna bir el atıver bir zahmet tarzında bir yaklaşımımız var. Şerre yaklaşımımız bu bizim. İşler güzel iken Allah’ı tatile çıkarıyoruz, işler iyi gitmeyince, gel de açıkla bunu şimdi?

Erkan çok güzel bir noktayı gündeme taşımış; o da şu: insanlar bize bu işi çok karmaşıklaştırıyorsunuz diyorlar. Evet doğru. Bunu ben de yaşadım. Bizim bahsini ettiğimiz  iman eğitimi metoduna karşı iki büyük itiraz gördüm bugüne kadar. Bunlardan bir tanesi, Erkan’ın dediği gibi, felsefe yapıyorsunuz diyorlar. Yani basit bir şeyi iyice karmaşıklaştırıyorsunuz demek bu onların dünyalarında. İkinci itiraz çeşidi de şu: biz zaten müslümanız, neden bunları bize anlatıyorsun ki? Biz iman etmedik mi yani şimdi? İtirazların toplandığı iki ana başlık hep bunlar veya bunların türevleri.

Karmaşıklaştırma meselesinde şöyle haklı bir taraf var. Risalelerde bahsedilen cevaplar, çok karmaşık soruların cevapları aslında. Üstad onların adlarını söylemiyor açık açık ama o cevapları verilen sorular tarihteki bir çok sapık ekolde ifade edilen problemler. O soruları hiç hayatında düşünmemiş birisi için bunlar çok ekstra geliyor. Benim kafamda böyle bir problem yok ki, neden bunları bana anlatıyorsun diyorlar.

Hem haklılar hem değil. Haklı oldukları kısım, düşünmedikleri soruların cevaplarını vermeye çalışıyoruz biz onlara. Haklı değil kısmı da şu: Ali hocanın dediği gibi, bir musluk tamiri için bile kafa yoruyorsun; bu soruları düşünmemişsen o senin tembelliğin, düşün.

Bu düşünce ziyafeti için katılanlara teşekkürler.

Bugün atasözlerinden gidiyoruz madem; bir Zen atasözü ile bitirelim: “Where there is great doubt, there will be great awakening; small doubt, small awakening, no doubt, no awakening.”

A. Berâ – Arabada besmele çekme meselesi ile ilgili iki ayet:

İsra, 17:67 – Denizde size bir sıkıntı (boğulma korkusu) dokunduğu zaman O’ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolur (artık o zaman, Allah’tan başka kimseden yardım istemezsiniz. Çünkü O’ndan başka sizi kurtaracak kimse yoktur). Fakat (O) sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine (Allah’ı bir tanımaktan) yüz çevirirsiniz. Gerçekten insan nankördür.

Zümer, 39:8 – İnsana bir zarar dokundu mu, hemen içtenlikle Rabbine yönelerek O’na du’a eder. Sonra (Rabbi) ona kendisinden bir ni’met verdi mi; önceden O’na yalvarmakta olduğunu unutur da, O’nun yolundan saptırmak için Allah’a eşler koşmağa başlar. De ki: “Küfrünle azıcık yaşa, sen ateş halkındansın!”

Şeyma – “Eğer birisine bir şeyi öz bir şekilde anlatamıyorsak, onu biz hazmedememiş olabiliriz.” tesbiti ile ilgili Şualar’dan bir yer paylasmak istiyorum.

Evet, nasıl bir yerden bir yere giden yolların ve bir noktadan uzak bir noktaya çekilen hatların en kısası ise, en doğrusudur ve müstakimidir; aynen öyle de, maneviyatta ve manevi yollarda ve kalbi mesleklerde en doğrusu, en müstakimi ise, en kısa ve en kolayıdır. Mesela, Risale-i Nurda bütün muvazeneler ve küfür ve İmân yollarının mukayeseleri kati gösteriyor ki, İmân ve Tevhid yolu gayet kısa ve doğru ve müstakim ve kolaydır; ve küfür ve inkar yolları gayet uzun ve müşkülatlı ve tehlikelidir.

Demek, bu istikametli ve hikmetli ve herşeyde en kısa ve kolay yolda sevk edilen bu kâinatta, elbette şirk ve küfrün hakikatleri olamaz ve İmân ve Tevhidin hakikatleri bu kâinata güneş gibi lazım ve vacibdir.

http://www.risaleara.com/oku.asp?id=2170

Zafer – Allah razı olsun besmele örneği hakkında… Nasıl ki yağmur duasına yağmur yağsın diye değil de, kulluğun o şeklinin yaşanmasının zamanı geldiği için çıkılır.  Şoför koltuğuna oturduğumuz anı da “yola çıkıp işimize bakma” vakti değil de, aslında aczimizin farkına varmanın zamanı olduğunu görebilmeyi ve o şekilde değerlendirebilmeyi Rabbimiz bizlere nasip etsin.  Ve hakeza hayattaki diğer haller de buna kıyas edilebilir.

Erkan – Malumunuz Matematik ile meşgul olduğumuzdan hakikatler bu yüzüyle bize daha tanıdık geliyor. İki nokta arasındaki en kısa mesafe düz ve doğru bir çizgidir. İki noktadan yalnız bir ama bir tane doğru geçer. Bu iki cümleyi geometride mütearife yani aksiyom (axiom) olarak öğretiriz. Bunun iman ve küfür ile alakası şudur:

Dünya ve Ahiret iki nokta olarak alınırsa bu iki nokta arasındaki en kısa ve doğru mesafe iman yani sırat-ı müstakiym, bunun dışındaki yollar küfür olarak adlandırılabilir. Gerçekten de iki nokta arasında sonsuz sayıda bağlantı kurabilirsiniz. Ama bu bağlantıların en önemli özellikleri iki noktayı bağlıyor olmalarına rağmen eğri olmalarıdır. Çünkü düz olan bir tek çizgiden söz edilebilir. Bu da iman billahtir. Sonuçta mü’min de kafir de teslim-i ruh eylemekle varış noktasına geliyorlar. Biri en kısa ve doğru yoldan, diğer de en dolambaçlı ve yanlış yoldan yolculuğunu sona erdiriyor. Tercih ettikleri güzergâhtan kendileri sorumludur.

Katılanlar: Şeyma, Ali Mermer, Mehmet Ali Akgün, Zafer Özdemir, Abdullah Berâ, Erkan Göktaş

Yazar hakkında

Müzakereler

Çeşitli imani konular üzerine yapılan e-posta yazışmaları Müzakereler kullanıcı ismiyle yayınlanmaktadır.

Yorum yazın

2 Yorum