Bu gibi soruları insan olarak soruyor, cevaplarını merak ediyoruz. Zira her şeyden önce biz “kendimiz” olarak zamanın içindeyiz, sürekli olarak geleceğe doğru yolculuk halindeyiz ve kendi geleceğimizi bilmek ve öğrenmek istiyoruz!
Bu sorulara sağlıklı olarak cevap vermek için bir noktanın altını çizmek gerekiyor: Biz dünya şartlarında yaşıyor, zaman ve mekânı bu şartlar altında idrak ediyoruz. Dolayısıyla bizim konuşmalarımız kaçınılmaz olarak bu dünya hayatının şartlarında olacaktır. Aksi halde konuşamayız.
Bu dünya şartlarında var olan, daha doğrusu var edilen ‘ben’, zamanla ilişkili olarak “dün, bugün, yarın” gibi geçmiş, hâl ve gelecek ifade eden kelimeler kullanıyorum. Fakat bir ikinci yaratılıştan, yani bu dünya şartlarında “öldükten” sonrası için, yine bu dünya şartlarındaki günlük dilimde elbette “gelecekte” demek zorundayım.
İnsan, kendisindeki “ebed” ihtiyacını, zaman ve mekân itibariyle bu dünya şartlarında karşılayamıyor. Biz, bu dünyadaki yaratılış ile yeni, sonsuz yaratılışı birebir kıyas edemeyiz. Bu iki yaratılış türünü, birbirleri ile aynı, birbirinin tıpkısı gibi hayal edemeyiz. Çünkü bu dünya ebedi değil (Yeni yaratılışın sonsuzluk boyutu içereceğinin delilini şimdilik konuşmuyoruz; aşağıda işaret edilecek). Bunu açık olarak görüyor ve biliyoruz!
Bu dünyadaki yaratılış biçiminin benim için en önemli yönü, gelecekten daha çok geçmiş olmalıdır ve “dün, geçti, geçmiş” gibi kavramların ne demeye geldiğini irdelemem gerekir. İnsan bu dünyada bir varlığı ancak zıddı ile kıyaslayarak düşünebilir. Zıddı ile kıyaslamadan bir şeyin varlığını bile konu edinemeyeceğimizi biliyoruz. Basit örneği ile ışık olmazsa karanlıktan bahsedemeyiz. Karanlık olmazsa ışığın varlığından haberimiz bile olmaz. Bu yaratılışın düzeni böyle. Biz kendimizi bu şekildeki yaratılış şartlarına tam tamına uygun, ayarlanmış buluyoruz. Onun için de yaratılış şartlarımızı soru haline getirip, üzerinde düşünmeyince, içinde kendimizi yaratılmış bulduğumuz bu şartlardan haberimiz bile olmadan yaşayıp gidiyoruz. Sormak gerekiyor!
Ancak bu dünyadaki algıladığımız “dün, geçmiş, mazi” gibi kavramların ne demek olduğunu sorguladığımız zaman garip bir durum çıkıyor karşımıza: Gerçekten “dün” dediğim nedir? Nereye gitti? Ben her an “dünü” yaşıyorum. Varlığımı algıladığım anda zaman denilen şeyin “an”ı elimden kayıveriyor. “Varım/var edildim” dediğim anda, o varlığına hükmettiğim mevcudiyetim gitti gibi algılıyorum. Onun için “geçmiş zaman” dediğimiz kipi kullandığımızda neyi kastettiğimizi sorgulamamız gerekiyor. Böylece “geçmiş veya gelecek zaman” algılamasının söz konusu olmadığı bir yaratılışın gerçekliğinden nasıl emin olabiliriz, sorusuyla karşılaşırız. Neden “dün, bugün, yarın” gibi kavramların neyi ifade ettiklerini düşünmek zorundayım? Çünkü sonsuzun geçmişi, şimdisi, geleceği olmaz! Bu noktayı insan, bu dünya şartlarında, mantıken anlayabiliyor. Fakat böyle bir varlık türünü fiziksel olarak tecrübe etmemiz mümkün değil. Şu andaki varlık şartlarımda “sonsuzu” deneyimlemem mümkün değil, bunu beklemiyorum da. Biliyorum ki bu dünyadaki yaratılış türünde sonsuzluk yok.
Bu dünya şartlarında “geleceği” düşündüğümde, şu veya bu şekilde açıkladığım/algıladığım varlık âleminin “varlığının devamını” kastediyorum. “Şimdiki anımı” düşündüğümde, şu deneyimlediğim varlığımı kastediyorum, her ne kadar elimde tutamıyorsam da. “Varım” dediğim anda elimden gidiyor, yenisi varlık âlemine geliyor/getiriliyor. Bu kesintisiz varoluş ve zaman farklılığı insanı ister istemez, “bunlar neyin nesidirler?” sorusuyla baş başa bırakıyor. Evet, bunları yaşıyorum, deneyimliyorum; sonsuz değiller ama neyin nesiler? Neyi ifade ediyorlar benim için?
Bu bağlamda anlaşılması en gizemli kavram “dün” yani “geçmiş”. Ne oldu şimdi geçmişe? Nereye gitti? “Var olan bir şeyin yok olmadığı” bir düzen içinde var ediliyorum. (Unutmayalım, şu andaki varlığımın “yok” olacağını hiçbir kaynak savunmuyor.) “Kutsal” dediğimiz kaynaklar da “yokluk yoktur, yalnızca bir değişim vardır, geçici bir yaratılış türünden geçiciliği olmayan bir yaratılış, varoluş biçimine geçirileceksiniz” haberiyle konuşuyor. Mesela, hatırlayalım ve üzerinde düşünelim şu ayeti: “O gün yer, başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülür…” (14: 48) Öyle ya, her an bir başka benzeri ve fakat aynı olmayan bir yer ve gökten oluşan varlık âleminde kendimizi buluyor, deneyimliyoruz. Yani, her hal ü karda yokluk yoktur. Bu gerçeği algılıyoruz bu dünyada. Önemli olan bu noktayı unutmadan, “peki öyleyse, geçmiş dediğimiz varlığa ne oldu”, sorusuna, “yok oldu” şeklinde cevap vermemizin çelişkili sonuç olduğunu göz önünde bulundurmamızdır.
Bu son derece ilginç noktada, “dün”ün ne olduğu hakkında Risale-i Nurlar imdadımıza yetişiyor: “Sonsuz yaratılış âlemine dökülüyor”. Şimdi bir problem daha çıktı: “Nerede bu sonsuz yaratılış?” Eh, kabul etmemiz gerekir ki, biz bu dünya şartlarında “sonsuz”u algılayamayacak şekilde var edilmişiz. Fakat insan mantığı sonsuzun varlığını, daha doğrusu olması gerektiğini anlayabiliyor. Bu nedenden olsa gerek, yaratılışa inanmayıp da evreni “sonsuz var, her zaman vardı ve var olmayaca devam edecek” şeklinde açıklayanlar da bu sonuca katılmak zorundadırlar. Öyleyse bu dünyada yaratılmışlığa inanan da inanmayan da, matematikçiler de, fizikçiler de bir tür “sonsuz” kavramının olması gerektiğinde oybirliğine ulaşıyorlar.
Sonuç olarak, “geçmiş” zamanda var olan varlıklar için, yok olamayacaklarına göre “şimdi onlara ne oldu?” diye sorarız. Bu insanî soruya ancak “evrenin ve insanın Yaratıcısı” bir cevap verebilir benim kanaatime göre. İnsan da bu cevabı bu dünya şartlarında onaylayabilmelidir. “Evrenin Yaratıcısının konuşmasıyım” diye karşımıza çıkan Kur’an, şu anda “geçmiş” dediğimiz varlıkların, bir “dönüşüme” tabi kılındığını söylüyor: “O gün yer, başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülür…” (14: 48). Burası çok önemli. Çünkü başka bir izah insan mantığıyla çelişiyor. Unutmayalım “yok oldular” diyemeyiz; yokluk, yoktur! Dönüşümün kesintisizliği bazen radikal bir şekilde oluyor. Bir ağaç çekirdek halinden büyütülerek yeniden bir varlık verildiği gibi, ölüm dediğimiz bir dönüşüm halinde de ölü dediğimiz yeni bir halde varlığı devam ettiriliyor. Her varlık bu değişim sürecinde ölüme tabi kılınıyor. Canlılar ölüyor, galaksiler ölüyor, böylece evrenin de tümden öleceğini haber veriyorlar.
Evet, dikkat ediyoruz ki, “geleceğin” ne olup olmadığını sorgulamak yerine, önce, “geçmiş”in ne olup olmadığını sorguladığımızda, kendimizi “sonsuz bir varlık âleminin zorunlu olarak var olması gerektiğini onaylamak” zorunda buluyoruz. Yokluğa gidemediklerine göre, varlıkta kalıyorlar demektir. Fakat bu geçici, sürekli değişen/değiştirilen özellikteki varlık âleminin içinde bu “geçmiş” dediğimiz varlıklar görünmediğine göre, bunların başka bir varlık biçimine dönüştürülüyor olması gerektiğini mantıken reddedemeyiz.
Şu içinde bulunduğum varlıklar sürekli olarak sonsuz varlık âlemine dökülüyor.
Uzatmak zorunda kaldığımın farkındayım, fakat ancak şimdi çok önemli bir sonuca ulaştık: Geçmiş sonsuz varlık âlemine dönüştürülüyor olmalı. Benim kişisel olarak ulaştığım son nokta burası oldu: Benim gözlemlediğim, şu içinde bulunduğum varlıklar sürekli olarak sonsuz varlık âlemine dökülüyor. Bu kavramı ve muhakemeyi Risale-i Nur’a borçluyum.1Risale-i Nur müellifine Yaratıcımız sonsuz âlemde sonsuz rahmetiyle muamele etsin! Âmin. Ne zaman bir konuda çıkmaza düşsem, Kur’an’ı gereği gibi anlayıp, kolayca anlaşılabilir şekilde sunan bu kaynak imdadıma yetişiveriyor. Nasıl müteşekkir olmayayım?
“Hadsiz âlem-i misal gibi gayet geniş âlem-i melekût ve gayr-i mahdut sair uhrevî âlemlere birer mahsulât veya tezyinat veya levazımat gibi onlara münasip şeyleri yetiştirmek için, şu dâr mezraa-i dünyada, zemin yüzünün destgâhında ve tarlasında, Hakîm-i Zülcelâl, zerrâtı tahrik edip kâinatı seyyale ve mevcudatı seyyare ederek, şu küçük zeminde o pek büyük âlemlere pek çok mahsulât-i mâneviye yetiştiriyor. Nihayetsiz hazine-i kudretinden nihayetsiz bir seyli dünyadan akıttırıp âlem-i gayba ve bir kısmını âhiret âlemlerine döküyor” (Otuzuncu Söz, 2. Maksad, 1. Nokta, 2. Mebhas).
Aynı kaynaktan diğer bir iktibas:
“Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki, içinde iki unsur var ki her tarafa uzanmış kök atmış: Hayır-ser, güzel-çirkin, nef’-zarar, kemâl-noksan, ziya-zulmet, hidayet-dalalet, nur-nar, iman-küfür, taat-isyan, havf-muhabbet gibi âsarlarıyla, meyveleriyle, şu kâinatta ezdad birbiriyle çarpışıyor, daima tağayyur ve tebeddulâta mazhar oluyor. Başka bir âlemin mahsulâtının destgâhı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette, o iki unsurun birbirine zıt olan dalları ve neticeleri ebede gidecek, temerküz edip birbirinden ayrılacak, o vakit Cennet-Cehennem suretinde tezahür edecektir” (Yirmi Dokuzuncu Söz, 2. Maksad, 3. Esas, 3. Mesele).
Yine aynı kaynaktan başka bir iktibas:
“Madem âlem-i bekà, şu âlem-i fenâdan yapılacaktır. Elbette, anâsır-ı esasiyesi bekaya ve ebede gidecektir. Evet, Cennet-Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu şeyl-i şuûnâtın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın iki havuzudur…” (Yirmi Dokuzuncu Söz, 2. Maksad, 4. Esas, 3. Mesele).
İşte sonsuz bir yaratılışın olması zorunluluğu sonucunu, ancak “geçmiş”i sorguladığımız zaman onaylayabiliyoruz. Bu konunun daha çok uzantıları var ve olmalı. Hayatımızı ilgilendiren bir konu! Geleceğe mi hazırlanmak istiyoruz? Ölümden sonraki hayatı mı sorguluyoruz? Çare, bugün nasıl bir anlayışla yaşadım ki, bugün “dün” olunca o anlayışım sonsuz âleme dökülüyor veya Kur’anî ifadesiyle, “dönüştürülüyor”. Yani, sonsuz ile çarpılıyor. Sonsuza giden ancak sonsuz ile çarpılarak ifade edilebilir bu dünya şartlarında. Hangi rakamı veya değeri sonsuz ile çarparsanız, sonuç sonsuz olur.
Böyle düşününce, bırakalım gelecek endişemizi de, geçmişe ne gönderdiğimize bakalım demek geçiyor insanın aklından. Durum çok ciddi! Yaptıklarımız için “ileride” ödül veya ceza” beklemek yerine, yaptıklarımızın o anda sonsuza dönüştürüldüğünün bilinciyle şu anıma dikkat etmem, şu anımı iyi değerlendirmem gerekiyor!
Demek ki “bu âlemin şartlarından ayrılma ile karşı karşıya kalınan gerçekliğin “gelecekte” olduğunu bilmek, söylemek ve ona göre yaşamak ne kadar doğru” sorusunun cevabı meğerse “geçmişte” imiş.
Öyleyse “anı yaşamak”tan başka çaremiz yok. Çok geniş anlamıyla, bugün nasıl yaşadım ise, ebedi varlığımın temel taşlarını bugünkü hayat anlayışım ve yaşayış tarzım oluşturuyor! Bunu bilerek ve dikkate alarak yaşamam gerekiyor!
İlgili Yazılar:
Allah razı olsun, böyle önemli ve derin bir meseleyi gayet açık bir şekilde ifade etmişsiniz.
Yazdıklarınız Risale-i Nur’da 9. Şuada şu ifadeleri bana çağrıştırdı:
“Hem madem bahar faslında zeminin dar sahifesinde hatasız yüz bin kitabı birbiri içinde yazan bir kalem-i kudret gözümüz önünde yorulmadan işliyor. Ve o kalem sahibi yüz bin defa ahd ve vaad etmiş ki: ‘Bu dar yerde ve karışık ve birbiri içinde yazılan bahar kitabından daha kolay olarak geniş bir yerde güzel ve lâyemut bir kitabı yazacağım ve size okutturacağım.’ diye bütün fermanlarda o kitaptan bahsediyor. Elbette ve herhalde o kitabın aslı yazılmış ve haşir ve neşir ile hâşiyeleri de yazılacak ve umumun defter-i a’malleri onda kaydedilecek.”
Şualar – 185