Usûle Dair

Destinin Kapağını Açmak

Destinin Kapağını Açmak | Ha-Mim

Her ne zaman Yunus Emre’den bir parça okusam, “Bu zat müceddid olmalı” diyesim gelir.

İşte bir hakikat incisi daha Yunus Emre’den:

“Bir pınarın yanına

Kapalı desti kona

Kırk yıl orda dura

Kendi dolası değil.” Yunus Emre

Kur’an’ın bütün mucizeliğine rağmen bazıları o “pınar”ın yanında, hatta içinde iken neden dolmadıklarını güzelce ifade ediyor: “Destinin kapağı kapalı!”

Başkalarının hatasını görmek çok kolaydır. Yaratıcımız bize öyle bir göz vermiş ki, kendisini görmüyor da, karşısındakileri görüyor. Fakat, feraset diye bir şey var, kendimize de bakmaya yardımcı oluyor:

“O mahiler ki derya içeru, deryayı bilmezler.”

Balık denizin içinde olur ama denizi bilmez. İnsan için de böyle bir durum söz konusu olabilir. Pet şişelerin denizin yüzünde “dalgalara kendilerin kaptırarak hareket ettiklerini” gördükçe içim kararırdı. Su kabı ama, maalesef ağzı kapalı olduğu için koca deryadan hiçbir damlayı alıp içine koyamayacak ve faydalanamayacak diye. Denizde olmak değildir önemli olan, kapağını açmaktır önemli olan. Değilse, hep dalgalara kendini kaptırarak başkalarının elinde oynar dururuz. Çünkü içimiz boş! Denizdeyiz diye tutturup yaşayıp gitmek marifet değildir.

İnsan zafiyetidir: İnsan, bir tarafgirliğe kapılmaya görsün, artık herşeyi kendi açısından görmeye devam eder de kendisini hiç görmez. Özellikle çok dikkatli bir şekilde tahlil edilerek ulaşılması gereken “inanç” ile ilgili konularda, eğer bir kişi kendisini tam emniyette hissetmezse hep tetikte durur. Söylenilenin hak olup olmadığından daha çok, söylenilenin kendisinin “taraftar” olduğu düşünce veya inancın “övüldüğünü” mü, yoksa “yerildiğini” mi dikkate alır.

Kim Muhammed asvs’i överse çok teşvik görmesi, ama “Muhammed asvs’in pergamberliğinin nasıl anlaşılması gerektiği”ni açıklamaya çalışan bir kaynağın ise, peşinen tutturup, “O bizim sevgili Peygamberimizdir,” deyip geçiştiren kişiler için pek de rağbet görmemesinin temelinde böylesi faktörler yatar. Eğer inandığımı söylediğim şeyin gerçekliğinden emin değilsem, o şeyin övülmesinden memnun olurum. Eğer o inandığımı söylediğim şey, benim için gerçek olduğundan eminsem, överek konuşan bir kişiden rahatsız olurum: “Kardeşim, bırak övmeyi, bana neden inandığını anlat ki, ben de tatmin oluyum,” diye itiraz duygularım gelişir.

Böylesi bir durumda İngilizce bir deyim aklıma gelir:

“You can lead a horse to water, but you can’t make him drink.” (Bir atı su yalağına götürebilirsin, fakat ona suyu içirtemezsin – atın kendisi istemedikçe.) Kapağı açmak şart. Yani susuz olduğumuzu kabul etmek şart!

Şu meşhur hadisi bir de bu gözle değerlendirelim: “Ene inde zanni abdî bî” (Kulum beni nasıl bilirse ona öyle muamele ederim.) Aç olduğunu bilen yemek arar ve inşaAllah bulur. Aç olmayanın önünde yemek olsa dahi ondan faydalanmaz. Ben Müslümanım, iman veya imanın hakikatlerini anlamaya ihtiyacım falan yok. Ben Kur’an’ı kendime Allah’ın kitabı olarak, Muhammed asvs’i kendime Allah’ın rasulu olarak kabul ettim, inandım,” diyen bir kişi bu imanını tahkik etme ve tahkikinde devam ederek terakki etme ihtiyacı hissetmiyorsa, o kişiye hakikat ulaşmaz. Çünkü Allah’a ve Kur’an’a imanın hakkaniyetini bildiren kaynaklar olduğunu düşünmüyor ki, onlardan bu maksatla faydalanabilsin. Hergün Kur’an okuması onun “iman tahkik kabı”nı doldurmaz. Tahkik kabının kapağı açık değil ki!

Peki, bu hal zararlı mıdır?

Evet, hem de çok zararlı. Neden mi? Böylesi bir tavır yalnızca tarafgirliği doğuruyor. Bu tür tarafgirlik ise hep övgü teraneleri duymak istiyor. Övülmediği zaman rahatsız oluyor. Nedeni? Zafiyeti örtbas edecek teşvik kaynakları bulamıyor. Hele bir de tahkik için davet ile karşılaştığında, isyan etmesi kaçınılmaz oluyor. Çünkü zafiyeti ortaya çıkıyor.

Nur Dedemizin Sunuhat isimli kitabında “Birkaç Vecizeler” altbaşlığında geçen şu sözleri bir de bu bağlamda düşünelim:

“Acz, muhalefetin menşeidir.”

“Zaaf gururun madenidir.”

“Sığar-ı nefis, tekebbürün membaıdır.”

Şimdi anlaşılıyor mu, neden bir kişi Peygamber asvs’a hakaret etti diye insanlar sokağa dökülüyorlar?

Neden Kur’an, anlaşılmak için, faydalanmaları için insanlara konuşur, mezarlıklarda “ölü”lere okunmak için değil, denildiğinde, hemen insanlar isyan bayrağını kaldırıp: “Ama, hadiste ölüleriniz için Yasin okuyun, diyor,” diye itiraz ediyorlar?

Neden güzel bir sesle Kur’an okuyan bir hafız, Kur’an’ın hakikatlarını anlatan bir kişiden daha fazla rağbet görüyor?

Hemencecik, “Kur’an’ı güzel sesle okumayacak mıyız?” diye isyan bayrağını kaldırmayalım. Rağbetteki mukayeseyi görüp, farklılığın nedenini araştırmak için söylüyorum bunları.

Velhasıl, acz, fakr denilen insanın ihtiyacını bilmesi, yetmezliğini tanıması ve boş kabının dolması için de kapağını açık tutması gerekiyor. Yoksa pınarın başında olmanın veya denizin içinde bulunmanın kapağı kapalı boş kaba bir faydası yok! Özellikle, cemaatini, şeyhini, dinini öven yazılar ve konuşmalar bekleyen ve tahkiksiz övgüler savuran kaynaklardan rahatsız olmamak, Yunus’un tabiriyle “kapalı desti” olmanın ölçüsüdür. Pınarla övünür, fakat kendi içi boştur.

Mutmain, yani tatmin olmuş bir kalb, Rabbinden razı olmuş bir kalbdir. İçi dolu olan övünmez, şükreder.

Yazar hakkında

Ali Mermer

Yorum yazın

3 Yorum

  • üstat selamünaleyküm. testi açık olsa da çok fayda yok zira testiyi dolduran lazım yani testiyi kırmadan dökmeden suyun altına yerleştirilmesi gerekir. su da testi de esirdir iradeye…Testiyi açandan ve onu suyun altına taşıyandan Allah razı olsun zira O iyilik yapanları sever…

  • Umûr-u mukarreredendir ki; efkâr-ı âmmenin birşeye verdiği mükâfat, gösterdiği rağbet ve teveccüh ekseriya o şeyin kemâline nisbeten değildir, belki ona derece-i ihtiyaç nisbetindedir. Bir saatçının bir allâmeden ziyade ücret alması bunu teyid eder.

    Eğer cema’ât-ı İslâmiyenin hacât-ı zaruriye-i diniyesi bizzât Kur’âna müteveccih olsa idi, o Kitab-ı Mübin, milyonlarca kitablara taksim olunan rağbetten daha şedid bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur; ve bu suretle nüfûs üzerinde bütün mânâsıyla hâkim ve nâfiz olurdu. Yalnız tilavetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı.

    Sâd Sûresi / 29. (Kur’an) mübarek bir kitaptır ki onu sana, âyetlerini iyiden iyiye düşünsünler ve aklı olanlar öğüt (ve ibret) alsınlar diye indirdik.