Mehmet Ali Akgün – Şöyle bir soruya nasıl cevap vermeli sizce?
Putlara tapanlara bunlar putperest diyoruz. Neden taşa taptığı sorulduğunda “Ben onun taş olduğunu biliyorum, o taşın taşıdığı maneviyata, temsil ettiği tanrıya inanıyorum” diyor. Şimdi ben de ister istemez soruyorum. Biz Müslümanlar da bir taşı bu kadar kutsallaştırıyorsak putperestlik yapmış olmuyor muyuz?”
Abdullah Berâ – Evet, Hacer-ul Esved olayı anlaşılmaz bir olay bana göre de. Sembolik deyip geçmek işi pek hallediyor gibi değil.
Hacer-ul Esved öyle de Peygamberimizin (sav) tarif ettiği diğer ritüeller öyle değil mi? Yani Peygamber efendimiz Hacer-ul Esved’i selamladı diye selamlamakla, Peygamber efendimizin namazda rüku, secde yapmasını takli etmek arasında ne fark var?
Ali Mermer – Güzel bir soru. Evet, eğer biz bir yaratığı (hacer’ül-esved’i, veya Ka’be’yi veya rüku’a gitmeyi, secde hareketinde bulunmayı), yaratık olmayan, mutlak bir şeyin temsilcisi olarak algılarsak bu argüman geçerli. Evet, putperestliktir, hatta birisinden duymuştum, “paganizm” izleri taşıyor diye.
İnsanların cehaletinden veya tahkiksizliğinden dolayı yanlış anlamaları bizi ilgilendirmez. Biz, meselenin aslına, hakikatine bakmalıyız. Onlar, hacer’ül-esved’i “kutsamışlar veya başka bir anlayışla muamele etmişler, biz bilmeyiz ve de bizi ilgilendirmez.
Bizim dikkat edeceğimiz nokta, bu yaratık âlemde hiçbir şeyi, yaratık olmayan, Yaratıcı olan, Mutlak, Gayb âleminin temsilcisi veya Allah’ın temsilcisi gibi algılaMAmak noktasında aşırı hassas olmaktır. Hacer’ül-esved hiçbir surette tanrıyı, Allah’ı temsil etmez veya onun “temsil ettiği tanrıya inanmak” gibi bir fonksiyonu olduğuna inanmak yoktur, olamaz. “O taşın taşıdığı maneviyat”tan da hiçbir şey anlamıyorum. Burada “maneviyat” kelimesinin ne demek olduğunu bir türlü düşünemiyorum. Öyle bir şey yok. Böyle bir anlayış, yani, “tanrıyı temsil ediyor, taşın taşıdığı maneviyata inanmak vs.” gibi yorumlar, “tevhid” mesajının temel direği olan Rasulullah’ı (savs) ne söylediğini bilmeyen, çelişkili bir insan yerine koymanın örnekleridir.
Bu gibi durumların hepsi, yaratıklar âleminde olup biten, Yaratıcı âlem ile “temsil” veya “maneviyat” gibi bir ilişki taşımayan davranışlardır. Mesela, annenizin fotoğrafı size annenizi hatırlatır. Anneniz de, fotoğrafı da mahluktur (yaratılmıştır). Bir mahluk, diğer bir mahluku temsil eder, hatırlatır. Bu insanî bir husustur. Ne mahluk bir şey “manevi bir kutsallığa” sahiptir ve ne de Mutlak olan ve dolayısıyla, temsili imkânsız olan bir Mutlak Yararıcıyı hatırlatır ve dolayısıyla O Mutlak olanı bir temsil eder.
Kâinat, yani yaratık âlem, bizim için, o âlemi temaşa eden ve düşünenler için, bir “Yaratıcının temsili” asla değildir. Yalnızca, delilidir, Kur’anî ifade ile, ayetidir. “Leyse ke mislihi şey’un” (Şura, 42:11) ayetinde vurgulanan nokta budur. Ne kadar yüzeysel de olsa hiçbir Kur’an müfessiri bu kâinattaki herhangi bir şeyi, Allah’ın “temsilcisi” veya “taşıdığı maneviyat ile temsil ettiği tanrıya” delaleti gibi bir ifade kullanmamıştır veya böyle bir anlayışa rastlanamaz.
Kader-i İlahinin bir hükmü olsa gerek ki, Kur’an’ı öğrenmek için çalışmak yerine, hacca veya umreye gidecek parayı kazanmak için çalışma yanlışının “bumerang” gibi dönüp kendimize çarptığını görüyoruz. Şirke bulaşık davranışlar görülebiliyor. Bu şimdi pratikte görünen hal, ne Kur’an’ı ve ne de Rasulullah’ı ve ne de Rasulullah’ın bize sergilediği ritüellerin örnek alınarak taklit edilmesini bağlar. Çok dikkat etmemiz lazım. Onun için Risaleleri çok dikkatli bir şekilde, geleneksel kültürün içinden çıkararak, paradigmalarımızı (annemizden, resmi camilerdeki hutbelerden, sultanların kurduğu eğitim kurumlarından eğitim alan ve o eğitimi tevhid ile tecdid etmeyen hocalardan öğrendiğimiz dini bilgileri bir tarafa bırakmak suretiyle) değiştirmeden okumaz isek, sonunda biz de kendimizi ‘’kültürel din’’ anlayışının içinde buluruz. Ben şahsen bunu bizzat Hacda müşahede ettim, çok üzüldüm.
Hz İbrahim’in menkıbesinden onun en çok sevdiği ve yeryüzünde güvendiği en kıymetli varlığı olan oğlu Hz İsmail’i, nokta-yı istinat (güvence kaynağı) görmemesi gerektiğini öğreniyoruz. Hacer’ül-esved, bu dünya şartlarında tevhidi ifade etmenin bir yolu olarak “Wanhar” (Kevser Suresindeki ayet) (kes onu, boğazla onu, vazgeç ondan, aracılara değer verme, Gerçek Kaynağı gör, Ona güven…) emrine itaaten oğlunu kesebileceğini, yani oğlunu aradan çıkartıp, kendisine oğlunu verene ulaşması gerektiğini bilfiil yaşadığı ve uygulamaya koyduğu (Türkçede galiba “adak taşı” deniyor) bir taştır. Bu taşın “tanrıyı temsil etmesi” veya “maneviyatı olması” gibi bir yorumun gerçekliği olamaz. Ancak, “maneviyat”tan maksat bir mana taşıması ise, evet, bir mana taşır: Allah ile kulu arasına girecek ve Allah’ı unutturacak her türlü esbabı1Sebepler. Sebep sonuç zincirindeki sebeplere hakiki tesir vermemek gerekmesinden bahsediliyor. Editörün notu. ortadan kaldırmayı temsil eder, hatırlatır.
Dikkat etmek lazım, Kâbe boşluğu ile Kâbe’dir. Üzerinde (ayetlerle de olsa) süslenmiş ipek örtüsüyle asla değil! Hiçbir şeyi temsil etmemesi ile yalnızca “la ilahe”yi temsil eder.2Kelime-i tevhidde yani “La ilahe illallah” (La ilahe (ilah yoktur), illallah (Allah’tan başka)) ifadesininin ilk kısmı (La ilahe), kainattaki hiç bir şeyde ilahlık özelliği olmadığını ifade ediyor. “İlla Allah” sonucuna ulaşmak için önce “la ilahe” aşamasının tamamlanarak kainattaki şeylerde mesela sebeplerde ilahlık özelliğinin olmadığının tasdik edilmesi gerekiyor. Yazıda buna işaret ediliyor. Editörün notu. “La ilahe” ise bu kainatın bir unsurudur ki, kainattaki şeylerin tanrılık özelliği ile, Allah ile (O’nun yaratmış olması haricinde), maneviyat ile ilgisinin olmamasını ve mutlak olan gayb âlemine ait hiçbir özelliğinin bulunmamasını ifade eder. “Bu dünyada hiçbir şey ama hiçbir şey, mutlak olan, gaybi olan, ilahi olan bir özelliğe sahip değildir” demektir. Onun için Kâbe, beytullahtır, Allah’ın evidir. “Eğer bu dünyada Allah olmaya, ilahi değerlere sahip olmaya layık bir şey varsa onu Kâbe’nin içine koyabilirsiniz, yoksa hiçbir şeyi onun içine koyarak kutsayamazsınız” demektir. Kâbe’nin içinin boş olması bunu ifade eder. Çünkü o “Allah’ın evi”ni temsil ettiği için ilahlık özelliğine sahip olmayanlar oraya giremezler. Eğer “lailahe” yoksa dünyamızda, biz bu dünyada kesinlikle “illallah” diyemeyiz. Bizim bu yaratık âlemde tek delilimiz “la ilahe” dir. (Kur’an bize bu dünyada nasıl “lailahe” diyebileceğimizi öğretir.) Kâbe, “lailahe”yi temsil eder. Allah’ı değil!!! “La ilahe” bu dünyanın özelliğidir. Çok dikkat etmek lazım!
Hacer’ül-Esved, “Lailahe”nin bir Peygamber tarafından uygulamaya konuluşudur. Pratiğidir. Hacer’ül-Esved “Gerçekten ben, Yaratıcı dışında hiçbir şeyin kaynak olmadığını, Yaratıcı olmadığını, mutlak özelliklere sahip olmadığını anladım ve şimdi bunu pratiğe de koyuyorum, işte en çok sevdiğim, en çok güvendiğim bir yaratık olan oğlumu Yaratıcı’nın emriyle kesebilirim, yani, oğlumun kendi adına hiçbir değerinin olmadığını bu dünya şartlarında uygulamaya koyuyorum” demenin temsilidir. Eğer birisinin kafasında bunun dışında bir “kutsallık”, “manevi değer” veya “tanrıyı temsil” gibi bir anlayış varsa, bu onun yanlışıdır. Kur’an’ın öğretisinin veya Kur’an’ın uygulayıcı öğretmeni olan Rasulullah’ın (savs) böyle bir yanlış ile böyle bir çelişki ile hiç mi hiç ilgisi yoktur, olamaz da.
Kur’an ile gönderilen mesajın uygulayıcısı olan Rasulullah’ın (savs), “Bu dünya şartlarında Tevhid hakikatini nasıl ifade ederiz?” sorusunun cevabı olacak sözleri ve davranışlarını incelemeliyiz. Onlara bir kutsallık izafe ederek onları onayladığımızı sanmamalıyız. Mesela, namaz kılınan yeri kutsamak, seccadeyi kutsamak, tesbihi kutsamak, takkeyi kutsamak, vs… her türlü kutsamalar, şirk-alûd anlayışlardır. Burada “kutsama” tabirini, “takdis etme” manasında kullanıyoruz. Bu anlam, “mukaddes bilme” demektir. “Mukaddes” demek ise, dikkat etmek lazım, “yaratık cinsinden değil, yaratık ötesi, müteal” demektir. Böylesi bir anlayışın Kur’an ile alakası yoktur.
Fakat “Kutsamayı”, “takdis etmeyi”, “haram kılma”, yani, “Allah’tan başka kimsenin hükmü ile helal olamayanlar” anlamında, “yalnızca Allah’ın hükümlerinin geçerli olduğu bir hale getirme” anlamında kullandığımız yerler vardır. Mesela, “Nikâh kutsidir” dediğimizde, bir kişinin mahremiyeti ancak “Allah adına, Onun hükmüne dayanarak kalkar” demektir. Onun için, “Allah adına akdedilmeyen nikah, nikah değildir, haramı helal kılmaz!!!” Dikkat lazım!
“Kâbe kutsidir” dediğimizde, “Burada Allah’tan başka kimseye ibadet edilmez” demektir. “Hiçbir yaratığın İlahi değeri yoktur” demektir. Yoksa “Kâbe, tanrıyı temsil ettiği için kutsaldır” demek değildir. “Kâbe ve çevresi kutsidir” denildiğinde, “Bu beldede Allah’tan başka kimsenin hükmü geçmez, geçmemeli, geçmeyecek” demektir.
Bir de bu gibi meseleleri anlamak için “paradigma değişimini” gerçekleştirmek lazım. Yoksa şimdi hissediyorum, “Ne demek, yani, Peygamberimizin giydiği zırh, kutsal değil mi?” diye itirazlar gelecek. Yani, ecdadımız, Müslüman… diye çatlak sesler çıkacak, olabilir. Zırh, yaratık bir şeydir, Peygamber kullandı diye bir kutsallık kazanmaz. Diğer zırhlardan daha farklı olarak tapınmaya değer bir özellik kazanmış olmaz. O zırh, hala tapınmak için haramdır, kutsamak tevhide aykırıdır. Ne Allah’ın bir hükmünün uygulandığı bir yer haline dönüşür ve ne de Allah’a ibadet edilen bir vesile haline gelir. Antika, tarihi bazı olayları hatırlatan bir “şey” olarak dünyevilerin müzesinde saklanabilir. Tarihçilerin elinde bir malzeme olmanın ötesinde hiçbir “kutsiyeti” yoktur, olamaz da!
Namazda veya kurban kesmede ben Allah’ın Vahdaniyetine imanımı ifade ederim. Bu ifade tarzını Onun elçisi olan Rasulullah’ın yaptığı gibi yapmam, O’nu en güzel şekilde yapmayı öğretmekle görevli (Yaratıcı tarafından öğretilerek tayin edilmiş) bir öğretmen olarak görmem ve Ondan öğrenme tercihimin, Mutlak olan Allah’ı temsil etmekle veya “kutsamakla” veya “maneviyat” adı altında “kutsileştirmek” ile bir ilgisi olmamalıdır. Yaratılmış olan bir insanın, bir başka yaratılmış insan olan öğretmeni yani Rasulullah’ı (savs) taklit etmesi, ondan öğrenmesi olarak değerlendirilmelidir. Ama benim Rasulullah’ı (savs) taklit etme gerekçem, bu zata, bu dünyadaki bir fiili en güzel yapmayı Allah’ın öğretmesi ise, bu benim kendi Allah inancım ile bağlantıya geçmemdir. Yoksa bu ilişkinin bizzat kendisine, Allah’a ubudiyetin ötesinde bir kutsiyet izafe etmemek gerekir.
İnşaAllah bu çok hassas konunun anlaşılmasında birlikte dua edelim. Pratikte çok şirk-alûd anlayış ve davranışlar, maalesef, olabiliyor. İnsan ancak ciddi bir şekilde tevhid eğitiminden geçme kararı aldıktan sonra bu anlayış ve davranışlardan kurtulabilir. Birlikte duaya devam edelim, lütfen. Hayat çok kıymetli ve bir defa yaşanıyor, ikinci bir imkân olmayacak.
Kur’an’ın birinci hedefi bizi şirkten kurtarmaktır. Hedeflerinde bir tanesi de bizi “asabiye-yi cahiliyeden” (kültürel gelenekten) kurtarmaktır.
Mehmet Ali Akgün – Açıklamalarınız için çok teşekkürler hocam. Çok şey öğrendim. Ama yılların küfünü pasını atmak için biraz daha çaba harcamam gerekiyor benim; o yüzden, anlatılanlardan bir şekli şemali olan anlam arka fonu çıkarmaya çalışıyorum. Yardımlarınızın devamını bekliyorum.
Bir de bu gibi meseleleri anlamak için “paradigma değişimini” gerçekleştirmek lazım.
Paradigmaları bilirim; dediğinize katılıyorum. Eski paradigmanın atılıp yenisine geçmek için önce o yeni olanın tanımlarını ve parametrelerini yazıp çizip ortaya koymamız lazım ki, tamam şu diğerinden vazgeçiyorum ve bu berikini kabul ediyorum diyebilelim.
Eskinin eski(miş) olduğunu vurgulamak kadar yeninin de yeniliklerini izah edebilmeliyiz ki bu geçiş mümkün olabilsin. Değilse, eskiye eski dedikten sonra yeni adım atabileceğimiz bir temel yoksa eskide (mahsur) kalmaktan başka elimizden bir şey gelir mi ki?
İşbu nedenledir ki şu sorularımın cevabını istirham ederim. Şöyle ki:
… Hacer’ül-esved hiçbir surette tanrıyı, Allah’ı temsil etmez …
Allah’ın “kendisini” temsil etmez ama Allah’a olan “inancı” mı temsil eder? Yoksa buradaki problem “temsil” kelimesi mi? Onun yerine sembolize eder desek olur mu?
“O taş, Allah’a olan inancımızı sembolize ettiği için ona selam veririz.” ifadesi doğru bir ifade şekli midir?
Paganizm suçlamalarını biliyorum hatta benim içimden de geçmiyor değil; özellikle gidip onu “öpme” fiilinin bizzat Peygamber tarafından teşvik edildiğini duyunca yüzüm buruşmadı değil. Diğer bir deyişle, Hacca gitme imkanı bulursam, itiraf etmem gerekirse bir taşı öpebileceğimi sanmıyorum.
Ben şahsen bunu bizzat Hacda müşahede ettim, çok üzüldüm]
Neyi müşahede ettiniz? Yanlış olan neydi o gördüğünüz şeyde ve doğrusu nasıl olmalıydı?
Hz İbrahim’in menkıbesinden onun en çok sevdiği ve yeryüzünde güvendiği en kıymetli varlığı olan oğlu Hz İsmail’i, nokta-yı istinat (güvence kaynağı) görmemesi gerektiğini öğreniyoruz. Hacer’ül-esved, bu dünya şartlarında tevhidi ifade etmenin bir yolu olarak “Wanhar” (Kevser Suresindeki ayet) (kes onu, boğazla onu, vazgeç ondan, aracılara değer verme, Gerçek Kaynağı gör, Ona güven…) emrine itaaten oğlunu kesebileceğini, yani oğlunu aradan çıkartıp, kendisine oğlunu verene ulaşması gerektiğini bilfiil yaşadığı ve uygulamaya koyduğu (Türkçede galiba “adak taşı” deniyor) bir taştır.
Yani, Hz İbrahim’in İsmail’i kesmek için üzerine koyduğu taş mıdır demek bu? Öyle ise eğer, iki sorum var. Bir, Hacerul Esved ile anlatılan o kadar hikayenin içerisinde neden bu kısım yok hiç? Ya da vardı da ben mi duymadım? İki, o zaman Hacerul esved “tevhidi” temsil ediyor diyebilir miyiz? Yoksa temsil lafında problem varsa tevhidi sembolize ediyor diyebilir miyiz? Kısacası, biz bu taşı niye öpüyoruz?
Levent Bilgi – Bu açıklamalar çok güzel, Kâbe’nin lailahe’yi temsil etmesi harika. Yalnız bu açıklamalar ışığında Kâbe’ye “Beytullah” denmesinin hikmeti nedir acaba? Biraz yanlış anlama var gibi geliyor bana.
Ali Mermer –
“Eskinin eski(miş) olduğunu vurgulamak kadar yeninin de yeniliklerini izah edebilmeliyiz ki bu geçiş mümkün olabilsin. Değilse, eskiye eski dedikten sonra yeni adım atabileceğimiz bir temel yoksa eskide (mahsur) kalmaktan başka elimizden bir şey gelir mi ki?”
Nur Dede’nin, “Daire-i itikada (alem-i gayb, yani bizim dilimizde ‘Allah katından bakmak’ dediğimiz olaya) dair bir hükmü, daire-i esbaba uygulamak veya daire-i esbaba3Daire-i esbab: Sebepler dairesi. Kainat dair bir hükmü, daire-i itikada uygulamak bütün fasit düşüncelerin kaynağıdır” demeye gelen bir düsturu var. Bu önemli bir paradigma değişimi örneğidir benim dünyamda. Yani, biz şu anda daire-i esbabdayız ve daire-i itikad olan Zat-ı İlahi açısından bir olaya bakamayız, bir konu hakkında kanaat belirtemeyiz. Ancak, daire-i itikatta olan, daire-i itikattan, yani Allah katından konuşabilir. Yani, yalnız Allah, Allah katından konuşabilir (Buna hadisler de dâhildir çünkü haberin kaynağı Allah’tır).
Genellikle, taklidi iman ile İslamiyete tabi olduğunu söyleyenler, Kur’an’ı taklit ederek konuştuklarından (tarif gereği zorunlu olarak böyle konuşmaları gerekir, çünkü tarifte “taklidi iman ile İslamiyet’e tabi olduğunu söyleyenler” dedik), daire-i itikattan yapılan bir açıklamayı takliden aktaracaklardır. Bu durum sizin tabirinizle “Eskinin eski(miş) olduğunu vurgulamak” bağlamında söylenilen bir ifadedir. Bu tavır yanlıştır. Taklit tavrından kurtulmak için tamamen kökten bir değişiklik yapıp şunu söylememiz lazım: “Ben daire-i esbabdayım, daire-i itikadda imiş gibi konuşamam, daire-i itikadın verdiği haberi, daire-i esbab şartlarında (rehber olarak) dinlerim, sonra da tasdik etmek için kendi şartlarımda delillerine bakarım ve tasdik edebiliyorsam ederim, edemiyorsam, etmiş gibi davranamam, çünkü yalancılık olur. Hemen inkâr da etmem gerekmez, “Belki ileride bir açıklamasını bulabilirim” diye araştırmama, soruşturmama devam ederim. Ta ki, tasdik edebileceğim bir delil ile ikna oluncaya kadar.
“‘Bu, Rabbimizden gelmiş bir haberdir’ diye tasdik ediyorum” diyerek kendimi kandıramam. “Rabbinden gelmiş bir haber olduğunu“ tasdik ediyorsan gerçekten, o takdirde tasdik edebiliyorsun demektir. Bu tasdik işlemi, daire-i esbab olan bu dünya şartlarındaki delillerini, burhanlarını görerek olmak zorundadır. Delilsiz, burhansız bir hükmün tasdik edildiğini söylersek, maymunlar bile güler bu işe. Ama delil, burhan bu dünya şartlarında olacak. Bu dünya şartlarından maksat, insan olarak bize verilmiş aletleri kullanmak demektir. Akıl bir alet, kalp bir alet, göz bir alet, kulak bir alet, kâinatın varlık âlemine gelişi bir alet, varlıkların nerede ise sonsuz özelliklerle yaratılışı bir alet vs vs. Bu aletleri kullanarak aklımızın, kalbimizin, hissiyatımızın tasdik edebileceği bir sonuca ulaşmamız gerekir. Buna “tahkiki iman” denir.
Kur’an’a tasdik etmek için muhatap olmak gerekir. İmanın esaslarını Kur’an’ın söylediklerini taklit ederek, düşünmeden tasdik eden bir insan, “Allah’ın Kudreti sonsuzdur, O her şeye Kadirdir” dediğinde, bu insana “Nasıl ulaştın bu sonuca, nereden anladın?” denildiğinde, hemen, “Wa huwa ‘ala külli şey’in kadir” ayetini delil getirmesi, taklidi imanın, yani yanlış bir tavrın örneğidir.
Ne yapmamız gerekiyor? Gerek kâinattaki delilleri ve gerekse aynı zamanda insandaki kabiliyetleri kullanmak suretiyle “Ben esbab dairesinin şartlarında yaşayan, yaratılan birisiyim, bu şartlarda gördüğüm, anladığım, incelediğim kadarıyla bu ayetin hak, doğru söylüyor olduğunu tasdik ediyorum tavrı tahkik mesleğini temsil ediyor.
Tahkik mesleğinin bir önemi de şudur: Böyle bir sonuca tahkik ile ulaşmamız, âlem-i gaybdan gelen, yani itikat dairesinden gelen haberlerle olan ilişkimizi hep böyle, bulunduğumuz, yaratıldığımız esbab dairesi içerisinde kurma ve konuşma tutarlılığını muhafaza edebilmemize yardımcı olur. “Tamam, ben inandım, Kur’an hak söylüyor” deyip, ondan sonra her özel durumda Kur’an’ı, taklit eder biçimde kullanmamaya özen göstermek gerekir.
Bu durumda dikkat edilecek nokta şudur: Kur’an önce rehber olarak ele alınabilir ve de alınmalıdır. Ama tahkik mesleği, getirdiği haberin hakkaniyetini tasdik etme makamında “Kur’an’ın rehberliğinde burhan aramak (mesela, ‘Biz hiçbir şeyi boşuna yaratmadık’, ‘Onlar bakmazlar mı bir deveye nasıl yaratıldı o?’, ‘Her bir şey Yaratıcısının sonsuz özelliklerini ilan eder -tesbih eder-‘ gibi ayetlerin rehberliğinde düşünerek), esbab dairesinin şartlarında deliller arayarak, Kur’an ile gelen haberi tasdik etme işlemlerinin tümüdür.
Taklit mesleğini terk edip, tasdik mesleğini kendimize prensip edinmemiz, bizim için bir paradigma değişimidir. Burada bahsettiğimiz paradigma değişimi, Risale-i Nur’un, Kur’an tefsirinde yaptığı inkılabın, tecdidin bir örneğidir.
Şimdi bu değişimi konumuza uygulayalım. Yani Hacer’ül Esved’i tahkik mesleğinin prensiplerine göre nasıl değerlendireceğiz?
“Allah’ın “kendisini” temsil etmez ama Allah’a olan “inancı” mı temsil eder? Yoksa buradaki problem “temsil” kelimesi mi? Onun yerine sembolize eder desek olur mu? “
Kanaatimce olaya yaklaşım tarzımızın değiştirilmesi gerekir. “Hacer’ül-Esved’i kutsal yapan, diğer herhangi bir taştan farklı kılan nedir? O, yaratılmış âlemin bir parçasıdır. Bunun ötesinde bir rolü yoktur. Herhangi bir taş aynı işlemde araç olarak kullanılabilirdi.
Bu taş, bir Peygamberin (as) hayatında, esbab dairesinde, bir insan için sebeplerin en kıymetlisi gibi görünen bir başka sebebin, kendisine izafe edilen kıymetin kaynağı olmadığını, yani, Yaratıcı bir özelliğe sahip olmadığını, yani ulûhiyet veya kutsiyyet özelliğine sahip olmadığını ifade eden en dramatik halin yaşanmasına vesile olan bir hadisenin kendisi üzerinde vuku bulmasını insanlara hatırlatıyor. İnsanların bu dünyada bulunuşlarının maksadına en uygun güzel bir örneği bize hatırlatıyor. Yani, iki yatay ilişkiyi temsil eder. Yoksa dikey bir ilişkiyi temsil etmez.
Meselenin özü, “sembolize etmek” yerine bir başka kelime, mesela “hatırlatma” kelimesini kullanma meselesi değildir. Bir olayın (daire-i esbabda) yine daire-i esbabdaki bir kişi tarafından gerçekleştirmesinde vesile olarak kullanılmasından ibarettir. Bu taşın daire-i itikat ile hiçbir ilişkisi yoktur. Bu taşı bir vesile olarak kullanan kişinin (daire-i esbabda) ifade etmek istediği bir hükmün – La ilahe- (yine daire-i esbabda) hatırlatıcısı olarak kullanılması bizim için önemlidir. Eğer bizim yaratılış maksadımız, bu daire-i esbabda iken daire-i itikat hakkında bir sonuca ulaşmak ise, bu sonuca ancak daire-i esbabdaki deliller üzerinden ulaşabiliriz.
Yani, bu daire-i esbabda ne varsa bunların hiçbiri, kendilerinde bulunan özelliklerin kaynağı olamazlar (daire-i esbabda, daire-i esbabın şartlarında ifade edilen “La ilahe” bu hakikat için kullanılır). Madem bu dramatik olay (bir peygamberin en çok sevdiği oğlunu kesebilme teşebbüsü, yani la ilahe diyebilmesi) bu taş üzerinde uygulandı, ben bu taşı gördüğüm zaman bu dramatik olay ile en zor şartlarda bile la ilahe diyebileceğimi ve yaratılış maksadımı gerçekleştirebileceğimi hatırlayabilirim.
Peki, daire-i itikat ile bu taşın hiç mi ilişkisi yoktur. Evet yoktur. İşte bu sözü söyleyebilmektir, paradigma değişimi yapabilmenin sonucu.
Neden peygamber (savs) öptü ya? İşte olayın bu kısmı, bizi daire-i itikada götüren yönüdür. Yani, Peygamber (savs) niçin gelir veya gönderilir? Peygamberler, bizler daire-i esbabda iken bizi daire-i itikat hakkında haberdar etmek ve daire-i itikada bağlamak, intisap ettirmek için gönderilir. Bu daire-i esbab şartlarında la ilahe demeden illallah denemez. Tahkik mesleği bunu zorunlu kılar. Taklit mesleğinde bu bir aşama değildir. Çünkü taklit mesleğinde bir aşama falan söz konusu değildir. Tutturup gitme mesleğidir. İşte la ilahe‘yi en zor şartlar altında gerçekleştirdiğini temsil eden bu olayın sonucunda Hz İbrahim (as) illallah‘a çok rahat bir şekilde ulaştı (şimdi geldi daire-i itikat, dikkat etmek lazım).
Eğer biz yaratılış maksadımızı gerçekleştirmek istiyorsak, bu olay, bizim için dramatik, insan duygularına iyi bir ders veren olay olarak dikkatimize sunuluyor, ta ki, bu çok önemli olay vasıtasıyla biz de esbab dairesinde la ilahe diyebilelim, cesaret alalım ve sonunda illallah’a ulaşalım.
İnsanların karıştırdığı nokta burası! Sonuç ile (daire-i itikada iman etme ile) o sonuca götüren daire-i esbabın şartlarını karıştırıyoruz. Sonuç, mukaddestir, mütealdir, Mutlaktır, İlahidir, kainat cinsinden değildir. Allah’ın varlığına ve birliğine imandır. Bu daire-i itikada ait olan sonuca ulaşmada sen ve ben böylesine zor olan bir engeli (esbabda en kıymetli varlığımızı), “wanhar” (Kes!) emrine uyarak kesebilir miyiz? Yürek ister bu! İşte bu dramayı yaşayan Hz İbrahim’in halini düşünüyor ve gözlerimiz yaşarmıyorsa, insani duygularımızda bir pörsüme var demektir. Nasıl olur da bir insan, daire-i itikada ulaşma yolculuğunu böyle zor bir şart altında (daire-i esbabda) mertçe gerçekleştirebilir? İşte Rasulullahin (savs) gözlerini yaşartan ve “bu taş var ya, bu taş, öyle bir olaya tanık oldu ki, bu olayın hatırasına ben bu taşı öpülmeye layık görüyorum” dedirten budur. O kadar değerli bir olaydı o!! Taşın kendisine eğer bir taş olmanın ötesinde değer verilirse tevhid gitti demektir. Rasulullah (savs) kendisiyle çelişti demektir, La ilahe illallah zedelendi, hakikatini kaybetti demektir.
Kâbe de aynı şekilde değerlendirilmek zorundadır. Yoksa Kur’an ile Rasulullah çelişirdi.
Bizim anlayışımız, değerlendirmelerimiz yanlış ve dolayısıyla hem tevhide inandığımızı ve hem de yeryüzünde bazı şeylerin daha önemli olduğunu ima eden davranışlarımız olabilir. Bu bizim hatamızdır. Ama Kur’an ile Rasulullah’ın (savs) arasını açmak, Allah’ın dinine hıyanettir. Çok dikkat etmem lazım.
O taş, Allah’a olan inancımızı sembolize ettiği için ona selam veririz.
Artık herhalde anlaşıldı ki cevap “Hayır”. Yatay bir ilişkinin ötesinde hiçbir şeyi temsil, sembolize etmez ve edemez de. Ancak Hz İbrahim’in ulaştığı sonuç olan Tek, Mutlak bir Allah’a iman (daire-i itikada intisap etme, bağlantı kurma, yani iman etme) tamamen ayrı bir olaydır. Taşın kendisi ile hiçbir ilişkisi yoktur. Taş, yalnızca kendisi üzerinde gerçekleşmiş olan bir tanığı olarak hatırlatıcıdır.
Bir insan bir çiçeği veya çocuğu seyreder, yaratılış biçimine bakar ve sonra da daire-i itikad ile irtibata geçerse, bu çiçek veya çocuk kutsallaşır mı? Hayır, ama senin için çok güzel bir hatıradır, senin daire-i itikada ulaşmanda bir “atlama taşı”, “kurban ettiğin mahal” (daire-i esbabda bu güzelliğin kaynağı, bu çiçeğin kendisi veya kendisinin parçacıkları olamaz kararın) olur. İşte bu çiçeği tekrar gördüğünde, hemen o sonuca ulaşma sürecinin başlangıcını sana hatırlattığı için senin içinde bir sevinç, gerçeği (daire-i itikadı) bulma heyecanı ve şükrü doğar ve sen o çiçeği sevecen bir tavırla kucaklarsın ve de öpersin. Bu öpme fiili, çiçeği kutsama, ulûhiyet izafe etme anlamına alınamaz!
Senin ile çiçek arasındaki ilişkiyi, çiçek ile Yaratıcısı arasındaki ilişki ile karıştırmamak lazım!!! Senin ile çiçek arasındaki ilişki, daire-i esbab ilişkisidir. Çiçek ile Yaratıcısı arasındaki ilişki ise, çiçek daire-i esbaba, Yaratıcı ise, daire-i itikada aittir. Birisi yaratıktır, ayettir, delildir; diğeri Yaratıcıdır, benim ulaştığım sonuçtur. Benim imanımdır.
“Ben şahsen bunu bizzat Hacda muşahede ettim, çok üzüldüm.”
“Neyi müşahede ettiniz? Yanlış olan neydi o gördüğünüz şeyde ve doğrusu nasıl olmalıydı?”
Elinde Risale, dilinde karışık ifadeler olan kişiler. Daire-i esbab ile daire-i itikadı ayırt edemeyen ve babaannesinin taklidi imanı ile yaratıkları kutsayan kişiler! Osmanlı devrinde yapılmış sütunlar ile iftihar eden zavallılar!!! O sütunlara dayanarak Cevşen okumanın faziletine inanan hilkat garibeleri!
“o zaman Hacerul esved “tevhidi” temsil ediyor diyebilir miyiz? Yoksa temsil lafında problem varsa tevhidi sembolize ediyor diyebilir miyiz? Kısacası, biz bu taşı niye öpüyoruz?”
Eğer hala “bu taşı niye öpüyoruz ki” diye soruyorsanız, daha fazla konuşmak lazım, derim. Ama sanmıyorum. Bu taşı, bana taşıdığı hatıra ile, yani bu dünyada la ilaheyi en ağır şartlarda dahi diyebilme cesaretini bana taşıdığı hatıra ile kendimde bulabilme duası manasında öpmek lazım. İnsanları ite kaka değil, hiç olmazsa şu anda bulunduğum yerde, yönümü kıbleye döndüğüm her zaman, “senin ile benim aramda barış vardır, senin bana taşıdığın hatıranın önemini anlıyorum” manasında selamlarım onu. Bu taşın hatırası çok güzeldir. Benim varlık nedenim olan Rabbimi bulmada bana güzel bir hatıra taşıyor. Beni cesaretlendiriyor, en kıymetli bildiğim yaratığın, Yaratıcının yerine geçmesine asla müsaade etmemem gerektiğini hatırlatıyor, el-hamdülillah. Keşke bu duyguları her kıbleye dönüşte yaşayabilsem!!
Kıbleye dönmenin, niye namazın olmazsa olmaz şartı olduğunu anladık mı? Kıbleye dönmeyen, yani la ilahe demeyen, illallah diyemez de ondan!
‘’Bu açıklamalar ışığında Kâbe’ye “Beytullah” denmesinin hikmeti nedir acaba?’’
Esbab dairesinde hakikat “la ilahe” olarak tezahür eder. Kâbe, daire-i itikadı “la ilahe” hakikati ile temsil eder. Yani, daire-i itikadın bu esbab dairesinde hiçbir benzeri, parçası yoktur. Hiçbir şey bu dünyada ilahi özelliklere sahip değildir. Onun için, esbab dairesinde bir Allah’ı, “bu dünyada hiçbir şeyin Kendisi gibi olmayan” diye tanımlarız. Yani, tenzih ederiz, tesbih ederiz. “Subhanallah” dediğimizde bunu kastederiz. “Allahu la ilahe illa hu” veya “Huwallahullezi la ilahe illa hu” bu demektir: “O Allah ki, Kendisinden başka hiçbir şeyde O’nun İlahi özellikleri bulunmaz.”
İşte Kâbe, bu “hiçbir şey ile temsil edilemez olan”ın hiçbir şey ile temsil edilmeyen, içi boş olan, dışında da hiçbir özellik bulunmayan/bulunmaması gereken, boş bir yer olan, yani la ilahe olan bir yerdir. Bunun için Kâbe’ye, beytullah denir, “Allah’ın evi”. Sanki “Daire-i esbabda hiçbir şeyin Allah’ı temsil edemeyeceğini ifade eden, içinde hiçbir şeyin temsilen dahi olsa bulunamayacağı bir yer. Allah, daire-i itikada ait olduğundan, bu yaratık alemde ancak içi bomboş olmak zorunda olan yer. “Âlem-i esbabda, Allah’tan başka kimsede, hiçbir şeyde ulûhiyet özelliğinin olmadığını belirten yer, ifade eden yer. Kâinatın genelde, dünyanın özelde, hiçbir ilahi özelliği olmadığını, hiçbir şeyin gerçek kaynak olmadığını, içinin bomboş olduğunu ifade eden yer. Kâinatın hakikatini ilan eden yer: Kâbe.
Böyle bir anlayışla Kâbe ziyareti nasip etsin bize Rabbimiz, inshaAllah.
El-hamdülillahi ala ni’met’il-islami ve’l-Kur’anı ve’l- imani billahi ve vahdaniyyetihi.
Abdullah Berâ –
Eğer hala bu taşı niye öpüyoruz ki, diye soruyorsanız, daha fazla konuşmak lazım, derim. Ama sanmıyorum. Öpmek, onun bana taşıdığı hatıra ile yani, benim bu dünyadala ilaheyi en ağır şartlarda dahi diyebilme cesaretini bu taşın bana taşıdığı hatıra ile kendimde bulabilme duası manasında bu taşı öpmek lazım. İnsanları ite kaka değil, hiç olmazsa şu anda bulunduğum yerde, yönümü kıbleye döndüğüm her zaman, senin ile benim aramda barış vardır, senin bana taşıdığın hatıranın önemini anlıyorum, manasında selamlarım onu. Bu taşın hatırası çok güzeldir. Benim varlık nedenim olan Rabbimi bulmada bana güzel bir hatıra taşıyor. Beni cesaretlendiriyor, en kıymetli bildiğim yaratığın, Yaratıcının yerine geçmesine asla müsaade etmemem gerektiğini hatırlatıyor, el-hamdülillah. Keşke bu duyguları her kıbleye dönüşte yaşayabilsem!!
Resulullah’ın (sav) biz Uhudu severiz Uhud da bizi, ya da Mekke’den çıkarken “beni senden zorla çıkarmasalardı çıkmazdım” sözleri de bu bağlamda anlaşılmalı. Yoksa milliyetçilik yapıyor, belli bir toprak parçasına daha çok değer veriyor değil.
Ne zaman “özel olarak bir toprak parçasına değer verilmez” konusu gündeme gelse bu olay karşı argüman olarak söylenir de. O yüzden buraya eklemek istedim.
Said Nursi de kullandığı malzemelere bu tarz bir saygı gösterirmiş galiba.
Mehmet Ali Akgün –
Hacer’ül-esved, bu dünya şartlarında tevhidi ifade etmenin bir yolu olarak “Wanhar” … emrine itaaten oğlunu kesebileceğini, yani oğlunu aradan çıkartıp, kendisine oğlunu verene ulaşması gerektiğini bilfiil yaşadığı ve uygulamaya koyduğu … bir taştır.
Peki burayı şu şekilde mi anlamak gerek? Hz İbrahim as kendisine gelen daire-i itikada ait olan emri daire-i esbabda yanlış değerlendirdi ve oğlunu kesmeye kalktı. Çünkü tevhid için oğlundan “vazgeç”, oğluna “güvenme” şeklinde yorumlanması gereken bir emri, “oğlunu boğazla” şeklinde anladı. Yoksa emir hakikaten oğlunun boğazını kes ve öldür müydü?
Ali Mermer –Bize verilen mesajı, Kur’an’da benim için anlatılan bir olayın hikâye boyutuna feda etmemeliyiz. Zaten kesmedi ki. Bu olay, Allah ile Hz İbrahim arasındaki ilişki için değil, bu anlatılan olay ile benim (Kur’an’daki mesajı anlamaya çalışan kişi) aramdaki ilişki için okunur. Kur’an bu şekilde okunmalı.
Mehmet Ali Akgün – Öyle bir feda söz konusu değil. Neyin nasıl olduğunu anlama çalışması bu. Eğer mesela böyle bir şey vardıysa, demek ki, orada söylenileni burada böyle anlamayalım diye prensip çıkartırdık. Dahası, “nasıl olduğunu boş ver, olmuşsa olmuş, sen manasına bak türü” bir yaklaşım çok tatmin edici bir yaklaşım değil.
Zaten kesmedi ki kısmı da bir hayli problemli benim açımdan; kazlar çevriliyor yine çanları çalmaya başlıyor benim kafamda. Kesmeye kalkmadı mı? Kalkmadıysa “kalkmadı” deyin; kalktıysa “ama kesmedi ki” demek olayı çözmüyor. Kesmeye kalkmak ile kesmek arasında ne fark var ki sizin gördüğünüz?
Ali Mermer – “Dünyayı kesben değil, kalben terk etmeli” hükmünü Nur Dede, bu ayetin bize olayı anlatış şeklinden çıkartıyor. Yani Kur’an şöyle diyor: “Bak, sana bir misal vereceğim. Bu misalde birisi, ilah olmadığını fark ettiği bir yaratığı, kesben terk etmeye kalktı. Yanlış yaptı.” Said Nursi, Kur’an’ın O’na kesben değil, kalben terketmesini öğrettiğini söylemek suretiyle bizim de, “daire-i esbab”da sebebleri kesben değil, kalben terk etmemiz gerektiğini bu örnekten anlamamız gerektiğini anlatıyor. Ta ki biz, bize düşen görevi daire-i esbabda nasıl anlayıp uygulayacağımızı öğrenelim.
Haşir Suresinde, “wa tilke’l-emsalu nadribuha linnasi leallehum yetefekkerun” ayetinde, “Biz bu misalleri insanlar için anlatıyoruz, ta ki onlar [misaller üzerinde] düşünürler” mesajını veriyor Kur’an.
Yani, biz kendimizi misalin içinde boğmamalıyız, misal üzerinde düşünüp bize düşeni anlamalıyız. Hz İbrahim düşüncesiz birisi miydi de literally yani zahiren anladı, değil. “Biz de böyle olayları literally anlamaya kalkmamalıyız, Nur Dede’nin yaptığı gibi düsturlar çıkartmalıyız. Yani, Kur’an’daki misalleri literally alamayız, mutlaka bize bakan, bize öğretilmek istenen yönüyle yaklaşmalıyız.
Bunun çok güzel, şaheser bir uygulamasını, 20. Sözdeki Nur Dede’nin “Wa allame Adama’l-Esmae kulleha” ayetinin yorumunda görüyoruz. Çok harika bir Kur’an okuma örneği. Şahsen ben hala bu okuma tarzını hiçbir yerde görmedim ve hayretimi yalnızca, “Elhamdu lillah!”, “MaşaAllah!” diyerek ifade edebiliyorum. Bu gibi örnekler çalışılarak, Kur’an’ı (daire-i itikadın konuşmasını), daire-i esbabda benim nasıl anlamam gerektiğinin düsturlarını çıkartmalıyız.
Hz İbrahim’in hikâyesinden Nur Dede’nin çıkarttığı sonuç, “dünyayı kesben değil, kalben terk etmeli”. Bu sonuç Nur Dede’nin bir nasihati veya şahsi kanaati değil, Kur’an’ın hükmünün doğru anlaşılmasıdır. Biz de bu gibi örnekler üzerinde durmalıyız, düşünüp, buzdağının ucundan, altında neler olduğunu kavramaya çalışmalıyız, inşaAllah.
Aman Yarabbim ! ; ‘Kur’an’ı (daire-i itikadın konuşmasını), daire-i esbabda benim nasıl anlamam gerektiğinin düsturlarını çıkartmalıyız.’ paradikmasıyla kur’ana muhatap olmak benim dünyamda yüzyıllara bedel bir sıçratma yaşattı. Elhamdulillah ,Maşaallah…
Allah Razı olsun. Ali Abi meselenin özünü fevkalade billurlaştırmış netleştirmiş.Ayrıntılarda söylenmesi mümkün olan başka şeyler de var. Ama meselenin özü daha önemli Dolayısıyla oraya odaklanmak lazım. Tekrar Allah razı olsun .
Allah ebeden razı olsun çok çok istifade ettim.