“Takarrür etmiş usuldendir: Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil te’vil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.” Muhakemat
İslam düşünce tarihinde, özelde Eş’ari ve genelde Ehl-i Sünnet diye bilinen geleneğin temel prensiplerinden birisi, bu yukarıdaki Nursi’nin naklettiği cümlede özetlenir.
Konu görüldüğü kadar kolayca çözümlenebilecek cinsten değildir. Çok uzun tartışmalara konu olmuş ve ulemayı meşgul etmiştir. Gerçekten de halen konu, farkında olalım veya olmayalım, herkes tarafından neredeyse her gün tartışılmaktadır.
Her bir kelimesi ayrı ayrı tanımlanmaya ihtiyacı olan bu prensip, bizim gerek Kur’an, gerek hadis ve gerekse bu kaynaklara dayanarak geliştirilmiş olan “gelenek” (olumlu anlamda kullanıyorum) anlayışımızda her an etken olmaktadır.
Kelimelerin tanımını yapmak, kişinin önceden geliştirdiği anlayışına bağımlı olmak zorundadır. Bu nedenle tanımlar hakkında kesin hatlar çizmek mümkün değildir. Doğru ya da yanlış hükmü, kişiden kişiye değiştiği için konumuzun dışına çıkmamak için kelime tahliline girmeyeceğim.
İnsan bir yaratıktır. Yaratıklığı gereği, tamamen farklı bir “varoluş” (vücud) boyutunda olan Vacib’ül-Vücud Yaratıcı hakkında hiçbir surette spekülasyon yapamaz. Yalnızca böyle bir Vacibu’l-Vücudun Varlığı (mevcudiyeti) ve “olmazsa olmaz” Özellikleri (Esma veya Sıfatları) hakkında insanın ulaştığı bir sonucu dile getirir. Bu sonuç o kişinin imanıdır.
Madem Yaratıcı olan Allah’ın Zatı ve sıfatlarının mahiyetleri hakkında bir spekülasyona girmek, yaratık olan insanlar için mümkün değildir. O halde, bu yaratık alemi gözlemlemenin neticesinde çıkarılmış terimler ve kelimelerle, Yaratıcı hakkında konuşamayız. Konuşursak temelde hata yapıyoruz demektir.
Mesela, “Allah, şu kavmi şu zamanda şöyle yaptı” gibi basit bir ifade bile Yaratıcıyı, insanın şu alemi gözetlemesi neticesinde elde ettiği bir “zaman” kavramının içinde algılamasına neden olabilir. Farkında olmayabiliriz, kastetmeyebiliriz. Fakat böyle bir algılamanın yanlışlığının bilincinde olmalıyız.
Şimdi konuya giriyoruz: Nakilde (Kur’an veya Hadiste) bir ifade var, diyelim, “Şu gecede Allah melaikeye emreder ki, şöyle şöyle yapın.” Yukardaki tanımdan anlaşılıyor ki, biz insanlar kesinlikle Tevhid gereği Mutlak olması gereken Allah’ı, bir zaman diliminin içine koyarak algılamaya giremeyiz. O halde ne yapacağız bu naklin ifadesini? Tevil edeceğiz, yani yorumlayacağız.
Neye göre yorumlayacağız? Ölçümüz ne olacak?
Bu çok önemli bir sorudur. Bu sorunun cevabı “Muhakemat” eserinde şöyle değerlendirilir:
“Hem de tahakkuk etmiş: Kur’ân’ın her bir tarafında intişar eden makasıd-ı esasiye ve anasır-ı asliye dörttür. Onlar da, ispat-ı Sâni-i Vâhid ve nübüvvet ve haşr-i cismanî ve adalettir… Kur’ân’da makasıddan (bir önceki cümlede geçen dört unsurdan) başka olan kâinat bahsi istitradîdir (kasıt değil, araçtır.)” Muhakemat
Zannederim konu aydınlanmak üzere. Yorumu, Kur’an’ın “Makasıdına” göre yapacağız. Yani, bu ifadelerde kullanılan ve kesinlikle Yaratıcıya izafe edilemeyen kelimeler “istidradî”dir diyeceğiz; bunlardan maksat ne olabilir diye araştıracağız.
Böyle bir araştırmayı yaparken dikkatimizde bulunduracağımız prensipleri şöyle özetleyebiliriz:
- Tevhid (Mutlak olan Yaratıcıyı tanıma görevi)
- Nübüvvet (Bu Yaratıcı insanlara mesaj gönderir ve bu mesajı temsil edecek insan cinsinden elçiler görevlendirir.)
- Haşir (Yaratık olmak yalnızca bu dünya hayatında tecrübe ettiğimiz cinsten olması gerekmez. Eğer insanda ebede uzanmış var olma duyguları varsa, o duyguyu insana veren, insanı mutlaka ebede uzanan bir yaratılışa tabi kılacaktır.)
- Adalet ve ubudiyet (Her şey Yaratıcısını tanıtacak özelliklerle donatılarak yaratılıyor. Her bir yaratık layık olduğu kapasite ile muameleye tabi tutulacaktır. Bu bağlamda, özgür iradeye sahip kılınmış insandan da her şeye layık olduğu şekilde muamele etmesi beklenir.)
Yukarıda sıralanan prensipler dahilinde yorum yapılması zorunludur. Bu prensiplerle konuşan bir metni keyfi olarak yorumlayamayız. Akıl, nakilde Yaratıcı ile ilgili bir ifade ile karşılaşırsa, yukarıdaki prensiplere uyarak yorum yapması bekleniyor demektir.
Gelelim, örnek cümlemize: “Şu gecede Allah melaikeye emreder ki, şöyle şöyle yapın.”
Allah’ı zamana mahkum bir fiil ile tanımlayamayız. Zaman mahluk, Allah ise Halıktır, tamamen başka bir Varlık boyutundadır. Bu varlık boyutunu insan tasavvur ve tahayyül edemez. Fakat var olması gerektiğini kesin olarak anlar ve tasdik eder.
O halde bu ifadedeki “gece” tabiri insanı ilgilendirir. Sen bir “an” tasavvur et, fakat unutma ki, o tasavvurundaki ”an”ın Yaratıcısı Allah’tır, sen ise o “an”da var edilensin. Şimdi görevini yap. Nedir görevin? O anda yaratılanların Yaratıcısı Allah’tır, sen değilsin. Senin görevin Onun yaratıcı olduğunu anlamak ve tasdik etmektir.
Demek ki, zamanı yaşayan biz insanlarız. Allah ise ne yaratılmışsa onun Yaratıcısıdır. Bizim görevimiz Onun Yaratıcı olduğunu kavramaktır. Bize düşen görev, bizim tasavvurumuzda olan “an”ın kime ait olduğunun farkına varmaktır.
Kur’an’da veya hadis rivayetlerinde çokça geçen bu tür ifadeleri, mutlaka Yaratıcıyı tenzih ederek anlamak şarttır. Yoksa “Tevhid” (Yararıcının Mutlak, yani, yaratık cinsinden tanımlanamaz oluşu) prensibine aykırı bir anlayışa göre metni okuyoruz demektir. Aşırı dikkat gerektiren bir konudur. Çoğunlukla gözden kaçtığını müşahede ediyoruz.
Şimdi, Nursi’nin şu ifadesini anlamak kolaylaşıyor. Bir de bunu dinleyelim:
“Meselâ, nasıl ki dünkü güne bugün yetişmek için iki yol var: Birincisi, zamanın cereyanına tâbi olmayarak, bir kuvvet-i kudsiye ile, fevkazzaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir. İkincisi, bir sene kat’-ı mesafe edip, dönüp dolaşıp düne gelmektir.” 27. Söz
Eğer, Yaratıcının zamana tabi olmayan olduğunu anlarsak, O’nun konuşmasında Kendisine bakan yönü “fevkazzaman” olur, bize bakan yönü, “dün” veya “bugün” olur. Yani bize bakan yönü nisbîdir, görecelidir, rölatiftir.
Her “an”ımızı O’nun yarattığının farkına varmak için değerlendirecek bir eğitimden geçmeye ihtiyacımız var.
İlgili Yazı: