Kur’an’daki peygamber hikayeleri gerçek yaşam koşullarımızda nasıl bir eğitim içerisinde olduğumuzu bize gösteren aynalar gibidir. Yani bizi bize anlatan yansımalardır. Eğitimimiz maddi alemde devam ediyor olarak görünse de esas eğitimimiz varlığını inkâr edemeyeceğimiz mânâ alemimizdeki duygularımızla birebir alâkadardır.
Hayatımızda duygularımızdan arınamayacağımız gibi yaşadığımız her olayda duygularımız olmadan bir tercih yapabilmemiz çok mümkün görünmüyor. Kur’an’da anlatılan peygamber kıssaları fiziksel dünyada mânâ/duygu temelli bir yaklaşım öne sürüyor. Anlatılanların insan gerçeğiyle birebir uyuşması onların fiziki dünyada yaşanmış örnekler olduğunu gösteriyor. Bu örnekler aracılığı ile Kur’an, insanın değer yargılarının hangi esaslar üzerine kurulması gerektiğini öğretiyor.
İnsan irade sahibidir ve hür iradesi gereği önünde her zaman tercih edebileceği en az iki seçenek bulunmaktadır. Tercih yapacağımız seçeneklerin doğruluğu, yanlışlığı, avantajlı veya dezavantajlı olduğunu kıyas edebilmemiz gerekiyor. Peki hangi tercihin doğru hangi tercihin yanlış olduğuna nasıl karar vereceğiz? Burada “içimden geldiği gibi davranmak istiyorum veya duygularım bana ne yapıp ne yapmamam gerektiğini söylüyor” diyebiliriz. Bu tabirler, bir dereceye kadar doğru olsa da eksik kalıyor. Evet, içimizde duygularımız var ve duygularımıza göre hareket etmeliyiz vurgusu buradan çıkarılabilir. Ancak ne amaçla duygularımıza göre tercih yaptığımız çok önemlidir. Eylemlerimiz, seçimlerimiz ve hayatımızın amacı arasındaki ilişki nedir ve nasıl olmalıdır?
Her an değişen hayatımla ve bedenimin yaşlanıyor şekilde yaratılmasıyla beraber bana bu hayatın geçici olduğu hatırlatılıyor. Bunun nedeni varoluşun gerçeğidir. Bedenimin büyümesini veya yaşlanmasını kontrol edemiyor, genç görünen halimi koruyamıyorum. Güzel yeteneklerimi ve potansiyellerimi kaybetmek istemiyorum. Bir şeylerin sonsuza kadar mükemmel olmasını istiyorum ama olmuyor. Evrenin doğası ile benim istek ve arzularım arasında ciddi bir çelişki olduğunu görüyorum. Yapamıyorum, devam ettiremiyorum ve kendi gerçekliğimle yüzleşiyorum. Çiçeklerin solmamasını istiyorum ama soluyor. Yaşlanmamak istiyorum ama elimde olmadan yaşlandığımı fark ediyorum. Hiçbir şeyi yaratamadığımı fark ediyorum. Gençliğimin, duygularımın, ne maddenin ne de mânânın yaratıcısı ben değilim. Kendimi bu şekilde algılayarak biliyorum, “o aradığım yaratıcı ben olamam,” diyorum. Bunca yaşadığım şeyin ve bana verilen onca özelliğin yaratıcısı ben olmadığıma ve kendi kendilerine de olamayacaklarına göre, çünkü iradeleri, bilgileri yok, ancak bana evren cinsinden ve yaratılmış olmayan ve fakat bütün evrene birden varlık veren bir Yaratıcı tarafından verilmiş olmalıdır. Öyle görünüyor ki bu dünyaya kendi kendime gelmediğime göre, çünkü çevremle tam bir uyum içinde yaşamak üzere hazırlanarak gönderiliyorum, bu dünyadan kendi kendime de gidemeyeceğim.
Evrende yaratılan her bir yaratık da yaratılışları itibariyle evrenin tasarımı ve düzenine uyduklarını ve varlıklarının kendilerine ait olmadığını gösteriyorlar. Her şey anlamlı, maksatlı, hikmetli, her şey yine yaratılmış olan düzendeki kurallar dahilinde görevlendiriliyorlar. Evrenin şu anda bile bu kadar kurulu düzenini koruyarak devam edebilmesi için evrenin içinde yer alan hiçbir şeyin tercih hakkı yoktur. Nasıl var edilmişlerse öylece mevcut düzende yerleştirilmiş ve devamlı değişikliğe tabi kılınmıştır. Değiştirilerek varlıkları yenilendikleri halde düzende hiçbir aksama söz konusu değildir. Bu durum, evren cinsinden olmayan Birisinin kasıtlı şekilde bu evreni yaratmayı şu anda tercih ediyor olması gerektiğini gösterir.
Bunların bilincinde olduğumuzda maddeden ibaret olmadığımız için önümüzdeki seçenekler arasında tercih yaparken amacımızın sadece bu dünyadaki yaşamımızla sınırlandırılamayacağı kolayca anlaşılabilir. Şu anda evrendeki düzen vesilesiyle yaşayabiliyorsak bu hikmetli yaratılışın Yaratıcısı bizim yaşam koşullarımıza göre en uygun kuralları koymuş olduğundandır.
Hayatımızın amacı, tesadüfi varlıklar olmadığımızı derinlemesine düşünmektir. Evrende sürekli anlamlı bir şeyler oluyor ve insan merak ediyor. Ne oluyor hakikaten? Ben bu dünyada neyim? Ne yapıyorum? Beni yaralandığımda kim tedavi ediyor? Hücrelerim bu özelliği kendileri geliştirmeleri için bir tercih özelliğine, geleceği bilme özelliğine, kasıtlı olarak tercihleri tam bir ahenk içerisinde karşılıklı anlaşarak gerçekleştirecek özelliklere sahipler mi? Sağlıklı olabilmem için kim üzerimde kasıtlı bir tercih yapıyor? Kim bendeki yarayı benim yaramın iyileşmesi gerektiği tercihiyle tedavi ediyor benim haberim bile olmadan? Tesadüfen desem haksızlık etmiş olmaz mıyım? Tesadüfün bilinçli bir tercihi izah etmesi mantıken tutarlı mı? Değişimin ve iş birliğinin mükemmel organize edilmiş olduğu bu alemde şöyle bir düşünüldüğünde yaratılmış olmayan ve dolayısıyla bu evrenin yaratıcısının evren içerisinde bulunması mümkün olmayan Biri var olmalı sonucuna ulaşmak çok mantıklı bir karar olarak duruyor.
Rastgele bir seçim yapmak nihai amaç değildir, olmamalıdır. Geleceği bilmeyen insanlar olarak bizim her zaman iyi olarak gördüğümüz şeyi seçmemiz çözüm olmayabilir. Belki de “Bana neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlayabildiğim hissini verdin. Ve bana doğru ile yanlış arasında karar verme ve bir seçim yapma kapasitesi ve imkânı yarattın. Sen her kimsen, bilmiyorum. Seni evrende de görmüyorum çünkü evren Senin ürünün. Lütfen bu sorunu nasıl çözeceğimi bana bildir.” diyebilmeliyiz. Varoluşsal sorunlarımızın cevabını evrende ararsak cevabı yanlış yerde aramış oluruz çünkü evren zaten acziyeti ve yaratılmaya muhtaç oluşuyla “ben sana cevap veremem, ben de senin gibi yaratıldım. Yani cevabı bende arama,” diyor.
Bu dünyada ne yapıyorsam bitmemeli ve benim için anlamlı olmalıdır. Aksi takdirde anlamsız ve dolayısıyla önemsiz olacaktır. Sorularıma çözüm aramam lazım. Bu nedenle artık benim Yaratıcımla aramdaki ilişkiyi görmem, Onun özeliklerini tanımam lazım. Beni yaratan beni benden daha iyi bilmeli ise bütün muhakemelerimi, Onun hidayetine (rehberliğine) göre, Onun beni yaratmadaki maksadına uyarak, Ona teslim olarak iyiyi seçmeye, kötüden sakınmaya çalışmalıyım.
Mesela “Ben bu adama yardım ediyorum” cümlesi bilinçli olarak tercih edilmiş iyi bir seçim olarak görünüyor. Evet, doğru bir şey yapıyor olabilirim ama ne amaçla yaptığıma dikkat etmeliyim. Tercih ettiğim her şeyi hayatımın amacına göre yapıyorum. Bu nedenle esas sormam gereken soru şuna dönüşüyor: ‘Hayatımın amacı ne olmalı veya hayatın amacını nasıl anlamalıyım?’

Örneğimizdeki yardım etme durumunda veya herhangi başka bir durumda duygularımızı, aklımızı, bilincimizi kullanarak ne yapacağımıza karar veriyoruz. O halde buradaki duruşumuz bu duygunun bana yaratılarak verildiğini kabul ederek yapmak olmalıdır çünkü bu en temel ‘gerçek’tir. “İçimdeki şefkat ve merhamet duygusunu O yarattı. O kişiye yardım etmemi de O istemiş olmalı. Öyleyse ben bu dünyada Onun adına hareket ediyorum.” Nasıl? İlk olarak bu olay bilincimden geçiyor ama benim bilincim de bu bilmeceyi kendi kendine çözemiyor. Bunun üzerine Yaratıcımdan peygamber vasıtasıyla bir rehberlik (hidayet) geliyor. Bana, ‘Yaratıcını kabul etmeli ve Onun adına hareket etmelisin. Kendi adına değil,’ diyor. Bu ne anlama geliyor?
“Ben iyi bir insanım, bu kişiye yardım ediyorum,” diyemeyiz. Ben iyi bir insanım dediğimde bir şeyler eksik kalıyor. İyi bir insan olma isteğinin yaratıcısı ben değilim, bu şekilde yaratıldım. Öyleyse Yaratıcım iyidir. Bu benim kötü olduğum anlamına gelmez ama iyilik duygum Yaratıcıdan gelir. Bunu kabul edince duygularımız mutlak Yaratıcı ile mutlak bir bağlantı halinde oluyor. Her an Onunla canlı bağlantıda olduğumda Yaratıcımın adına eylemimi gerçekleştirmiş oluyorum.
Mutlak olanın adına yapılan her eylemin karşılığı da mutlak Olandan olacaktır. Yaratıcım benim kapasitemi bilerek eylemimi değerlendirecek ve bana ona göre davranacak. Misal zengin bir insandan para istesem bana gelirine oranla bir para miktarı verecektir. Parası azsa belki hiç vermeyecek çoksa belki 1000 dolar veya daha fazla verecektir. Bu kişi mutlak ise mutlaklığına göre verecektir.
Kuran bana özgür irademi nasıl kullanacağımı öğretiyor. Bilincim de dahil bana verilen ve yaptığım her şeyin Yaratıcım tarafından yaratılarak bana sağlandığının farkında olmalıyım. Kendimin sahibi değilim. Benim varlığımın sahibi O’dur çünkü benim varlık sebebim O’dur, O’ndandır. Şimdi özgür irademi nasıl kullanacağım konusunda bir rehberliğe ihtiyaç duyduğumu kabul etmeliyim. Hür irademi her an, her koşulda kullanıyorum. Mutlu olabilirim, hayatımdan memnun olabilirim, kendimi güvende hissedebilirim, korkabilirim, insanlar tarafından dışlanabilir veya el üstünde tutulabilirim. Ne olursa olsun çevremle, arkadaşlarımla, ailemle, akrabalarımla, çalıştığım yerdeki müşterilerimle vs. olan ilişkilerimde hangi ölçüleri kullanacağım? Bu dünyada gerçekten nasıl yaşayacağım? Bu yaşam koşulları Kur’an’da genellikle peygamber hikayeleri, eski milletlerin kıssalarında başlarına gelen olaylar fiziksel formlarla anlatılır. Eğitim gözümüzde canlandırabileceğimiz yaşanmış örneklerle daha etkili olur. Fiziksel örnekler birer temsildir. Bu temsillerden biz kendi şartlarımıza göre prensipler çıkartmalıyız.
Kur’an kıssalarının eğitim metodunu şu örnekte daha rahat anlayabiliriz diye düşünüyorum; Hepimiz az çok fen veya matematik dersi almışızdır. Mesela fizik dersinde karşılaştığımız bir soruda, o soruda bahsedilen olayı kavrayabilmek için soruda gördüğümüz objelere şekil-A veya şekil-B gibi temsil ifadeleri kullanırız. Bu şekillerin sahip olduğu işleve göre o soru için fizik formülleri arasından uygun olan formülü belirleriz ki soruyu doğru çözebilelim. Yani orada sembolikleştirme işlemi yaparak olayı daha iyi kavrayabilme ve daha pratik bir çözüme ulaşma imkânı buluyoruz. Aynı bunun gibi Kur’an’ın işlevi hayatımızda karşılaştığımız her sahnede uygulayacağımız pratik yaşam şekli formüllerini çıkartma kitabı olmasıdır. Evet, her hikâyede gerçek bir hayat tecrübesi anlatılıyor ama bunları bilgi veya geçmişte yaşanan efsaneler olarak okumak doğru bir metot değildir. Anlatılan olayların bizim kendi duygu dünyamızdaki karşılıklarını aramalıyız. Benim Yaratıcım bana beni eğitmek için bu örneklerle konuşuyor.
İngilizce hakkında bilgi sahibi olmak İngilizce konuşmak anlamına gelmediği gibi okuduğumuz kıssaları bilgi statüsünde bırakmak da hayatımızda uyguladığımız anlamına gelmez. Kıssalarda gördüğümüz isimlerin yerine kendi isimlerimizi koymadığımız sürece kıssalar bizim hayatımızın dışında kalmaya devam edecektir. Yani formülde geçen sembollerin veya rakamların yerine kendimizi koymalıyız ki Kur’an’ı yaşamaya başlamış olalım.
Bir karar vereceğimde bendeki tüm özellikleri kullanıp alacağım karara uyumlu hale getiriyorum. İrademi kullanırken de bilincim ve vicdanım devreye giriyor. Bu ikisi, tıpkı burun ve ağız gibi birbiriyle senkronize şekilde çalışabilen ama tamamen farklı özelliklerdir. “Yalnızca bilinçli değil, bilincin haber verdiği vicdanı harekete geçirmeliyiz.” Neyin doğru neyin yanlış olduğunu kabul eden insan gerçekliği için vicdan mekanizmasını kullanıyoruz. Bu durumda bilinç ne işe yarıyor peki? Bilinç, vicdanımın varlığının farkına varmamı sağlayan bir araçtır ve vicdanın işlevini idrak etmeme yardımcı olmak için vardır. Bilinç, kendi gerçekliğimin farkına varmamı sağlar. Şuurumuz olmasaydı vicdan bende olduğu halde varlığını fark edemediğim için işlevsiz olurdu. Örneğin bir insan şuurunu kullansa ama vicdanını kullanmasa dünyada olup bitenlerin varlığından haberdar olur ve fakat onların gerçek yüzünü anlayamazdı. Bu yüzden bilincimizin haber verdiği vicdanımızı dürüstçe kullanacak şekilde tercihlerimizi yapmalıyız. Yani peşin yargılarla vicdanın haber verdiği varlığın gerçeğini inkar eden bir tercih yapmamalıyız.
Bilinç maddi evrenden aldığı verileri işleyerek çalışır ve eşyanın varlığından ve onlardaki özelliklerden haber verir. Eşyadaki özelliklerin kaynağını sorgularken mantığımızı kullanırız ve vicdan bize neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bildirir. Fakat mantığımızı yönlendiren insanın hür iradesidir. Vicdanın haber verdiği eşyanın gerçeğini onaylayacak veya bahanelerle reddedecek delilleri toplamak üzere mantığımızı bizim iradi tercihlerimiz yönlendirir. İnsan hür iradesi ile yaptığı tercihten sorumludur. Zaten çalışan ve görevini otomatik olarak yapan bilinç ve vicdan bizim sorumluluğumuz dahilinde değildir. Bilinç, bir kişinin muhtaçlığından haber verir. Vicdan, bu muhtaç kişiye yardım et çağrısında bulunur. Akıl yardım etmenin yollarını arar ve insanın yaptığı tercihe göre bir sonuca ulaşır: “Ben çok iyi bir insanım” der. Veya “benim Yaratıcım bana bu özellikleri vererek beni görevlendiriyor ve dolayısıyla iyi olan benim Yaratıcımdır” der. Akıl, iradenin yaptığı tercihe göre delil toplamaya başlar. Bu deliller gerçekten var olan deliller olabileceği gibi gerçekte var olmayıp spekülatif ve bahaneci deliller de olabilir. İnsanın vicdanı ve mantığı bunların gerçek veya yakıştırma deliller olduğunu bildirir ve fakat insan iradesi bu bildiriye göz kapatıp tercih yapabilme özgürlüğüne de sahip kılınmıştır. İnsanın en birinci sorumluluğu iradesini dürüst veya bahaneci şekilde kullanmasındadır. Buna çok dikkat etmeliyiz.
Özetlersek, vicdan, doğruyu veya yanlışı yapmanın ve hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu belirtmenin merkezi demektir. Kur’an’da duygularımız insaniyetimizin ana motoru olarak takdim edilir ve genellikle “kalb” kelimesi ile dile getirilir. Bir anlamda insan, iradesi ile duygularını yönlendirerek kendisini ya gerçekçi yapar veya bahaneci yapar. Mesela, “bu varlıklar bu mükemmelliğe kendi kendilerini geliştirerek ulaşmış olamazlar mı? Neden olmasın ki?” diyebilir. Maddenin var edildiği düzen dışında hiçbir tercih yapma, geleceği bilme, diğer bütün varlıklarla anlaşıp en mükemmel şekle girme gibi hiçbir özelliği olmadığı halde, “belki de doğal olarak vardır” diyerek bahane uydurabilir. Doğal ne demek diye sormaz bile…
Kur’an’ın benzetmesinde, bizi esas insan yapan şeyin vicdanlarımız (el-Kalb) olduğu öğretilir. Vicdanımız ruhumuzun bir özelliğidir. Her şeyde olduğu gibi bu da direkt olarak Allah dediğimiz Yaratıcımız tarafından verilir. Ruhumuz bir anlamda Yaratıcımızın ruhundan üflenmiştir. Yani Yaratıcımızı tanıyabilmek için gerekli tüm donanımlarla yaratıldığımızı bildirir. Bedenim o kadar anlamlı bir şekilde hazırlanıyor ki, bu dünyada yaratılmadan önce ruhum aracılığıyla Yaratıcımla olan ahdimi, bağlantımı gerçekleştirmeye imkan verecek özelliklerle donatılarak düzenlendiğini görüyorum.
اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۜ قَالُوا بَلٰىۚۛ شَهِدْنَاۚۛ اَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّا كُنَّا عَنْ هٰذَا غَافِل۪ينَۙ (“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Onlar, cevaben: “Elbette!” derler, “Buna tanıklık ederiz!” [Bunu, böylece deneyimliyoruz ki] Kıyamet Günü’nde, “Doğrusu, bizim bundan haberimiz yoktu” demeyesiniz, (A’raf, 7: 172)) Peki ne anlama geliyor? Bu antlaşma “Ben yaratıldığımın bilincindeyim, mantığım da, duygularım (kalbim, vicdanım) da bunu onaylıyor” demektir. Yaratılışımda bana Yaratıcıyı tüm kapasitemle mantıki gerekçeleri olacak şekilde kabul etme yeteneği verilmiş olmalı ki bedenimin bu dünyada yaratılmasından sonra da bu söz tutarlı olabilsin. Ancak bu antlaşmayı onaylayıp onaylamama konusunda şu anda özgürüm. Bu dünyada özgür bir eğitim atmosferinde eğitilme fırsatı verildi bana. Hangisini seçersem seçeyim sorumluluk bana ait olacak.
Şimdi ayeti çalışmaya geçebiliriz.
وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰٓى اُمِّ مُوسٰٓى اَنْ اَرْضِع۪يهِۚ فَاِذَا خِفْتِ عَلَيْهِ فَاَلْق۪يهِ فِي الْيَمِّ وَلَا تَخَاف۪ي وَلَا تَحْزَن۪يۚ اِنَّا رَٓادُّوهُ اِلَيْكِ وَجَاعِلُوهُ مِنَ الْمُرْسَل۪ينَ
Ve bunun içindir ki, [Musa doğduğu zaman,] annesine: “Onu [bir süre] emzir” diye ilham ettik, “ama o’nun başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman o’nu nehrin sularına bırak; ve (o’nun için) korkma, üzülme; çünkü Biz o’nu sana geri getireceğiz ve kendisini elçilerimizden bir elçi yapacağız!” (Kasas, 38: 7)
Kur’an’ın bu suresi Mekke yaşamının geç döneminde nazil olmuştur. Demek ki Peygamber hâlâ Mekke’de ve şehir veya kasaba halkının şiddetli saldırısına uğruyor.

وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰٓى اُمِّ مُوسٰٓى اَنْ اَرْضِع۪يهِۚ
Ve bunun içindir ki, [Musa doğduğu zaman,] annesine: “Onu [bir süre] emzir” diye ilham ettik, (38: 7)
Burada Musa’nın annesi kimdi diye düşünmek bize fayda vermez. Kendimiz anne isek kendimizi, değilsek yeni doğum yapmış bir annenin halini düşünmeye çalışalım. Günlük hayatımızda anneler gökyüzünden bebeği emzirmeleri gerektiği ile ilgili bir ses duyuyorlar mı? Hayır. Peki böyle bir ses duymadılarsa neden bebeklerini emziriyorlar hiç düşündük mü? Veya nereden bildiler bebeklerini emzireceklerini? Veya çocuğuma bakmam gerekiyor, diyen anneler neden böyle diyorlar? Laik medeniyet bu olayın adını koyamıyor. İçgüdü deyip geçiştiriyor. Bir olaya isim vermek o olayın açıklandığı anlamına gelmez. İçgüdü deyince de annelik duygusunun varlığı açıklanmış olmaz. Annelik içgüdüsünün varlığının nereden geldiği seküler eğitimde sorgulanmıyor. Ancak anne bu duygunun kendinde olduğunu fark eder. Bu duyguyu yaratmak için herhangi bir efor sarf etmediğinin bilincinde olan anne için bu duygunun kendisine verildiğini anlaması kadar insani bir durum yoktur. Kur’an’ın tarifi ise ilginçtir. “Onlara Biz ilham ettik, yani yaratılışlarında böyle bir duygu ile donattık,” der. Vicdanları olduğu için bebeklerine bakmaları gerektiğini hissederler. Bebek doğduktan sonra annenin bedeninde annelik duygusuyla beraber süt yaratıldığı için anneye “bebeğini emzirme vakti geldi,” mesajı iletilmiş olur. Bebeğin, sütün, annelik duygusunun kendinden olmadığını bilen bir anne Yaratıcısının adını anmaktan kendini alamaz. Bebeklerini emzirmeleri de amaçsız değildir. Tüm bu yaşam senaryolarının Yaratıcı tarafından eğitimimiz için belirlendiğini unutmamalıyız. Bebeğini emzirirken rızık verenin/ yaratanın kendisi olmadığını gözlemler kendine dürüst davranan bir anne. Eşi de rızkın çalıştığı iş dolayısıyla değil bizzat Yaratıcı tarafından gönderildiğine şahit oluverir. Öyle ya, ne çiftçi, ne maddenin kendisi ve ne de baba eve taşıdığı yiyecekleri yaratmış değildir, yaratılmış bulmaktadır. Ne demişler efendim; çocuk rızkı ile gelir/yaratılır. Ne mutlu o muhteşem sahnenin mânâsını görebilenlere!
*Islam From Within Youtube kanalında yayınlanan “Part-2, I Found Myself in the Story of Moses – 11/25/2020” başlıklı video kaydı çalışılarak hazırlanmıştır.