Hadis Okumaları Müzakereler Usûle Dair

Hz. Peygamber’i (asm) Sevmek Nasıl Olur?

Hz. Peygamber'i (asm) Sevmek Nasıl Olur? | Ha-Mim

Habibe – Bugün okuduğum kitapta yazar nefsini dinlediği ölçüde kendini çok sevdiğini itiraf etmiş. Ve de Allah’ı ve Resulünü sevebilmenin ilk adımının kendini sevmekten vazgeçmek olduğunu belirtmiş.

Ve kitapta Asr-ı Saadet tablosundan bir örnek sunulmuş.

Hz.Ömer (r.a),her zamanki dürüst ve mert tavrıyla, Resul-i Ekrem’e (a.s.m) gelir ve O’na ”Seni kendim hariç herkesten çok seviyorum” der. Bu dürüst ifade karşılığında aldığı cevap, “Ya Ömer, beni kendinden de çok sevmedikçe, felaha eremezsin” olur. Ömer (r.a.) o dakikada bunu söylemez; zira, içi-dışı bir olan, riya ona şirk kadar ağır gelen bir mü’mindir. Öylece günler geçer. Ve bir gün, Ömer (r.a.) gelir, ”Ya Rasullallah ” der, ” Seni kendim dahil herkesten daha çok seviyorum.”

Evet kendimizi sevmekten vazgeçelim ama nasıl!!

Mehmet Ali – Güzel bir soru. Bunun cevabının birinci kısmı şu: Hz. Ömer, peygamberi kendi canından çok sevmiş demek ki benim de aynı şekilde sevmem lazım(mış) diyerek peygamber sevilmez… Bir kere bunu çok iyi anlamamız lazım.

Çünkü maalesef bizim “Müslüman” ülkelerin menkıbe kültüründe hep bu vardır ve başka birşey yoktur. Gözleri yaşlı, “onlar bir başkaydı, peygamberi kendilerinden daha çok seviyorlardı, biz ise bakın onu o kadar sevmiyoruz demek ki iyi müslüman değiliz” diye duygu sömürüsü ile karışık hiç insana yakışmayan bir tavırla güya millete peygamber sevgisi aşılamaya kalkıyorlar… Külliyen yanlış ve de taklit.

Birinci halletmemiz gereken bu. Daha sonra kendimize sormamız gereken şu: Bir kişiyi neden severiz biz? Şu anda hayatımızda bulunan sevdiklerimizi ve saygı duyduğumuz insanları düşününce peygamberi neden ve nasıl sevmeliyiz sorusunun cevabını buluruz diye düşünüyorum. (İpucu: Sevdiklerimiz içerisinde hangisini, sevmem lazımmış diye seviyoruz???)

Ali Mermer – Çok güzel bir konu. Gündeme getirenlerden Allah razı olsun.

Açıkçası şunu anladım, doğru mu?

Kısacası, Peygamberi sevmek demek, onun tercihini, kendi tercihime tercih etmek demektir. 

“Kendimden başka herkesin tercihini reddederim ve senin tercihini kabul ederim, Ya Rasulallah!” manasına gelen bu sevgi sınırlaması, çok önemli bir problemi içeriyor ki, Rasulullah (asvs) reddetmiş. Rasulullah’ı (savs) sevmek, onun tebliğini benimsemek ve tercih etmek demektir. Kaşına, gözüne aşık değiliz galiba! Muhammed’i (savs), Rasulullah olarak tanımaktır. Onun getirdiği ve hayatıyla da “en güzel örnek” olarak bize rehberlik ettiği mesajı, eğer kendimden (kendi tercihlerimden) daha fazla sevmeyeceksem, neye yarar ki?!!

Zaten sorun da burada değil mi? Rasuller, Allah’ın mesajını getirip bizim bu mesaja kendi rehberlikleri altında tabi olmamızı bildirmenin ötesinde neden sevilirler ki? Bu konu açıklık kazanmazsa, biz bir “kahraman” seviyoruz demektir; Rasulullah (Yaratıcımızın elçisi, Allah’ın benim Kendisine tabi olmamı istediği elçi, Rasul) sevilmeyecek de kendimiz mi sevilecek?

En can alıcı noktayı hadis güzelce anlatıvermiş. MaşaAllah!

Abdullah Berâ – 

Onun getirdiği ve hayatıyla da “en güzel örnek” olarak bize rehberlik ettiği mesajı, eğer kendimden (kendi tercihlerimden) daha fazla sevmeyeceksem, neye yarar ki?!!

Doğru ama belki biraz açmak gerekirse peygamber sevgisinin birinci mertebesi var ve bu mertebe nefsani bir sevgi içeriyor.

Sevdiklerimizden hiç birini sevmem lazımmış diye sevemeyiz ama mesela anne-baba sevgisi ile peygamber sevgisi farklı gibi geldi bana. Şu açıdan: Anne baba sevgisi fıtri bir şekilde içimizde var, onları hep yanımızda ve ihtiyaçlarımızı karşılarken, bize şefkat gösterirken görmüşüz vs.

Peygamber sevgisi ise sonradan elde edilebilecek ve elde edilmesi gereken bir şey. Bunu “peygamberi sevmemiz lazım, sevelim” manasında söylemiyorum. Mesela anne babamızın ihtiyaçlarımızı karşıladığını nasıl görüyorsak, Peygamberin (s.) ihtiyaçlarımızı karşıladığını da o şekilde görmeliyiz. Anne babamızın bize şefkatini nasıl hissediyorsak, Peygamberin (s.) şefkat göstermesini de o şekilde hissetmeliyiz. Bu ancak tahkiki iman eğitimi ve tefekkürle olur.

Risalede bunun örnekleri var. Hani der:

Meselâ, senin gayet sevdiğin birtek evlâdın sekeratta ölmek üzere iken ve meyusâne elîm ebedî firakını düşünürken, birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i Lokman gibi bir doktor geldi, tiryak gibi bir macun içirdi. O sevimli ve güzel evlâdın gözünü açtı, ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor, anlarsın. (11. Şua)

Evet, bu insan ne kadar büyük bir sevinç duyar ve ilacı veren o zata ne kadar minnetdar olur. Resulallah’ın (s) getirdiği nur (vahiy, mesaj) ile ebediyyen kaybettiğimiz yakınlarımız, ebedi kaybedeceğimiz kendi hayatımız aniden canlanıyor. Bunu hisseden insan Allah Rasulünü sevebilir.

Bir parmaklığın arkasında olsak; diğer taraftaki çocuğumuza vahşi bir köpek saldırıyor olsa ve biz çaresiz bir şekilde onu seyrediyor olsak. Çocuğumuz ağlıyor, bağırıyor, korkuyor, kaçmaya çalışıyor, bizden yardım istiyor ve bir köpek (ebedi ölüm) salyalarını akıtarak çocuğa doğru koşuyor. Bir şey yapamıyoruz. O halet-i ruhiyeyi hissedin. Tam çocuğu ele geçirecekken bir zat ortaya çıksa ve çocuğu kurtarsa… O zata neyimiz varsa veririz. Bir ömür minnet duyarız.

Sahabenin çok söylediği bir söz vardır: “Anam babam, tatlı canım sana feda olsun ya Rasulallah”. Bu bir hakikati ifade ediyor. Sahabe önceki hallerini hatırlıyordu ve vahyin, Rasullulahın (s.) getirdiği mesajın ne demek olduğunu tam hissediyordu. Bu, Rasullullah’a karşı büyük bir minnet ve sevgi duymalarına sebebiyet veriyordu.

İşte aşağıdaki alıntıkları masal gibi okumayıp tefekkürle hissetmemiz lazım. Bu şekilde Allah’ın Rasulü’nü (s.) severiz.

31. Söz, 4. Esas, 5. Meyve

Meselâ, seninle biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki, herşey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı; her taraf müthiş cenazelerle dolu; işitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların vâveylâsıdır. İşte biz şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte, biri gitse, o memleketin padişahından bir müjde getirse, o müjdeyle bize yabancı olanlar ahbap şekline girse; düşman gördüğümüz kimseler, kardeşler suretine dönse, o müthiş cenazeler, huşû ve huzûda, zikir ve tesbihte birer ibadetkâr şeklinde görünse; o yetimâne ağlayışlar, senâkârâne “Yaşasın”lar hükmüne girse; ve o ölümler ve o soymaklar, garatlar terhisat suretine dönse; kendi sürurumuzla beraber herkesin süruruna müşterek olsak, o müjde ne kadar mesrurâne olduğunu elbette anlarsın.

***

Seninle biz sahrâ-yı kebir gibi bir mevkideyiz. Kum denizi fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan, elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, meyus ve ümitsiz bir vaziyette olduğumuz dakikada, birden, bir zât, o karanlık perdesinden geçip, sonra gelip bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misal bir yerde istikbalimiz temin edilmiş, gayet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzar edilmiş bir yerde bizi koysa, ne kadar memnun oluruz, bilirsin.

İşte, o sahrâ-yı kebir bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hadisat içinde harekât-ı zerrât ve seyl-i zaman tahrikiyle çalkanan mevcudat ve biçare insandır. Her insan, endişesiyle kalbi dağidar olan istikbali, müthiş zulümat içinde, nazar-ı dalâletle görüyor. Feryadını işittirecek kimseyi bilmiyor. Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur. İşte, semere-i Mirac olan marziyât-ı İlâhiye ile, şu dünya gayet kerîm bir Zâtın misafirhanesi, insanlar dahi Onun misafirleri, memurları, istikbal dahi Cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebediye gibi parlak göründüğü vakit, ne kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın.

31. Söz, 3. Esas, 1. Müşkül

Onuncu Sözün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi, Ulûhiyet, mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil, en âzamî bir derecede zât-ı Ahmediye (a.s.m.) dinindeki âzamî ubûdiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir. Hem Hâlık-ı Âlemin nihayet kemâldeki cemâlini bir vasıtayla göstermek, mukteza-yı hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil, en güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedâhe, o zâttır.

Hem Sâni-i Âlemin nihayet cemâlde olan kemâl-i san’atı üzerine enzâr-ı dikkati celb etmek, teşhir etmek istemesine mukabil, en yüksek bir sadâ ile dellâllık eden, yine bilmüşahede o zâttır.

Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatında vahdâniyetini ilân etmek istemesine mukabil, tevhidin en âzamî bir derecede, bütün merâtib-i tevhidi ilân eden, yine bizzarure o zâttır.

Hem Sahib-i Âlemin nihayet derecede âsârındaki cemâlin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zâtîsini ve cemâlinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini âyinelerde mukteza-yı hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil, en şâşaalı bir surette âyinedarlık eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren, yine bilbedâhe o zâttır.

Hem şu saray-ı âlemin Sânii, gayet hârika mu’cizeleriyle ve gayet kıymettar cevahirlerle dolu hazine-i gaybiyelerini izhar ve teşhir istemesi ve onlarla kemâlâtını tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir surette teşhir edici ve tavsif edici ve tarif edici, yine bilbedâhe o zâttır.

Hem şu kâinatın Sânii, şu kâinatı envâ-ı acaip ve ziynetlerle süslendirmek suretinde yapması ve zîşuur mahlûkatını seyir ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yı hikmet olarak onlara o âsar ve sanayiinin mânâlarını, kıymetlerini ehl-i temâşâ ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir surette cin ve inse, belki ruhanîlere ve melâikelere de Kur’ân-ı Hakîm vasıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedâhe o zâttır.

Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîmi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksat ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlâkını ve mevcudatın “nereden, nereye ve ne oldukları” olan şu üç sual-i müşkilin muammâsını bir elçi vasıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vâzıh bir surette ve en âzamî bir derecede, hakaik-i Kur’âniye vasıtasıyla o tılsımı açan ve o muammâyı halleden, yine bilbedâhe o zâttır.

Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, bütün güzel masnuatıyla kendini zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli nimetlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure, onun mukabilinde, zîşuur olanlara marziyâtı ve arzu-yu İlâhiyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir surette, Kur’ân vasıtasıyla o marziyat ve arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbedâhe o zâttır.

Hem Rabbü’l-Âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidat verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya müptelâ olduğundan bir rehber vasıtasıyla yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil, en âzamî bir derecede, en eblâğ bir surette, Kur’ân vasıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifa eden, yine bilbedâhe o zâttır.

Mehmet Ali – 

Kısacası, Peygamberi sevmek demek, onun tercihini, kendi tercihime tercih etmek demektir.

Peygamberi sevmeyi ben şöyle anlıyorum: Benim için bir anlam ifade edecek ve kendi dünyamda uygulayıp kullanabileceğim ve benim için çok değerli bir yeri olacak bir şey söylemeli bana peygamber ki ben onu seveyim.

Mesela, ben neden Nur-u Muhammed geldi diye sevinip durayım ki — eğer o nurdan önceki halimde kendimi karanlıkta görmemiş isem? Nur, adı üzerinde aydınlık demek. Karanlıkta olduğunu bilmeyen birisi neden nura sevinsin? Seviniyorsa, taklit ediyor demektir…

İsmini her duyduğumuzda Peygambere salat ve selam getiririz, doğru mu? Neden? Getirmek “vacib” olduğu için mi? Eğer bunun için yapıyorsak, getirdiğimiz salavatın hiç bir anlamı yok…..

Bir kişiyi anma adına bir kelam çıkıyorsa ağzımızdan o kişi ile “doğrudan” ve organik bir şekilde bir bağ olmalı aramızda. Bu bağı tesis etmeden önce salavat getirmenin hiç bir kıymet-i harbisi yok. Senin tanımadığın, ilişki kurmadığın, içinde yaşadığın dünyayı yorumlama adına dersinden ve öğretisinden yararlanmadığın birisinin adı geçince niye selam olsun ona diyesin ki??? Selam, o kişinin bizim üzerimizdeki eğitmenliği kadar selamdır.

İşte bu yüzden, Habibe hanımın sorduğu soru çok kritik: Kendimizden vazgeçelim ama nasıl??? Biz bu vazgeçmeyi şöyle gözlerimizi yumup, kendimizi sıkınca ulaşılacak birşey zannediyoruz. Çünkü doğru yöntemi bilmiyoruz. “Hz. Ömer ve diğer “sahabe efendilerimiz” peygamberi canlarından çok severlerdi” diye anlatılan menkıbeleri dinleyerek o ihlasa ulaşılacağını zannediyoruz ve etrafımızdaki bütün söylem bu maalesef.

Hergün elli kez salavat getirenlerin dünyalarında yukarıda bahsedilen anlamda “peygamber” yok. Ne için salavat getirip duruyorlar acaba???

Zübeyir – Peygamberi nefsinden fazla sevmek meselesini iyice anlamak için herhalde biz neyi ne için severiz gibi mevzulara da bakmak gerekir. Yoksa sevmeyi sadece kabul ve izan etmek olarak algılamak eksik bir tanım olsa gerek. Çünki bir şeyi sevmek başka bir şey, bir şeyi mantıklı bulmak ve öyle olması gerektiğini düşünmek başka bir şey, bir şeye tabi olmak ve bir şeyi tercih etmek daha başka bir şey.

Çoğumuz hatırlarız, üniversite imtihanına girmeden önce “psikolojik çatışma” örneklerini bize öğretip dururlardı. Mesela bir çocuk bir şeyi seviyor yapmak istiyor ama ebeveyninin tepkisinden çekindiği için o işi yapamıyor veya yapsa bile zihninde hep o “ebeveyn ne der?” korkusu var. Veya aynı çocuk bir şeyi sevmiyor (lezzetli bulmuyor) ama ebeveyninin memnun olacağını düşündüğü için yapıyor. Bu da bu çocuğun hislerinde çatışmaya ve tahribe neden oluyor. Biz de hislerimizi adam akıllı terbiye edemediğimiz için bunun pek çok örneğini gündelik hayatımızda yaşıyoruz.

Bu nazarla, Peygamberi nefsinden fazla sevmeyi ben manevi cihazlarımızın çatışmaya girmeden hepsinin birden isteyerek onun mesajına tabi oluşunun önemli bir anahtarı olarak anlıyorum.

Anladığım kadarıyla nefsimizi sevmemizin sebebi lezzetlerimizin ve kemalimizin hakiki aracının hatta belki de kaynağının nefsimiz olduğunu sanmak. Nefsi bizzat sevmenin neticesi de onu “istediğin her şeyi al; istediğin gibi hareket et” diyen “heva”ya tabi olmağa götürüyor. Eğer lezzetlerimizin ve kemailimizin hakiki aracının başka bir şey olduğunu doğrudan anlayabilirsek onu severiz. Bu anlamda peygamberi (asm) sevmek, O’nun (getirdiği nur ve mesajın) hakiki lezzet ve kemalimizin kaynağı olduğunu anlamakla olur. Bunu tasdik edip hakkıyla kabul edebilirsek, peygamberi nefsimizden daha çok sevebiliriz ve pürüzsüz ve can-ı gönülden “onun tercihini kendi tercihime tercih edebilirim” diyebiliriz.

Bu Resulullah sevgisinin izan neticesi olmadığı anlamına gelmez. Aksine A. Berâ hocamın örneklerini aktardığı gibi peygamberin mesajının benim dünyama lezzet ve kemal noktasında neler getirdiğini izan edebilirsem ve bu şekilde nefsimi ikna edebilirsem böylece nefsim peygamberi kendinden daha fazla sevebilir. Yoksa peygambere tebaiyet sadece aklen bile olsa ikircikli kalır, çatışma halinde bir tercih olur. Aklım yine önemli olan başka deliller ile de peygambere tabi olmayı yani onun tercihini kendi tercihime tercih etmeyi kabul edebilir ama her şeye lezzet penceresinden bakan nefsim ikna olmadıysa peygambere (asm) tabi olmak, severek, çatışmasız tabi olmak anlamına gelmeyebilir. Bunu aşmak da kolay bir şey değil, nefsi sürekli ikna ve terbiyeden sonra elde edilebilecek bir şey olsa gerek.

Risale-i nuru nefsi bu şekilde terbiye etme sistematiği açısından çok güçlü buluyorum. Özellikle sözlerin bölümlerinin sıralaması bana bu anlamda çok manidar geliyor.

İlk sekiz sözde (hatta dokuzuncuyu da katabiliriz) her şeyi lezzet penceresinden değerlendiren nefse diyor ki “işte hakiki lezzet; işte hakiki elem, işte hakiki lezzeti bilenin hali; işte bilmeyenin hali… tercih senin”. “Üstelik bak! Sen bir yolcusun; senin lezzetin uzun vade ile alakalı. Anlık şeylere bağlanarak ve kendine itimad ederek lezzet alamazsın ve mesud olamazsın” deniliyor. Hatta 9. sözde bile her vakitte kılınan namaz’ın ruha ve kalbe getirdiği istirahat ve lezzete ciddi bir şekilde vurgu yapılıyor. Çünkü hala nefis ikna edilme aşamasında. Sonra 10. söze gelince, “Bak! sana uzun vade (yani yolcuğun devamı) var, ancak bunu hesaba katarak yaşayabilir ve ancak uzun vadede sana selamet getirecek şeylere yönelmekle lezzet bulabilirsin demiştik; işte bu uzun vade’nin varlığının delilleri” deniyor gibi. Bütün bu noktalarla nefis ikna edildikten sonra ancak 11. söze gelindiğinde insana “işte senin yapman gerekenler, vazifelerin bunlar” diyor. Yani nefsin vazifeye girmeye ikna olmasından sonra hakiki vazifeler takdim ediliyor. Sonra 12. ve 13. sözlerde de işte seni bu vazifeden alıkoyacak, senin gitmen gereken yolun zıddı olan yollar ve nazarlar, işte bunlardan haberin olmalı ve bunlardan kaçınmalısın” diyor diye anlıyorum.

İlgili Yazılar:

Yazar hakkında

Müzakereler

Çeşitli imani konular üzerine yapılan e-posta yazışmaları Müzakereler kullanıcı ismiyle yayınlanmaktadır.

Yorum yazın