Bütün mesele Kur’an okumadaki maksadın farklılığından kaynaklanıyor.
Krallar kural koyarlar, ta ki yönetimi tesis etsinler. İçeriği önemli değildir. Halk vergisini (haracını) verip itaat ettikten sonra önemli değil, isterlerse kraldan nefret etsinler, maksat hâsıl olmuştur.
Din de böylesi bir eğilime maruz kalabilir. Dinî hayatı bir düzene oturtmak isteyenler kural koymaya meyyaldirler. Bu durum dinde düzen olmayacak anlamına hiçbir surette alınmamalıdır. Otorite önemlidir. “Din” adına bir otorite temsili için görev yapmaya başlandığında, “din” kurallara büründürülmek zorundadır. Kuralların içeriği önemli değildir artık.
Tarihi gelişmeleri özetle değerlendirecek olursak aynı eğilimin izlerini görürüz. Hz. Davud ve Süleyman Peygamberlerin (aleyhimüsselam) hayatında yönetim ile Risâlet’in birleştiğini görüyoruz. Eski Ahit’ten Zebur’u (Psalms) ve Süleyman’ın Dualarını (Songs of Solomon) okuduğunuzda tamamen bir tevhid eğitimi görürsünüz. Sanki Kur’an okuyorum zannedersiniz (Tercümeler dolayısıyla detaylardaki kaymalar hariç.) Zamanla Yahudi hahamları bu geleneği, dini liderler olarak Beni İsrail’in yönetimini de üstlenmeye kalkınca Musevi dini kurallardan ibaret kaldı. İçerisi boşaltıldı.
Hristiyanlıkta ise, Museviliğin kurallara ve Yahudi hahamlarının otoritesine indirgendiği bir dönemde, Hz İsa (aleyhisselam) Museviliğin içi boşaltılan imanı esaslarını yeniden ihya için görevlendirildi. Ne zaman ki Hristiyanlık geleneğinde din adamları sınıfı ortaya çıktı, krallar bu dini liderleri kendi otoritelerine ortak alma çabasına girdiler. Doğu Bizans İmparatorluğunun kuruluşunda böyle bir çabanın rolünü herkes bilir. İznik Konsülü (325) tamamen İmparatorun boyunduruğunda kalmayı tercih eden din adamlarının kabul ettikleri bir din anlayışını, imparatorluğun resmi dini olarak ilan ettiler. Teslis akidesi de bu Konsülün ürünüdür. Din adamları geleneği hâkim oldukça, bugünkü Katolik dediğimiz toplum, bir din adamanın yanılmazlığına dayanan ve neredeyse her dini faaliyeti kurallara boğan, insanların İncil’i okumasına dahi müsaade etmeyen, ancak din otoritesinin dediğine inanmak (eğer buna iman denirse) ve o kuralları uygulamak zorunda olan kitlelere dönüştü. İmparatorlar ile dini liderler işbirliği yaparak yönetime ortak oldular (Haçlı seferlerinde aynısını görüyoruz. Zahirde din adına gibi olmasına rağmen, aslında imparatorların tercihleri gerçekleşmişti.)
İslam tarihinde gelişmeler daha değişik bir iz takip ediyor. Önce çok büyük sayıda insanlar İslam’ın hakikatlerine davet ediliyorlar ve halk toplulukları bu hakikatleri benimsiyor ve İslam’a giriyorlar. “Şimdi İslam diye yeni bir dünya anlayışıyla karşılaştım, ne yapmam lazım, hayatımı nasıl tanzim etmeliyim?” sorusu gayet fıtri olarak insanların ilk derdi haline geliyor. Her hangi bir otorite peşinde olmayan ve genellikle de sultanlar tarafından, kendilerine tabi olmadıkları için cezalandırılan ulemanın çok halisane niyetleriyle, bu insanların ihtiyacına cevap verme çabaları neticesinde, şimdi adına “mezhepler” dediğimiz bir tür eğitim tarzı gerçekleşiyor.
Bu gelişmenin yanı sıra da, dini kendisine dert edinen ve Kur’an ve Rasulullah savs’in rehberliğinde dini öğrenmek isteyen birçok ulema imana dair meselelerde derinlemesine bir araştırmaya girişiyorlar. Tarihî gelişmelerin hangi yönde gerçekleştiğini anlamak için ise, medrese eğitim sistemindeki değişim aşamalarına dikkat etmek gerekir. Sultanlar daha çok kendi amaçlarına hizmet edecek ulemayı tayin ederek medrese sistemini gittikçe, Arapça gramerini ve şimdi adına “fıkıh” dediğimiz, daha çok pratik uygulamaya yönelik eğitim tarzını hâkim kılıyorlar. Medrese mezunları yönetimin “memurları” olarak görev yapmaya namzet oluyorlar. Dolayısıyla, sultanların yönetiminde çalışanlar (her âlimin aynı şeyi yaptığını söyleyemeyiz. Burada bir genel eğilimi tespit ediyoruz) dini, kuralları öğrenmek ve öğretmeye indirgeyerek, imana dair konuları “ezberlettirerek” veya “tarihi bilgileri aktararak” halka naklediyorlar (istisnaları elbette var ama azınlıkta.)
En sonunda gelinen nokta: Din, ilmihal bilgisinden ibaret kalıyor. “Kara Davud,” “Mızraklı İlmihal” ve en son modern şekli ile de “Büyük İslam İlmihali” halkın başucu din kaynakları oluyor. Arapça bilen, miras hukukunu (feraiz), suyun hükmünü (abdest için), namazın artık kurallaşmış hallerini ezbere bilen, orucun farzını, vacibini, sünnetini vs. bilen, yani İslam İlmihalini ezberleyenler “âlim” sıfatıyla halkın dinî rehberi oluyorlar. Bu zatları yetiştiren kurumlara da “medrese” ismi veriliyor.
Özellikle 19’uncu asrın ikinci yarısına gelindiğinde, İmparatorluk maddi gücünü kaybetmesiyle, dünyanın lideri durumunda olan toplum büyük bir “entelektüel kriz”in içinde buluyor kendisini: İnandığını iddia ederek uyguladığı “dini ibadetler”in nedenlerini sorgulamaya davet eden genellikle Avrupa kıtasında geliştirilen düşünce akımları, İslam toplumunun içine rahatlıkla sızıyor. Çaresizlikten bir reaksiyondan ileri gitmeyen tavır ulemanın silahı oluyor: “Biz gâvurlara mı tabi olacağız?” Cevapsızlık apaçık ortada iken, ulema kendilerini yenilemek yerine, daha da bir dogmatiklikle problemi, “otorite”nin desteği ile halka hâkim olmayı tercih eden bir duruma dönüştürüyor. Bütün ümitler, “dindar bilinen Sultanların desteğini kazanmaya” ve dolayısıyla “yönetimi ele geçirme” çabalarına bağlanıyor. Hala bu anlayışın ve çabaların İslam dünyasında hâkim olduğunu görmeyen kalmamıştır, inşaAllah: Yönetimi ele geçirerek İslam’ı hâkim kılma!
Bu gelişmelerin tek bir istisnasını görüyoruz: Bediüzzaman Said Nursi! (Dikkat ederseniz ilk defa “Bediüzzaman” lakabını kullanıyorum. Ne kadar korkuyorum kişi yüceltilerek fikir savunma hastalığından! Bu zatın hak ettiği lakabı bile kullanamaz oldum. Ama şimdi kendi kendime, “Gel de bu zatın hakkını verme” dedim ve kullandım.)
Nursi, dünyadaki gelişmeleri takibe ayırdığı Van valisinin kütüphanesindeki 17 yıllık hayatının sonunda öğrendiklerini uygulamaya koymak üzere İstanbul’a 1908’de geldiğinde ilk vazifesi, “İslam’ın hürriyet dini olduğunu” ilan etmek ve ikinci vazifesinin de, “Medreseler ıslah olmalı” teşhisini koymak olarak görüyoruz. Sultanlarla işbirliği yapmanın imkânsızlığını anlayan Nursi, (Akıl hastanesine gönderilmesinin ne kadar büyük bir ihsan-ı İlahi olduğunu anlayalım, lütfen) kaleme sarılıyor ve önce “Muhakemat” eserini yazarak, Kur’an’ın anlaşılmasında takip edilecek hassas konuları ulemanın dikkatine sunuyor. Kim bu çağrıya evet diyor? Hiç kimse!!!
Nursi çaresizlikten, başlıyor kısa ve küçük ebatlı eserlerle kendilerini Müslüman bilen insanları, Kur’an’ın temel eğitimini almaya hazırlamaya (Mesnevi-i Nuriye.) Kullanılan dil, takip edilen usul, halkın tamamen yabancı olduğu bir durum. Mesela, “Zeylü’z- Zeyl” adlı, o zamanın en büyük entelektüel krizinin cevabı olan ve sonradan “Tabiat Risalesi” olarak gayet sade bir dil ile yayınlanan “Naturalizme Reddiye” mahiyetindeki bu kitabını kimsenin okuyup anlamadığını farkediyor. Ulema, Nursi’ye gayet yabancı kalıyor, sanki “Bu adam ne diyor, yahu?” dercesine. Alışılmışın dışında bir yaklaşım. Temel iman esaslarını insanlara öğretmeyi amaçlayan bir USUL! Hiç de alışılmış bir “halkın eğitimi usulü” değil. Halka söylersin ne yapacağını, yapar ve işte din budur! Tarihi gelişmeler din adına mürekkep yalamışları bu hale getirmişti zaten.
Nursi, gelişmelerin can damarını yakalamış: “Müminlerin ağzından dinsizlik işmam eden kelimeler çıkıyor” bunun çaresini bulmak lazım. Halka temel iman eğitimi vermek lazım. Halkı Kur’an ile tanıştırmak lazım olduğunu, Kaderin de yönlendirmesiyle (1924 sürgünü ile) artık bizzat uygulamaya koymanın vazgeçilemez zorunluluk olduğunu anlıyor ve tek başına “kaleme” sarılıyor. (Dikkat, ne silaha ve ne de otoriteye!) Anarşiye ve siyasete karşı tavrını, “İMAN EĞİTİMİ”nin olmazsa olmaz zorunluluğunu farketmiş bir şuurlulukla RİSALE-İ NURLARI yazmaya başlayarak uygulamaya koyuyor.
Bu gelişmeler bize çok şey anlatıyor. Müslüman diye bilinen toplumlarda hala bin yıllık geleneğin izlerinden kurtulamamak sanki onulmaz bir hastalık halinde yaygın. Risale-i Nurları okuyanların bazılarının bile dönüp dolaşıp hala o geleneğin çerçevesi içerisinde Risale-i Nurları değerlendirdiklerini görüyoruz. Risale-i Nurlar bir iman eğitim rehberidir. Dinin pratikte uygulanmasını önerdiği muamelatın ve ritüellerin kurallarını belirleyen ilmihal kitapları kategorisine konulmamalıdır.
İlmihal kurallarına göre namazın “kabul olup olmadığını” konuşmanın ne kadar, “Namazın” esas manasını ihmal etme hatası taşıdığını vurgulamayı garipseyip, “Ne yani, namazın kabul şartları diye kurallar yok mu?” dememeliyiz. Yeter! Artık halkın hep bu kurallarla meşgul edilip, iman esaslarının kavrandığı ve uygulamaya konulduğu bir dinî hayat eğitimine davet etmek zamanı çoktan gelmiştir. Risale-i Nurların takip ettiği USULÜn kıymetini takdir etmek olmazsa olmaz görevimizdir. Çokbilmişlik yapıp, “Fıkhı inkar mı ediyorsunuz?” itirazlarına karşı artık, “Yeter kardeşim, yeter! İman elden gitti gidiyor, gençlik çırpınıyor boğulmamak için, ne çare ki boğuluyorlar, şu Allah’ın dinini, Allah’ın ve Rasulünün takdim ettiği şekliyle takdim etmek zorunlu hale geldi. Gelin hep beraber Kur’an ile yapılan tebliğin Kur’an’ca eğitimine girelim,” diye bağırma zamanı çoktan geldi. Fıkhî kuralları öğretmek adına iman elden gitti, şimdi kaybedileni bulmak gerekir. Herkesin evinde Büyük İslam İlmihali zaten var. Modern sekülarist yöneticiler Büyük İslam İlmihalini yayınlayan ve destekleyenlerdir. Onlar bu görevi zaten yapıyorlar. Diyanet bu işin resmi organıdır. Yüzbinlerce “din görevlisi” bu işi yapıyor. Sana-bana ihtiyaç yok. Temelde ihmal edilen meseleye hamiyetimizi harcamamız gerekir. Bin yıllık hatayı, hala “din elden gidecek” diye korkarak canlı tutmaya ne gerek var?