Ha-mim’de geçtiğimiz hafta sonu (05. 02. 2023) yapılan Lahikalar dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=TkFNo4qt7lQ), Barla Lahikası’ndan 204-209 arasındaki mektuplar okunup müzakere edildi. Özellikle aşağıdaki paragrafın da olduğu 209. Mektup’la ilgili çok faydalı müzakereler paylaşıldı:
“…Fakat, kardeşim, sen şimdi iki vazifeyi görmekle mükellefsin: Biri, kardeşim Hulûsi Beyin vazifesini; biri de, evlâd-ı mâneviyem ve biraderzâdem ve bir dehâ-i nuranî sahibi olmak pek muhtemel olan Abdurrahman’ın vazifesi de size ilâve edildi. O benim hakikî bir vârisim idi. Yazdıklarımı ve malımı kendi malı telâkki ederdi, öyle de sahip oluyordu. Sen de bundan sonra yazı ve sözleri, senin hocanın yazısı diye tutma; kendi malın ve senin sözlerindir bil, öyle sahip ol. Hakkı Efendiye söyle ki, o da kardeşim Abdülmecid yerinde kendini anlasın ve onun vazifesiyle mükellef olduğunu bilsin.” (Barla Lahikası, İstanbul 2020, s. 216).
Müellifin, talebesi Hulusi Bey’e yazdığı bu mektupta geçen, “Risaleleri kendi malı gibi bilmek” hakkında çok değerli tefekkürler ortaya konuldu. Bir müzakereci şunları söyledi: “Risaleleri kendi malı bilmek için iki aşamadan geçmek gerekir diye anlıyorum. Birinci aşama kişinin ona olan ihtiyacını fark etmektir. Yani kişi ‘iman hakkında açıklamalar içeren bu tefsir tam da benim sorularıma cevap veriyor, benim problemlerimi çözüyor, beni imanda güvene ulaştırıyor’ diye fark etmesi lazım. Diyelim ki, eğer ben bunun farkına varırsam, okuduklarımdan tatmin olursam zaten otomatik olarak onlar benim oluyor; orada anlatılanlar benim malım haline geliyor. İkinci aşama ise bundan sonra, -tabir caizse- bu malımın zekatını vermek yani muhtaç olanlarla bunları paylaşmak gerekiyor. Niye? Çünkü Allah bana böyle bir mal verdi, -elbette maddi anlamda bir mal değil- bundan mahrum olanlara benim bu malı ulaştırmam lazım. İhtiyacımı fark edip okuduğumda, orada yazılı olanları anlayıp duygularıma sindirdiğimde bunlar bana mal oluyor, o kadar ki kitabı yok etseniz bile onlar benim dünyamda yankı bulduğu için bütün varlığı ile devam ediyor. O zaman başkaları için şöyle diyorum: ‘Ben bu ihtiyacımı şöyle karşıladım yani yemek ihtiyacımı şu nimetlerle karşıladım, senin de aç olduğunu biliyorum, -zira aç olmayana, açlığını hissetmeyene yemek verilmez, verilse kıymetini bilmez-, sen de benim gibi bu yemeği ye, ihtiyacını gider’. Şu da var ki, bunlar maddi cinsten olmadığı için bunların zekatı kırkta bir değildir. Hatta kırkta kırkını versek bizim için daha iyi olur. Zira bu durumda bizde bir eksilme olmadığı gibi, bu vesile ile o hakikatleri kendi alemimizde daha çok pekiştirme imkanı buluruz. Sonuç olarak metinde geçen ‘Risaleleri kendi malımız olarak görmeyi’ ben böyle anlıyorum. Yoksa bunu ‘Risalelerin basımını kendim yöneteceğim’ diye anlamak bu eserlerde ifade edilen hizmet prensipleriyle çok örtüşmüyor gibi görünüyor.”
Bundan sonra Mektubun sonunda yer alan, “Hem sizde ve müstemiinde iştiyak olduğu zaman okuyunuz” cümlesi üzerine aynı müzakereci söz alarak şunlardı ifade etti: “İhtiyaç iştiyakı doğurur. İştiyak kendi kendine çıkmaz. Ben bir ‘ihtiyaç’ içinde olurum, onu karşılamak için bir çabanın, bir gayretin içine girerim. O zaman ‘iştiyak’ ortaya çıkar. Söz gelimi, istediğiniz kadar önüme su sürahileri koyun; eğer susuzluk hissetmezsem beni hiç ilgilendirmez. Hatta ‘bunun burada ne işi var’ diye iterim bir kenara. Susuz isem, orada sürahi olmasa dahi aşkla, şevkle ‘nerede su var’ diye aramaya girerim. İşte böyle ihtiyacı olan insanlara ulaştırmak lazım hakikatleri. İhtiyacı olmayanın önüne koysanız ne diyecek? ‘Hikaye anlatıyor bunlar’ deyip geçer gider. İnsanlar kıvranabiliyorlar; ya imanlarının olmaması sebebiyle, ya imanla ilgili konularda akıllarına gelen şüphelerle, ya imanının kemale ermemiş olması sebebiyle. Ama bilmiyorlar ki bunların kaynağı nerede? İşte böyle insanlara kaynağı hatırlatacak şekilde Risalelerin ilgili bölümlerini takdim etmek gerekiyor. Bu da meselenin başka bir boyutu. Bu tür insanlara usulüne uygun olarak ‘ben senin ihtiyacını biliyorum, senin sıkıntılarına deva olacak hakikatler burada var’ demek gerekiyor.”
Bu açıklamalarla bağlantılı olarak moderatör şu soruyu gündeme getirdi: “Pek çok insanın imanî problemi var. Ya bazı inanç konusunda şüphe taşıyorlar, ya bazı hususları tasdik etmekte zorlanıyorlar. Yahut imanı taklitte kaldığı için bunun yol açtığı bazı sorunlarla yüz yüze gelip tereddütler yaşıyorlar. Fakat insanlara bu konuda zaafları olduğu söylenince kabul etmiyor, ‘Biz inanmıyor muyuz, inançsız mıyız?’ türünden tepki veriyorlar. Bu durumda nasıl bir yol izlemek gerekiyor?” Önceki müzakereci şunları dile getirdi: “Bir insana, ‘senin imanda problemin var’ dendiği zaman bu bir ithamdır. İnsan hiçbir zaman bir itham altında kalmaktan memnun olmaz. Onun için ‘Senin imanda problemin var’ demek yerine, ‘İman şudur aslında, eğer böyle bir imana yahut inanca ulaşırsak, şu şu problemler çözülüyor, şu şu sıkıntılar gideriliyor’ demek lazım.”
“Şu çok önemlidir: Genellikle kendimizden örnek vererek konuşmak. Bu, insanlarla ilişki kurarken çok tavsiye edilen bir husus. Kendi hayatımızda geçmişte yaşadığımız veya şu anda yaşadığımız olay yoksa, o zaten bizim kalbinizden çıkmaz, dilimizden çıkar. Karşı tarafın da kalbine ulaşmaz. Niye? Yani yaşanmamış bir şeyden bahsediyor gibi. Ama bizim gerçekten yaşadığımızdan bahsetmemiz lazım. O aşamadan geçen bir kimse, ‘Ben şöyle sıkıntılar yaşamıştım, sonra şöyle bir anlayışa ulaştığımda sıkıntılarımın gittiğini görmüştüm’ vs. diyerek kişiyi yanına almaktır, karşısına almak değil. Üslup hassasiyeti içinde olmak lazım. Kişiyi karşıma alıp bir yarışma gibi, bir üstünlük iddiası ile sanki ben hoca, karşımdaki öğrenci gibi tavır takınırsam, karşı taraf, -o da insan, onun da onuru var- kendini müdafaa etme ihtiyacı hisseder. Bu davranış şeklinden uzak durmak gerekir.”
Bundan sonra başka bir müzakereci de şunları ifade etti: “Risalelerden istifade etmenin başlıca sebebi olarak ‘ihtiyaç’ dile getirildi. Bu, bana çok önemli geliyor. Bilindiği gibi ‘ihtiyaç’ın zıddı ‘istiğna’dır. Bir kimse kendisini müstağni görürse yani kendine yeter, ihtiyaçsız görürse -müzakerelerde ifade edildiği gibi- arayış içinde olmaz, mahrum kalır, hatta istiğnası onu ‘taşkınlığa’, yerine göre ‘azgınlığa’ götürür. Nitekim çoğumuzun bildiği Alak suresinde (ayet: 6-7) ‘Kellâ inne’l-insâne leyatğâ en raâhü’stağnâ: Hayır, insan kendini müstağni görürse muhakkak ki tuğyana gider’ buyrularak bu hakikate işaret ediliyor.”
Ardından chat kutusuna yazarak veya konuşarak konunun değişik yönlerine dair dikkate değer müzakereler paylaşıldı. Konuya ilk dikkat çeken müzakereci tekrar söz alarak özetle şöyle dedi: “Bu konu beni çok meşgul ediyor. Nerede durmak gerekiyor, nasıl bir usul takip etmek gerekiyor, üslubu nasıl ayarlamak gerekiyor? Bunların zihnimizde, en azından belli ölçüde oturması lazım. Az önce bir ayete dikkat çekildi. Ben de konuyla ilgili başka bir ayeti hatırladım. Meşhur, bildiğimiz bir ayet: ‘…Lime tekûlûne mâ lâ tef’alûn: Niçin yapmıyor olduğunuz şeyleri söylüyorsunuz?’ (61: 2). Bu ayet genellikle münafıklarla ilgili olarak anlaşılmış; tamam onları da kapsar ama bize çok tatlı bir mesaj veriyor: Sen yaşamadığın bir hali nasıl olur da başkasına anlatırsın? Bizim önce kendi dünyamızda yaşamamız, hazmetmemiz, hissetmemiz, sonuçlarını görmemiz gerekiyor, ta ki daha sonra bu hali başkasıyla paylaşabilelim. Onun için insan ilişkileri üzerine çalışan uzmanların ‘kendinizden örnek vererek yola çıkın’ şeklindeki tavsiyeleri bu ayetin mesajı ile bağdaşıyor.”
Dersin devam eden kısımlarında ‘eğitimde ben dilini kullanmanın önemi’, ben dili ile ‘bence’ diye başlayan konuşmaların ortak ve farklı yönlerine dair tefekkürler devam etti. Kendi adıma çok yararlı bir ders oldu. Allah razı olsun.