وَوَضَعْنَا عَنكَ وِزْرَكَ
94:2. “Yükünü senden alıp atmadık mı?”
İnsanın zihninde ve ruhunda yük olarak taşıdığı şeyler nelerdir? Özellikle modern insanın yüklendiği şeyler gerçekten onun ihtiyacı olan lüzumlu şeyler midir? Biraz dikkat edersek aslında içinde yaşadığımız kültürün bizi çok fazla sorgulamadan gücümüzün yetmediği şeyleri yüklenmeye zorladığını fark ederiz. Örneğin, bir evde bulunması gereken eşyalar konusunda neredeyse herkesin hemfikir olacağı bir liste vardır. Bu eşyaların gerçekten bir insanın insaniyetine katkısı olup olmadığını sorgulamak asla akla gelmez. Akla gelse bile toplum ve kültürün baskısıyla istemeyerek de olsa uzun vadeli borçlara girilerek o eşyalar alınır. Böylece her gün zihnen meşgul olunacak ayrı bir problem türüne daha yer açılarak insanın sırtına ruhen sıkıntıyı artıracak bir miktar daha yük eklenmiş olur. Bu hayat tarzı, insanın esas problemi olan varlığını anlamlandırmaya zaman ayırmasına fırsat vermez. Borçlar, faturalar, taksitler, ziyaretler, ağırlamalar derken insan enerjisinin, sağlığının ve zamanının çoğunu gerçekte insaniyetine hiçbir faydası olmayan, belki yalnızca zorunlu veya zorunsuz bedeni ihtiyaçlarını karşılayan bu yükleri taşımaya ayırır ve harcar. Bu yoğunluk içerisinde asla kendine zaman ayırıp da ben neyim, neden yaşıyorum, nerden geldim, nereye gidiyorum, benim akıbetim ne olacak, neden hiç ölmek istemiyorum, neden hep mutlu olmak istiyorum gibi hayati soruları soramaz ve cevap arayamaz. Çünkü esas önemli olan bu kısma asla sıra gelmez. Modern insan, yüklenmiş olduğu lüzumsuz ağırlıklar altında zihnen ve ruhen ezilip tükenmektedir. Bu suni yüklerin ağırlığından kurtulabilmek için varlığımızın dayanağını ve maksadını sorgulamamız gerekir.
Gerçekten ihtiyacımız olan şeyler varlığımıza anlam kazandırabilmelidir. Aksi halde birer yük olmaktan öteye gidemezler. Anlam kazandırmayan her şey bizi gerçekliğimizden de koparır. Özellikle modern teknolojinin yücelterek hayatımıza soktuğu araçlar, cansız birer nesne olmanın ötesinde kendimizden çok onlara mal ve canımızla harcamalar yapmamızı gerektirecek biçimde tasarlanmıştır. Bir otomobil, sağladığı ulaşım konforunun yanı sıra sürekli bakım ve yakıt masraflarıyla insanın bütçesine yük olur. Öyle bir medeniyet içerisindeyiz ki bizi otomobile muhtaç bir hayata zorluyor olmasını asla sorgulamayız. İletişim maksadıyla imal edildiği iddia edilen telefonlar bir insandan neredeyse bütün gün tamamen kendi yüzüne bakmasını ister. Her şeyle alakasını kesip sadece telefonun ekranına odaklanmış bir insanın kendi gerçekliğini düşünmesine asla vakti olmaz. Eskiden at veya deve ile yolculuk eden insanlar bu hayvanları sever, besler hatta onlarla konuşarak arkadaşlık ederlerdi. Soğuk teknolojinin konuşan kutuları olan arabalarda bu dostluğu bulmak ne mümkün? Hayvan yaşlanıp öldüğünde geriye kalan yavruları büyütülüp hizmetimize sokulur. Oysa bir araba kullanılamaz hale geldiğinde çok daha fazla para ödeyerek yenisini almak gerekir. Benzer şekilde ağaç, çiçek, çalı, çayır, ot ve çimenlerle de dostluk kuramaz hale getirdi bizi bu teknoloji medeniyeti. Onlarla konuşmak aklımızdan geçmez. Daha da ötesi bitkilerle konuşmaya çalışmak toplumda pek normal karşılanmaz. Yaratılış gerçeğine bu kadar uzağız. Şehirde at ve deveyle dolaşalım ve her şeyi bırakıp ağaçlarla konuşalım demiyoruz. Dikkat çekmek istediğimiz nokta insana mutluluk vaat eden medeniyetin insanı ne hale getirdiğidir. Demek ki başka çareler aramak mümkündür. Zira insanların çoğu bu suni mutluluktan çok uzakta ve sefalet içinde yaşamaktadır. Sefaletin tek ölçüsü para değildir. Bir insanın bütün gününü bedeni ihtiyaçları karşılamak için çalışarak geçirmek zorunda kalması gerçek sefalettir. Sözün kısası, teknolojik konfor beraberinde bir yaşama tarzı getirir ve buna uymaya insanı zorlar. Teknoloji, kazanmak ve kendini yenileyerek yeni ihtiyaçlar üretip daha çok kazanmak için insanları tüketime zorlar. Daha çok tüketim daha çok çalışmayı zorunlu kılar ve bu kısır döngü böylece devam eder. Teknolojik kolaylıklar insanın maddi tarafına, cesedine hizmet etmeyi gaye edinir. Oysa insan cesetten ibaret değildir. İnsanın mana arayan, emniyet ve huzura aç bırakılmış tarafı yani ruhu gıdasızlıktan ölmek üzeredir. Ruh kendini Varlık Kaynağına bağlamak ister. Oysa insan bu sesi duymaz. Asıl dikkat edilmesi gereken budur. Daha çok üretim, daha çok satış, daha çok kazanç, daha çok tüketim ve nihayetinde doyumsuzluğun zirvesine ulaşarak ölüme varmak. Bu şekilde ölmek gerçekten insanı dehşete düşüren bir sondur. İnsan ruhen mutmain olup huzur ve emniyet içinde ölmek ister. Hız, öfke, tutku ve zenginlik ise insanı karanlık ve dipsiz bir kuyuya yuvarlanıp ebediyen yok olmak korkusuyla, hayatı tamamen anlamsız ve doyumsuz biçimde geçirmeye davet eder.
Ölüm nedir? Ölmekten neden korkarız? Eğer bedenimizin hücreleri tesadüfen oluşmuşsa neden hayatı çok seviyoruz ki? Hücreler bu hissiyatın varlık kaynağı olabilir mi? Ciddi biçimde sormamız lazım: Hayatın manası nedir? Hür irademizle kendisine tutunup da yaşayabileceğimiz bir mana var mı bu hayatta? İnsana en mantıklı gelen cevap bu hayatı Varlık Kaynağı ile izah etmektir. Bütün bu varlıkları var eden Kim ise insanı da var eden O’dur. Varlık veren aynı zamanda var olmaktan lezzet almayı da var edendir. Özellikle insan bilinçli bir şekilde varlığını, kendisini Yaratana atfederse bu lezzet zirveye ulaşır. Kalben mutmain olup ferahlar. Fakat bu ferahlamanın zihnen ve aklen sürekli desteklenerek yenilenmesi gerekir. Çünkü insan bir süre sonra yeniden kendi gerçekliğini unutarak asıl vazifesini yani kendisini Var Edeni tanımak için kâinattan deliller toplamayı unutup fani şeylerle uğraşmaya dalıp gidebilir. Bu durumda akıl ve zihnin uyarısıyla yeniden toparlanıp kendine gelir ve huzurun nerede olduğunu hatırlar. İnsanın hayattaki esas yükü varlığın manasızlığından doğan çaresizliktir. Nasıl ve ne ile ferahlayacağını bilememektir. İşte bu ayet, Peygamber (SAV) örnekliğinde insanın ruhen nerede ve nasıl mana bularak sırtındaki bu yükün ağırlığından kurtulacağını öğretiyor. Kendini Var Edene bağlayarak ebediyen var olma ve mana bulmayı yani iman ederek Yaratıcısına güvenip yaşamayı öneriyor. Onun yarattığı alemin, Onun Kendisini tanıttığını ve varlıkların birer “vaad” olduğunu öğreterek sanki “Bunları yaratan Ben senin ebedi mutluluk isteyen talebini sana verdim ki Bana yönelip Benden bu mutluluğu isteyebilesin” der. Ona teslim olmanın yolunu öğreterek bizi suni yüklerden kurtarıp hürriyetimize kavuşmaya davet eder. İnsan ebediyen var ve mutlu olmak istiyor. Bunu gerçekleştirebilecek olan ise ancak ve ancak Mutlak Rahman ve Rahim olan Yaratıcımızdır.

ٱلَّذِىٓ أَنقَضَ ظَهْرَكَ
94:3. “Ki o yük belini iki büklüm etmişti!”
İnsanın Yaratıcısını tanımasıyla ölüm, bu dünya hayatını ebedi hayata bağlayan bir köprü olur. Bunun farkına vararak Yaratıcısına teslim olan bir insan, hayatta başına gelen her şeyin kendi gerçekliğini anlamaya vesile olmak gayesiyle vuku bulduğunu idrak eder. Dünyadaki hiçbir şeyin başıboş ve gayesiz olmadığını bilir. Eğer Yaratıcı senden yükünü alıp emniyete kavuşturacağım demişse buna tüm kalbiyle inanır ve Yaratıcının kudretinin bunu gerçekleştireceğinden emin olur. Bu emniyet ve farkındalık derecesi arttıkça hayatta zor görünen her şey kolaylaşmaya başlar. Bu bilinç düzeyi arttıkça insan ruhen ve zihnen rahatlayarak feraha erişir. Bu bilinçle, modern hayatın sırtına yüklediği sahte ihtiyaçlardan uzaklaşarak gerçekten ihtiyacı olan şeyleri seçerek alır ve lüzumsuz yükleri taşımaktan kurtulur. İnsanın gerçek ihtiyacı, kâinat şahitliğinde Yaratıcısını tanımakla ulaşabileceği huzur ve emniyet halidir. Buna ulaşmaya vesile olabilecek her şeyi almaya ve bundan uzaklaştıracak her şeyi ise terk etmeye çalışarak aradığı huzuru bulabilir. Peygamberler insana bu hakikati öğretmek için gönderilir. Şeytanın insanı zincire vurması demek, onun kendi hakikatini unutarak ömrünü lüzumsuz işlere harcaması demektir. Peygamberler ise insana kendi varlığını ve diğer varlıkların varlığını dikkate alarak Yaratıcıyı tanımayı öğretir ve böylece insanın zincirlerinden kurtularak hür olmasını sağlar. Peygamberler içinde yaşanılan kültürün değil Yaratıcının verdiği mesajı dikkate alarak hayata tatbik etmede örnek olurlar. İnsan Yaracısını değil de ait olduğu kültürün hayat anlayışını benimseyerek yaşamaya çalıştığında Yaratıcıyı tanıma eğitiminden uzaklaşır ve bu onun belini iki büklüm eden bir yük olur. İşte Peygamber (SAV) örneğinde Rabbimiz, Yaratıcıyı tanıyarak insanın ruhen girdiği eğitimle insaniyetine aykırı yükleri taşımaktan kurtulmayı öğretmiştir. Her insan, bu örnekliği dikkate alıp kendi şartlarında Yaratıcıyı tanıma eğitimine girerek yanlış varlık tasavvurlarının ruhuna verdiği sıkıntı ve ağırlıklardan kurtulabilir.
Peygamberler sadece birer uyarıcıdır. Onları öldürmek demek getirdikleri mesajı dinlemeyip gereğince yaşamamak demektir. Fakat böyle davranan bir insan, Allah’ın reçete olarak sunduğu mesajı kendisi için ölü yani faydasız hale getirir. Mesaja ve Peygambere uymayan bir insan, kendi açısından mesajı da Peygamberi de öldürmüş demektir. Bu durum, aşağıdaki ayette şöyle ifade edilmektedir:
“Ve ‘Allah’ın elçisi Meryem oğlu İsa’yı öldürdük’ diye gururla ilan ettiler. Halbuki onu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler. Fakat bu olay onlara öyleymiş gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilafa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler.” (Nisa, 157).
Geçmişten günümüze kadar birçok savaşta öldürme fiili işlenmiştir. Peki, aslında öldürmenin kastı nedir? Öldürülmek istenen aslında fikir ve düşüncedir beden değil. Yoksa bir insanı bedenen öldürmenin ne anlamı olabilir ki? Benzer şekilde, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmek istenmesi neyi temsil eder? Aslında öldürülmek veya çarmıha gerilmek istenen Hz. İsa’nın getirdiği mesajdır. Peygamberler Allah’a giden yolu tarif eden mesajı getirirler. O’na giden yolu tarif eden mesaj asla kaybolmaz ve ortadan kalkmaz. Kâinat yaratılmaya devam ettiği sürece zaten Yaratıcının mesajı hala var demektir. Bu fiili mesaj Sözlü Mesaj olan Vahyi zorunlu kılar ki insanlar fiili mesajın anlamını kavrayabilsinler. Her makina yanında kullanım kılavuzuyla gönderilir. Bu bakımdan Hz. İsa’nın mesajı hala hayattadır. Aynı şekilde Hz. Muhammed’in getirdiği mesaj da halen hayattadır. Bir insanı fiziki olarak öldürmek, mesajı öldürmek anlamına gelmez. Peki mesaj nasıl öldürülür? Mesaja zıt olan bir karşı argüman ortaya çıkararak veya reddederek. Bir insan, kasten mesajı reddedip ondan faydalanmaktan mahrum kalabilir ama mesaj ebedidir. Bir Fizikçiyi öldürerek Fizik bilimini ortadan kaldırmak mümkün müdür? Hayır. Aynı şekilde peygamberler de öldüler ama onların getirdiği mesaj hala yaşıyor. Hz. İsa’yı öldürdüklerini sandılar çünkü onun görevini ve getirdiği mesajı maddi ölçülere tabi tuttular. Tıpkı şeytanın Hz. Âdem’i bedeninin yapısıyla değerlendirmeye tabi tutması gibi. Şeytan diyor ki, ben balçıktan üstünüm, Ateş, varlık ve derece olarak daha üstündür. Yani ben Âdem’i daha yüksek dereceli görmüyorum. Dolayısıyla şeytanın yolunu izleyerek Hz. İsa’yı beden şeklinde görenler, şeytan gibi Hz. Âdem’i de balçık şeklinde görmüştür. Seküler medeniyet de insanın balçık yönü olan bedenine hizmet etmeyi insana hizmet etmek zannettiriyor bize. Kur’an’ın şeytanın yolu diye tanımladığı hayat anlayışı işte budur. Ama melekler, Hz. Âdem’i Allah tarafından üflenen ruhu yönüyle değerlendirdiler. Ve melekler, Allah’ın ruhunun Hz. Âdem’in bedenindeki tecellisine secde ettiler. Hz. İsa da aslında bedeniyle değil ruhuyla peygamberdir, tıpkı diğer peygamberler gibi mesajında Allah’ın ruhunu, yani insanlara gönderdiği mesajını temsil eder.
وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَ
94:4. Senin (peygamber olarak getirdiğin mesajın) anılmasını yüceltmedik mi?
İnsanlara Varlık Kaynağını tanıyarak yaşamayı öğreten Peygamber (SAV) onlara ebedi mutluluğun yolunu da göstermiştir. Böylelikle onun insanlar nezdindeki hatırlanışı diğer bir ifadeyle zikri, üstün bir nitelik ve saygınlık kazanmıştır. Çünkü insanlar vahyin bu öğretmeniyle birlikte ebedi mutluluk ve huzurun yoluna girmişlerdir. Getirdiği mesajla insanları Allah’a bağladığı için takdir edilmiş ve edilmektedir. İnsan, öğrendiklerinin değerine göre öğretmenini takdir eder. Eğer birisi size basit bir konuyu öğretirse, ona göre öğretmesini takdir edersiniz. Ama biri size hayatınızı ebediyen kurtaracak bir şey öğretirse, elbette bu kişiyi ebediyen takdir edip teşekkür edersiniz.
Allah’ın Peygamber (SAV) aracılığıyla gönderdiği mesajdan yararlandığımızda varlığımızı Allah’a bağlarız. Peygamber’in (SAV) temel görevi, insanları Varlık Kaynağı ile tanıştırmaktır. Bu tanıtma vesilesiyle onun zikri yücelir. Elçiyi getirdiği mesajı ile tasdik eder, varlığımızı tüm varlıkların Varlık Kaynağına bağlarız. İşte “zikir” veya “salavat” diğer bir ifadeyle Peygamber’in (SAV) mesajını onaylama, kabul etme ve destekleme bu manaya gelir. Ayrıca, kişisel miracımız olan namazda da manen yükselip Ebedi Varlık Kaynağımıza bağlanırız. İnsan, fikren ve zihnen eğitime girdiği sürece Rabbiyle irtibat halindedir. Öte yandan Allah’ın insanı yaratırken ruhundan üflemesi (32: 9.Ayet), insanın Allah’ın bir parçası olmasını değil fakat O’nun özelliklerini yansıtma istidadıyla yaratılmış olmasını ifade eder. İnsanda tezahür eden özelliklerin tümünün esas kaynağı Allah’tır. Örneğin, bilme özelliği insanda vardır ve Allah’ın bilme yani Mutlak Alim özelliğini yansıtır. Fakat insanın bilmesi Allah’ın bilmesi gibi mutlak değildir. Allah bilginin varlık kaynağıdır, insan ise Yaratıcısının Bilgi Kaynağı olduğunu tanımak için kendisine aletler verilmiş bir yaratıktır. Tıpkı bir nesnenin kendisi ile aynadaki görüntüsünün aynı olmaması gibidir. Bu bakımdan senin zikrini yüceltmedik mi mealindeki ayet, insanın halife olarak Yaratıcısının niteliklerini idrak etme ve yansıtma mertebesine yükseltilmesi biçiminde de anlaşılabilir. Çünkü eğer Kur’an Yaratıcımızın bize rehberlik yapan bir konuşması ise buradaki لَكَ ذِكْرَكَ (senin zikrini), “Ey okuyucu senin anılmanı” anlamına gelen ayeti, bize hitap ediyor diye de okumak gerekir.
*Islam From Within Youtube kanalında yayınlanan “Quran-Universe Parallel Reading: Chapter Inshirah– Part 2–10/17/18” başlıklı videonun transkriptinin çevirisidir.