سَيَصْلَىٰ نَارًا ذَاتَ لَهَبٍ
111:3. “O, alevli bir ateşte yanacak.”
Leheb kelimesi alevli ateş manasındadır. Kendi varlığı ve diğer varlıkların varlık kaynağını tanımayan her insan bu tanımazlığın neticesinde kendini alevli bir ateşe atar. Kur’an birçok terimi mecaz olarak kullanır. Ateş kelimesi daha çok insanın ruhunu huzursuz eden, dayanılması güç bir iç sıkıntısını tasvir eder. Ebediyet arzusundaki ruhun istediği cevabı bulamayan veya aramayan bir kişi fani meşgalelerle ömrünü heba eder. Ortalama bir ömür süresince her insanın kendini sorgulama ve varlığına mana bulması için yeterince fırsat ve imkânı olur. Fakat dünyaya, şimdiki medeniyetin bize sunduğu hayat tarzına, ömür boyunca yapılan gündelik işler ve alışkanlıklara ayrılan zaman az değildir. Çalışma, beslenme, barınma ve diğer ihtiyaçlar için ömrün önemli bir kısmı harcanır. Çocukluk ve ilk gençlik dönemlerinden sonra aklı başında düşünmek için kalan zamandan ihtiyaçlara ayrılan kısım da çıkarılınca insanın kendisine ayıracağı vakit neredeyse hiç kalmıyor bu çağdaş “gelişmiş!” hayat koşullarında. Hele günümüz eğlence ve enformasyon çağının teknolojik araçlarının şekillendirdiği hayat biçiminde değil vakit, insanın kendisi bile yok hükmündedir. Bu zamanda insan, anlamsız biçimde ölüp gitmeye mahkûm bir canlıdır. O yüzden, olabildiğince zevk aldığı şeylerle uğraşmalıdır. Bu zevki sağlayacak araçları elde etmek için bütün bir ömür çalışmalı ve tüketmelidir. Sadece iş, ev ve tüketim merkezleri üçgeninde en verimli yıllarını harcamalıdır. Artık çalışamaz hale gelince de ev ve hastane arasında zamanın büyük kısmı geçer. En sonunda da ömür bitince mezara konur ve dünyayla alakası kesilir. Modern insan, böylece kendi gerçekliğini sorgulamaya hiç vakit bulamayacak şekilde bir hayata zorlanır. Bu zorlamayı aşabilen ve kendi gerçekliğinin farkına varabilen insan sayısı çok azdır. Bunu yapabilmek için bilinçli bir şekilde insaniyetini sorgulamak ve varlığına mana bulmak amacıyla çalışmak şarttır. Dünyada hayata mana verebilecek yaşama biçimleri ve dinleri dikkatle inceleyip kendine cevap verebilecek olan bir anlayışı bulmak gerekir.
Modern insanın zihninde ölüm hep arkalara itilen bir kavramdır. Bizzat ölüm gelene kadar insanın dünyasında böyle bir kavramı hatırlamaya imkân vermeyecek bir yaşama biçimi dayatılmıştır. Başkalarının ölümünü duyar ve fakat çabucak unutur. Başkalarının ne yaşadığını merak etmez ve o yaslı anın ivedilikle gündeminden çıkması için çabalar. Ani bir seyahat veya heyecan verici bir keşifle ölümün yalın gerçekliğinden uzaklaşmaya çalışır. Oysa ölüm, ölmez. Hep oradadır. Her insana eşit uzaklıktadır. Güneşi görmemek için gözleri kapatmanın bir yararı yoktur. Bu hakikatin farkına varan insan, ben ne yapıyorum ve neden yaşıyorum, ölüm bana gelince ne cevabım olacak sorularını düşünmeye başlar. Varlığına dayanak bulmak için çabalar. Nasıl var edildiğini düşünen insan vicdanen ve aklen tatmin edebilecek cevaplar arar. İnsanların çoğunun benimsediği ve daha çok taklit ettiği dini cevapları ciddi biçimde gündemine alır. Bunlardan hangisi insaniyete en uygun yorum yapıyor diye araştırır. Dinlerin ölümü tarif biçimi, bu noktada önemlidir. Fakat daha önemli olan dinlerin Tanrı tarifidir. Çünkü Tanrı nasıl tarif ediliyorsa diğer bütün kavramlar da bu tarife göre şekillenir. Yahudiliğin belirli bir insan topluluğunu üstün tutan Tanrı anlayışı evrensel değildir. Diğer insanları merhametle kucaklamaya engeldir. Hristiyanlığın şu veya bu şekilde insan şekline girmiş Tanrı kavramı mantıklı değildir. Çünkü insan mantığı anlar ki, mutlak özellikleri olması zorunlu olan Yaratıcı, var edilmeye, işkence çekmeye ve ölmeye muhtaç olan bir insan formunda tarif edilemez. Bu iki varlık türü ayrıdır. Biri fani diğeri ise bakidir.
İslam’ın Yaratıcı tarifi ise bu dinlerden tamamen farklı olarak kâinat türünden olmayan ve fakat kâinatın varlık kaynağı olarak bütün özellikleri sonsuz yani mutlak olan tek bir Yaratıcı biçimindedir. Varlığını biz insanlar, başka bir kaynağa dayandıramadığımız için “Yaratıcının varlığı kendindendir” diye tanımlamak zorundayız. Yani var edilmeye muhtaç olmayandır Yaratıcı. Özellikleri mutlak olmalıdır ve bu özellikler herhangi bir varlığa sirayet etmemiştir. Özelliklerini herhangi bir varlıktan da almamıştır. Öncesi ve sonrası düşünülemez. Her daim canlı ve diridir. Her anın yaratıcısı ancak O olabilir. İnsan aklıyla Yaratıcıyı tasavvur edemez fakat O’nun işiten, konuşan, seven, sevilen, merhamet eden, şefkatli ve şifa verici olduğunu, bu özelliklerle donatarak yarattığı insana bakarak kâinat şahitliğinde anlayabilir. Bu yaratıcı tanımı insaniyete en uygun olandır. Bu tanıma göre ölüm, O’nun yaratma biçimlerinden biridir. Hayatı nasıl yaratıyorsa ölümü de öyle yaratır. Sonsuz kudret ve ilmi her şeyi kuşatır. Bu durumda ölüm, insanın başka bir boyutta varlığının devam ettirilmesinin bir başlangıcıdır. Başka bir varlık biçiminde yaratılmak için bu dünyada ölmek yani burayı terk etmek durumundayız. Tıpkı daha önce tecrübe ettiğimiz gibi dünya hayatına geçmek için anne karnındaki hayatı terk etmektir ölüm. Yaratıcısını tanıyan ve O’na teslim olan bir insan için ölüm, korkunç bir yok oluş değil, aksine dünya hayatındaki tanıma ve şahitlik görevini tamamlayarak mezun olma ve diploma alma törenidir.
İslam dininin ölüme böyle insani bir anlam vermesi ve her insanın buna kendi içindeki duygularla şahitlik edebilmesi bu mananın evrenselliğine delalet eder. Kur’an’ın getirdiği bu manayı idrak edebilmek için peygamber (SAV) rehberliğinde bir iman eğitimine girmek şarttır. Nübüvvetin ilk yıllarından günümüze kadar geçen yaklaşık 1400 yıllık bir sürede yaşanan sosyal, psikolojik ve kültürel değişimler mesajın özüne zarar verememiş fakat ona ulaşmayı zorlaştırmıştır. Özellikle halkı Müslüman olan bölgelerde yüzlerce yıllık sosyal, politik ve geleneksel bariyerleri kaldırarak mesajın ana fikrine ulaşmak için özel bir çaba ve gayret sarf etmek gerekmektedir. Böyle bir kültürde dünyaya gelen bir insan için doğru yol zaten bellidir. Toplumun çoğunluğunun inandığını iddia ettiği din doğrudur; eleştirilemez, sorgulanamaz biçimindeki bir anlayışa dayanarak herhangi bir dinin doğru ve hak olduğu iddia edilemez ve delil olarak sunulamaz. Böyle bir din savunma tezi dinin kendisinin hak olduğundan şüphe etmek manasına gelir ve düşünen insanlarca reddedilir. Oysa dinin temelinde okumak, düşünmek ve tefekkür etmek vardır. Her insanın kendisine din diye sunulan anlayışı sorgulamaya ve doğruluğuna şahit olmak için deliller aramaya hakkı vardır. İnsan, hür yaratılmıştır. Hür iradesini kullanarak kendi hayat anlayışını bizzat inşa edebilir.
Dini kavramların üzerindeki yüzlerce yıllık tarihi birikinti ve kalın örtüyü kaldırarak bizzat okumaya, düşünmeye ve tefekkür etmeye karar vermek gerekir. Çünkü iman şahsi bir tecrübedir. Kişiye özeldir. İlkeler değişmez fakat bu ilkelere şahitlik etme biçimi insandan insana değişebilir. O yüzden Resul (SAV) her insanın kendi şahitliğiyle mutlak bir Yaratıcı olması gerektiği sonucuna ulaşması için nübüvvetin ilk on üç yılında bu tefekkür ve okumalara ağırlık veren bir iman eğitimi yaptı. Bu eğitim biçimi Kur’an’ın o zamana kadar nazil olan ayetlerinin içeriklerine göre şekillendi. Mekke döneminde ilk inen ayetler insanları yaratılış ve varlıklar üzerinde tefekkür ederek Yaratıcıyı tanımaya davet eder. Müslümanların bir toplum haline gelmeye başladığı Medine döneminde nazil olan ayetlerde ise toplu halde yaşamanın gerekleri, fıkhi kurallar ve muamelata daha fazla yer verilir. Bu eğitim metodu İslam dinini benimseyen insanlar tarafından da uygulanmalıdır. Kur’an, ayetlerin hepsinin bir araya getirildiği tamamlanmış bir kutsal kitap olarak değil, nüzul sırasına göre bizzat okuyan insanı terbiye eden bir rehber olarak okunmalıdır. Her insan, kendi zamanının gereklerine uygun biçimde bu sorgulama ve tefekkür döneminden geçmelidir. Aksi halde mesajın özü anlaşılamaz ve gereği gibi hayata yansıtılamaz. Şeklen Müslüman fakat fikren İslam’a çok uzak olan kitlelerin içine düştüğü en büyük açmaz bu noktadadır. Bu cehaletten kurtulmanın yolu insaniyet, kâinat, Kur’an ve peygamber (SAV) rehberliğinde hakikati zamanın gereğine uygun biçimde aramak ve hayata yansıtmaktan geçer. Dinin önerdiği varlık tasavvuru hem insaniyetten hem de kâinattan deliller bulunarak tasdik edilmelidir. Böylece hem enfüsi hem de afaki delillerle hakikati algılama ve onaylama yani tahkik sürecine girilir. Ancak böyle bir tahkiki iman süreci insanın dini bilinçli biçimde öğrenmesi ve hayatına uygulamasına yardımcı olur. Taklidi din anlayışı zamanın gereklerine uygun, ikna edici açıklamalar sunmak yerine önceki insanların yorumlarına kutsal bir boyut katarak aynısını uygulamaya teşvik eder. Bundan dolayı özellikle zamanın gereklerine uygun biçimde yaşayan gençler bu anlayışı anlamsız bulur ve geleneksel din algısını terk eder. Dinin mesajı özünde, insanın anlam arayışına cevap vermeye dayanır. Fakat bu cevap, her devrin gereklerine göre sorgulama ve tasdik süreçlerinden geçirilmelidir. Akıl, mantık, vicdan ve insani duyguları iptal ederek sadece taklit etmek suretiyle din yaşanmaz. Dinin temeli soru sormak, cevap aramak ve tefekkür etmeye dayanır.
- Ha-mim Youtube kanalında yayınlanan “Soru ve cevaplar” bölümündeki 14. Dersin video kaydı çalışılarak hazırlanmıştır.