Tahkiki iman eğitimi, -Ha-mim derslerinde sıklıkla vurgulandığı üzere-, kainata bakıp gözlemlerimizi insanî özelliklerimizle sorgulayarak makul ve mantıkî şekilde sonuçlandırma üzerine dayanıyor. Cins-tür, canlı-cansız, büyük-küçük, uzağımızda-yakınımızda bulunan her hangi bir şeyi incelediğimizde, müşahede ettiğimiz “var olma, şekle bürünmüş olma, renklilik, -canlı bir varlık ise-, hayattarlık, hareket sahibi olma, diğer varlıklarla dengeli ilişki içinde olma…” gibi özelliklerin onun kendisinden veya çevresindeki faktörlerden kaynaklanamayacağını (lâ ilâhe), ancak Kendisi “kainat cinsinden olmayan, gaybî, Mutlak bir kudret ve iradenin eseri olduğunu (illallah) anlıyoruz. Böylece, adı yaygın şekilde “Allah” diye anılan bir “ilah” fikrine ulaşıyor ve bu anlayışın gerçekliğini tasdik edip Ona iman etmiş oluyoruz.
Peki, kainat bize sadece Allah’a iman konusunda mı mesaj veriyor? İnsan da kainatın bir parçası ise insan duyguları insana ne diyor? İnsan duyguları da dahil olmak üzere kainata bir bütün halinde baktığımızda, hangi mesajları alıyoruz yahut alabiliriz? Kainat tek boyutlu bir mahiyete mi sahip? Kainatı, zaman şeridi içinde düşündüğümüzde mesela, insanlık tarihi açısından, kendilerini Allah’ın görevlendirdiğini söyleyen ve adlarına “peygamber” denilen şahsiyetleri, aynı şekilde onların Yaratıcıdan geldiğini belirttikleri “mesajları” incelemek, bakmak, sorgulamak gerekmez mi? Yine mesela, her geçen gün, bir bakıma ölmeye, yok olmaya doğru gitme vakıasına karşı, bundan rahatsızlık duyan, yok olmak istemeyen ve eksiksiz tatmin olmak isteyen duygularımız bize mesaj vermiyor mu?
Hafta sonu yapılan müzakereli bir derste (https://www.youtube.com/watch?v=zAo3wZxrazc), bir müzakereci tam da bu konuya temas etti. Okunan metnin bir bölümü şöyle idi: “Sonra, fakir bir insana, değil fani ve muvakkat bir tarlayı, bir haneyi, belki koca kainatı ve dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi kazandıran ve bir fani adama ebedi bir hayatın levazımatını bulduran ve ecelin darağacını bekleyen bir bîçareyi idam-ı ebediden kurtaran ve saadet-i sermediyenin hazinesini açan en kıymetli sermaye-i insaniyenin iman olduğunu bilen mezkur misafir ve hayat yolcusu kendi nefsine dedi ki…” (Şualar, Yedinci Şua, 18. Mertebe). Gerek bu parça gerekse okunan devamındaki parça ile ilgili olarak müzakereciler çok istifadeli tefekkürler paylaştı. Bir müzakereci kainata tek boyutlu değil, çok boyutlu olarak bakmak gerektiğini ifade eden bir tefekkür ortaya koydu: “Biz kainata genellikle tek boyutlu olarak bakıyoruz. Halbuki en az iki boyutlu olarak bakmayı öğrenmemiz lazım. Birincisi, ‘şu kainat, varlığı ile şöyle şöyle sonsuz özelliklere sahip bir Yaratıcısının mutlaka olması gerektiğine şahitlik yapıyor’ şeklindeki boyut. Hani ‘iman insana şöyle huzur verir’ diyoruz ya, gerçekten tek boyutlu bu bakış, insana huzur verir mi, veriyor mu? Ben, diyelim ki ‘evet, bu kainatın mutlak özelliklere sahip bir Yaratıcısı var’ diye anladım; tamam, kabul ettim. Peki ne olmuş? Efendim ‘bu kainatı kasıtlı yaratmış’, buna da tamam; bir şey demiyor, itiraz etmiyorum. Ne yapayım şimdi ben?.. Bu bakış çok eksik kalıyor. Burada, bence bize çok önemli bir bağlantıyı kurma görevi düşüyor. Son zamanlarda dikkatimi çeken nokta bu. Biz kainata tek boyutlu bakıyoruz. Oysa en az iki boyutlu bakmak gerekiyor. Bunu kendi dünyamda ihmal ettiğimi fark ettim…”.
“Elime alıyorum her hangi bir nimeti veya çok güzel ya da çok haşmetli bir yaratılışı. Bakıyorum, ‘çok güzel yaratılmış, mutlaka bunun bir yaratıcısı olması lazım’ diyebiliyorum. Tamam. Bu güzelliği ‘doğa’ya isnat eden bir kişi de, ‘evet, çok güzel, doğa mükemmel şekilde bunu güzelleştirmiş, ben de bundan faydalanıyorum’ diyor. Peki ‘huzur duymam’ açısından böyle bir kişi ile benim aramda ne fark var? O doğaya minnettar, ben Allah’a minnettarım. Ama sonuçta varlığın benim için gayet güzel, yaşanabilir, mükemmel şekilde hazırlandığını anlama açısından sanki aynı platform üzerinde imişiz gibi görünüyor. Oysa böyle bir kimse ile benim aramda en büyük fark, bu dünyada geçici olarak bulunduğumu bilip bunun üzerine kuracağım tefekkürdür. Tabiatı, kendisine nokta-i istinat yapan kişi de aslında bu hayatın geçici olduğunu bilir, biliyor. Fakat bu kişi diyor ki, ‘eh, ne yapalım, bir gün yok olup gideceğiz’, bunu kabulleniyor ve ötesini çok düşünmeden yaşamaya devam ediyor. Ama ‘mutlak bir Yaratıcı var’ diyen kişi diyor ki, ‘O Yaratıcı aynı zamanda benim duygularımın da yaratıcısıdır. O bu duyguları bana boşuna vermiş olamaz. Çünkü kainatta boşuna var edilmiş bir şey görmüyorum. Benim bedenî ve geçici olarak da duygusal ihtiyaçlarımı karşıladığı gibi O, tattığım geçici zevklerin sona ermesinden çok rahatsız olduğum duygularımın ihtiyacını da karşılayacak olmalıdır’. Doğaya güvenen kişi ise insan duygularının insanın gelişimindeki kalıtımdan ibaret olduğunu zanneden bir kişidir. Oysa ben, diğer duygularım gibi bendeki yok olmayı istemeyen, fena bulmayı istemeyen, geçiciliği sevmeyen duygularımı da Onun yarattığını, zira maddenin duygularımın varlık kaynağı olamayacağını kavramış birisiyim. Ve diyorum ki, ‘Benim ve bütün kainatın varlığını ve yönetimini elinde bulunduran O Mutlak yaratıcı benim bu duygularımın da yaratıcısı olmalıdır; O Yaratıcı benim bu duygularımı bana bir vaat, bir teminat, bir haber için vermiş olmalıdır. Çünkü hem bu duygularımı versin ve hem de duygularımın gereğini yapmasın! Kainatı ve beni yaratanın böyle bir çelişkiye düşeceğine dair hiçbir işaret görmüyorum…”.
ٱلْحَمْدُ لِلَّهِ ٱلَّذِى صَدَقَنَا وَعْدَهُ
“…Bize ettiği vaadi gerçekleştiren Allah’a hamd olsun!…” (Zümer, 39/74)
“Duygularıma bakıyorum, hiçbirisi yok olmak istemiyor. Sevgi duygum yok olmak istemiyor, merak duygum yok olmak istemiyor, korku duygum yok olmak istemiyor, ümit duygum yok olmak istemiyor… Üstelik tam tatmin olmak istiyorlar. Doğa ise bana ‘ben sana ebediyeti ve duygularının beklentilerini tatmin edecek bir özelliğe sahip değilim, çekeceksin bu eksikliğin acısını, sonunda da yok olup gideceksin, güle güle’ diyor. Kainatın bu vedası karşısında Allah’a inanan yani kainatın yaratıcısının mutlakiyetine, Onun şuurlu ve yarattığı her şeyin hikmetli var ettiğine ulaşmış bir kimse şöyle diyor ya da düşünüyor: ‘O Yaratıcı, benim kainat ile kurduğum ilişkide benim bütün ihtiyaçlarımı karşıladığına göre, bana bu duyguları veren de O olduğuna göre, benim şu var edildiğim alemde bu duygularımın ihtiyaçlarını karşılamadığına göre, O verdiği bu duygularla bu duyguların karşılanacağını vaat ediyor olmalıdır’. Peki bu anlayış bizi nereye götürüyor? Pratik hayatımızda ebedi saadetin varlığını hissederek yaşamaya! Metinde, ‘fakir insan’ ifadesi geçiyordu ya, evet insan fakir, fakirim; nerede fakir? Bu dünyada. Verilenleri kaybetmek istetmediği halde bu dünyadan alıp götürüyor beni; ama bu ihtiyacımı karşılamak için elimden hiçbir şey gelmediği gibi ‘tabiat’ dedikleri kainat da bana hiçbir vaatte bulunmuyor. Bunu ancak sonsuz tatmin için çırpınan duygularımın Yaratıcısı karşılayabilir ve karşılaması gerekir. O halde insanın ‘Allah’a iman sonucu’ ile ‘ahiretin varlığına iman sonucu’ birbiriyle kaynaşarak, birbiriyle komşu olarak, içi içe var olmak zorundalar. Eğer Allah’a iman, beni ahiretin varlığına imana ulaştırmıyorsa, o iman bana tatmin sağlamıyor. Kur’an ‘Allah’a iman eden ve ahirete iman eden’ diye bu iki imana çok vurgu yapar. Başka bağlamlarda ‘Allah’a iman edenler ve Resul’e iman edenler’ diye de geçer. İşte kainata ikinci boyut ile bakmaktan kastım bu…”.
“Aslında çok yönlü dünyada yaşamayı öğrenmemiz lazım. Zikrolunan ‘Allah’a iman ve ahirete iman’ müşterekliği, eğer ahirete iman Alah’a iman’a eşlik etmezse, beraber gerçekleşmezse insan hâlâ insaniyetinin gereğini tatmin etme kaynağını bulamamış demektir, nitekim bulamaz, bulamıyorlar da. Ben şu dünyada sevdiğim bir manzara ile karşılaştım. Diyelim güzel bir bahçenin karşısına geçip doyumsuz seyre daldım. Ama düşündüğümde sonbaharda bu güzelliklerin solacağını, kışın da yok olup öleceğini biliyorum, benim de günün birinde öleceğimi biliyorum. İçimdeki duygularımın hepsi bu tabloya itiraz ediyor. Bu güzellikleri yaratan ve beni de bu güzelliklere hayran olan duygularla donatan ve sonunda da beni yokluğa atacak olan bir Yaratıcıyı sevmek değil, Ona kızmak geliyor içimden. Madem sevdirdin, vermelisin; madem vermeyeceksin neden sevdirdin ya? Şu kainatın yaratıcısına böyle bir çelişkili sonuç kesinlikle yakışmaz, olamaz! Onun için eğer ben, bu kainat ile aramızdaki ilişkiyi duygu bazında, dünya şartlarında, birbirine tam karşı karşıya gelecek şekilde tanzim eden Yaratıcı, insana verdiği ebediyet isteyen duygularını azap çeker şekilde bırakmasını, -eğer O Yaratıcının kastî bir garantisi var, bunu verecek diye almazsam- kabul edemiyorum. Bu duyguyu bana veren de Odur. Böylesi bir Allah’a iman bana huzur vermiyor. İşte dünyada bu mutluluğa ulaşmanın yolu sadece Allah’a iman değil, Allah’a iman ile birlikte pratik hayatta ahirete imanın beraberce gerçekleşmesi ve yaşanmasıdır”.
Aynı eksende biraz daha devam eden bu tefekkür bana, vaktiyle Ha-mim sitesinde yedi bölüm olarak yayımlanan “Altı Boyutlu Dünyada Yaşama Denemesi” isimli seriyi hatırlattı. Gerek bu tefekkür gerekse ikinci kez okuduğum söz konusu yazı dizisi, bana pratik hayatım açısından çok önemli mesajlar veriyor, diye anladım. Allah razı olsun.