Rasulullah’tan Kehf suresinden 10 ayeti ezberleme tavsiyesi hakkında nakiller var. Kimisi baştaki 10 ayeti, kimisi sonundaki 10 ayeti ezberleyebilir, şeklinde değişik rivayetler var. Demek ki insanlar her şeyi hafızalarında tam tutamıyorlar veya Rasûlullah muhatabının ihtiyacına göre bir yerde başındaki 10 ayet, diğer yerde sonundaki 10 ayet için tavsiyede bulunmuş da olabilir. Bizim konumuz değil ama biz bu ayetlerin önemli mesajlar taşıdığına inanıyor ve paylaşıyoruz.
İlk ayette Kur’an’da hiçbir tutarsızlığa yer verilmeyecek şekilde size bir kitap gönderdik diyor. Kur’an’da daha hiç ortada kitap yokken Kur’an kendinden kitap diye bahseder. Sonradan kitaplaşması da Kur’an’ın başka bir özelliğidir. “Nasıl oluyor da hiçbir tutarsızlık yok?” diye akıllara takılabilir. Özellikle sosyal hayat ile ilgili konulara girildiğinde, insanın toplum hayatındaki konumunu düzenleyen mesela; tesettür başta olmak üzere savaş, kadının hukuku, miras hukuku konularını içeren ayetlerde insanlar şüpheye düşüyorlar.
Bu gibi konularda insanlar neden ihtilafa düşüyor? Kur’an’da Allah’ın bize şunları yapın, bunları yapmayın diye tavsiye verdiği konular (ibadet vs.) için yönlendirmeleri var. Bunların anlamı ne? Fiili olarak yapmanın ne anlamı var? Fiziki olarak bunları gerçekleştirmeyi tercih etmek gerekli mi? Biz zaten kalbimizde, duygularımızda Allah’a inanıyoruz. Bizim duygularımız zaten neyin iyi, neyin kötü olduğunu haber veriyor ve mesela Kur’an da ‘hırsızlık yapma’ diyor. Ne gerek var söylemesine? Zaten herkes biliyor. Hiç dinle ilgisi olmayan insanlar bile hırsızlık yapmanın kötü olduğunu, sarhoşluk veren maddelerden uzak durulması gerektiğini, vücudumuza zarar veren maddeleri vücudumuza almamamız gerektiğini biliyor. ‘Bir de bunun Allah tarafından bildirilmesinin anlamı nedir?’ gibi konulardaki problemlerin tabanında, Kur’an’daki emir ve nehiylerle, yasaklarla ilgili ayetlerin, ibadet formlarını bildiren ayetlerin veya insanların ferdi/özel ve sosyal hayatlarını düzenleyen ayetlerin insanlığa takdiminde önemli bir ihmal söz konusu oldu.
Bu ihmali gündeme getirmemizin nedeni, İslam bilim geleneğini eleştirmek değil, bilakis yaşadığımız döneme yansımalarından dolayı ortaya çıkan problemin kaynağını tespit edip bir çözüm yolu bulmak içindir. Yoksa çıkıntılık yapıp yeni bir eleştiri ortaya atmak için veya birilerini kötülemek için konuşmuyoruz. Haklı olarak gördüğümüz problemin çözümünü kendi üzerimize almak için sizlerle paylaşıyoruz. Ayrıca, bu eleştiriyi o zamanın alimlerinin acizliği, dar görüşlülüğü, hikmetsizliği diye yorumlamak büyük bir insafsızlık ve haksızlık olur. Zamanın ihtiyacına göre insanlar bir araştırmada bulunurlar veya Kur’an’ı anlamada ihtiyaca cevap verecek şekilde Kur’an okurlar ve o zamana kadar toplumda problem olmuş konuların çözümü üzerinde yoğunlaşırlar. Problem olmamış konuları kendi kafalarından çıkartacak değiller. Yani ‘radyo dinlemek helal midir, haram mıdır sorusuna niye cevap vermediler?’ demek gibi komik bir iddia olur çünkü o zaman radyo diye bir cihaz yoktu.
Problem yoksa, hastalık yoksa veya böyle bir hastalığın var olduğu bilinmiyorsa, var ama bilmiyorlar, bunun tedavisi için ilaç veya tedavi yöntemleri geliştirme çabasında bulunmadılar diye Tıp üzerine çalışan kişileri itham etmek haksızlık olduğu gibi, o zamanın ihtiyacında da böyle bir problem olmadığı için alimleri itham etmek de haksızlık olur. Şimdi insanlar düşüncelerini enaniyetlerine/ kibirlerine uymayı tercih edip bir yaratıcı da dahil olmak üzere ‘hiç kimseye tâbi olmayıp kendi istediğimi yapacağım’ deme düzeyine kadar getirmiştir. Bencilleşmiş bir toplumun hürriyetlerini, ben-merkezciliklerini beslemek için kullanmasıyla beraber ortaya çıkan problemlerin cevabını şimdi bizim vermemiz gerekir. Çünkü hastalık ortaya çıktı, hastalığın tedavisi için çarelere başvurmamız lazım.
وَلَمْ يَجْعَل لَّهُۥ عِوَجَا “…kendisinde hiçbir eğrilik/tutarsızlık/çelişki [‘ıvec] bulunmayan Kitab.” (18: 1)
Kur’an’da “herhangi bir tutarsızlık göremezsiniz” ayetini, iyi anlamamız lazım. ‘Hangi şartlarda olursanız olun, onun içerisinde size sunulan mesajın kendi içerisinde bir tutarsızlığı yoktur. Evrende gözlemlediğimiz olaylar, Yaratıcının söyledikleri ile o söylenilenlere muhatap olan insanların anlayış kapasiteleri, duyguları, kalbi, aklı, zekâsı, irfanı arasında da bir tutarsızlık yoktur’ anlamına getirir, ki öyle de olmalıdır.
Peki, insanların içerisinden çıkamadığı problem görülen bu konuların ana temeli, Kur’an’ın şimdiki okuyacağımız Kehf Suresinin 2. ayetindeki özelliğine dikkat edilmemesinde yatıyor. Nedir o? قَيِّمًا (Kayyimen) olma özelliği.
قَيِّمًا لِيُنْذِرَ بَأْسًا شَد۪يدًا مِنْ لَدُنْهُ وَيُبَشِّرَ الْمُؤْمِن۪ينَ الَّذ۪ينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ اَجْرًا حَسَنًاۙ
“[Bu] dosdoğru ve dolambaçsız [kitap, inkarcıları] O’nun katından zorlu bir cezayla uyarmak ve dürüst, erdemli davranışlarda bulunan müminlere de hak ettikleri güzel karşılığı müjdelemek içindir,” (18:2)
قَيِّمًا kayyim, dosdoğru, dolambaçsız. “Şunun için onu, biz dolambaçsız takdim ettik” diye ifade eder. Kuran kayyim’dir, bir şeyi kesintisiz kaim kılandır. Ne demek kayyim?
Bir yerin bakımının, sağlamlılığının, sağlıklılığının devamını sağlamak kayyımlıktır. Eskiden merkezi camilerde Cuma vaazı veren vaizi ayrı bir kişi, imam ayrı bir kişi, müezzin ayrı bir kişi, bir de kayyımı vardı. Şu anda öyle bir meslek olup olmadığını bilmiyorum ama konunun daha iyi anlaşılması için böyle bir örnek daha uygun olur zannediyorum. Şimdi; vaiz dediğimiz kişi vaaz eder, imam dediğimiz kişi namaz kıldırmada imamlık yapar, müezzin dediğimiz kişi de ‘Allahu Ekber, Allahu Ekber’ diyerek cemaati bir düzene sokar. Kayyım denen kimse ne yapardı? Caminin boyasını, temizliğini, bakımını yapan “caminin sağlıklı bir şekilde çalışması, yıkılıp gitmemesi, eksiklerinin giderilmesi için görevlendirilmiş kimse”, dolayısıyla caminin daimî kalmasını, baki kalmasını sağlayan kişi demektir. Yani kayyım, bu hakikati, içerisinde tebliğ ettiği/ ilettiği mesajı ayakta tutacak, kaim kılacak, sürekliliğini, sürekli gerçekliğini sağlayacak olan özelliktir.
Kur’an’ın ilk defa nazil olduğu toplumda, Rasulullah başta olmak üzere etrafındaki insanlar mesajı alıyorlar ve mesajı o günün şartlarında Rasulullah ile beraber yaşarken mesajı tefsir edilmiş buluyorlardı. Rasulullah’ın Kur’an’ı bizzat kendisinin açık bir şekilde tefsir yazar gibi ‘şu ayet şu demektir, bu ayet bu demektir’ diye açıklamamasının nedeni budur. Sahabelerin peygambere “sen Bedir’den bahsediyorsun, o ne demektir?” diye sordukları görülmemiştir çünkü bizzat vahyin bir insan cinsinden temsilcisi olan Rasulullah ile, dolayısıyla tefsiriyle beraber yaşamışlardır. O zamanın şartlarında bizzat yaşanarak gerçekliği anlaşılan ve onaylanan bir kitaptı Kur’an. Şimdi o şartlar değişti, o insanların hepsi öldü, yeni nesil geldi, yeni neslin şartları değişti. Bu durumda, “Kur’an’ın hükümleri artık geçersiz, yani Kur’an kayyim olma özelliğini kaybedip artık ‘’kaim’’ (iddiasını ayakta tutamış, değerini kaybetmiş) değil midir? Yani kendi gerçekliğini koruma özelliğine sahip değil midir?” sorusu ortaya çıkıyor.
Başta vurguladığımız gibi, Kur’an’ın kendisi bize tanıttığına göre ‘’kayyım’’ olması gereken yegâne kitaptır. Kendi içinde, kendisiyle kâinat arasında, kendisinin söylediği ile o sözün muhatabı olan insan kapasitesi karşısında, tutarsızlık yoktur ve bu kayyımlığın düzenli olduğunun göstergesidir. Peki biz neden artık Kur’an’ın bu özelliğini göremez olduk. Problem biz de mi, Kur’an’da mı?
Toplumun etkisiyle, insan fıtratına aykırı olarak bizim değer ölçülerimiz değişti. Mesela, çok popüler olduğu için gündemimize geliyor; kadın veya erkek olarak yaratıldığı belli olan insanlar var. Toplumdan ve popüler kültürden gelen medyanın fırtınasına kapılıp, “Acaba ben kadın mıyım, erkek miyim? Duygularımda şöyle bir his var,” vehimleri ile insanlar cinsiyet değişikliğine gidiyorlar. Gitsin gitmesin bu onun tercihidir ve her tercihimizde olduğu gibi Allah o tercihlerini de yaratır. Allah’ın onların bu tercihlerini yaratması onların bu tercihlerini onayladığı anlamına gelmez. Fabrika sahibi ürününün yanlış kullanıldığını veya amacı dışında kullanıldığını görse “bu ürünü bu şekilde kullanmamalısınız. Yoksa ürünün fabrika ayarlarını bozarsınız ve elinizdeki ürünü mutlu ve sorunsuz kullanamaz hale gelirsiniz,” diye uyarı niteliğinde tavsiyeler verir. İnsanlar bu uyarıya kulak vermez de modanın akıntısına kendilerini kaptırırlarsa kendilerinin fabrika ayarlarını bozacak şekilde tercihler yapmak durumunda kalırlar. Böylesi tercihleri yapmaları kendi yaratılışlarını bozmalarına sebep olur. Fıtratı bozduktan sonra: “Şimdi ben kendim kadın oldum, halbuki erkek yaratılmış (veya tam tersi durum için de geçerli,) peki bundan sonra duygularımı nereye ve nasıl yönlendireceğim?” gibi çelişkili problemlerle karşılaşırlar. Ve bakıyorsunuz toplumun etkisi ile suni olarak gerçekleşmiş yeni bir değerler ölçüsü ortaya çıkıyor.
“Efendim, ben şimdi hürriyetim gereği istediğimi söyleyebilmeliyim, istediğimi yapabilmeliyim” diyorlar ama bu toplumda çocukların hukuku var. Mesela alkol alan birisi “Sokakta sarhoş olduysam sana ne? Ben kendim sarhoş olurum ve zararı bana. Ne karışıyorsun kardeşim?” diyor. Ben de diyorum ki “Ne ben ne benim çocuğum, sarhoşluk diye bir meselenin normalleştirildiği, normalize edildiği bir ortamda yaşamak zorunda değiliz.” Bu hukuku “İslamiyet ve Hürriyet – Prensipler“ isimli yazıdan daha ayrıntılı şekilde okuyabilirsiniz. Ben konumuzla ilgili kısa bir alıntı yapmak istiyorum:
“İçki içmek isteyene içki içmek özgürlüğü tanımak İslamiyet’e uygundur. İçki içmek özgürlüğünü baskıyla yasaklamak İslamiyet’e aykırıdır. Namaz kılmak istemeyenin namaz kılmama hakkını tanımak İslamîdir. Müminlerin yönetiminin hâkim olduğu bir toplumda, içkiyi toplum içinde içmek veya topluma sarhoş olarak katılmak, toplumun hukukuna tecavüzdür. Bu durumda, içki içmekten değil, toplumun hukukuna tecavüzden bahsedilir ve adalet mekanizması toplumun hukukunu koruyacak şekilde uygulanır. İçki içmenin cezasını içkiyi yasaklayan Allah verir. Yönetim ise toplumun hukukunu muhafaza eder. Zaten Fıkhın/Şeriatın öngördüğü had cezalarındaki temel espri;
1- Din ayrımı yapmaz,
2- Kişilerin inanışlarıyla ilgili değildir,
3- Toplumun hukukunu korumak içindir.”
İnsanın mahrem yerlerinin açılıp gösterilmesi, yani hayvanlar gibi elbisesiz yaşamayı normalize ettiğiniz takdirde, yeni nesil ve hatta o günün insanı, artık yavaş yavaş alışkanlık haline getirdiği bu durumları: “Aklımda bazı sorular var; başıma bir şey örtmüşüm, örtmemişim ne olacak, açık giymişim, kapalı giymişim ne olacak?” derken, bikiniye kadar indirgenen insan haysiyeti, belki de zamanla bikiniyi de çıkarmaya gidecek ve bu durum da normalleşecek.
Deniz kenarındaki birisi o şekliyle bir camiye girse adamı linç ederler. Ama deniz kenarında gördüğünde bir mahsuru yok gibi gelir(!). “Bu insanlar da sahilde böyle” deyip geçiştiririz. Neden? Normalize olmuş, toplumun değer yargısı olmuştur artık. Şimdi üryan şekilde sahilde dolaşan insanlar da çoğalıyor. “Şimdi ben de böyle yaparsam, bakın bunun normal olduğunu anlarsınız,” diye bir savunma şekilleri var. Halbuki normalize edildi. “İyi de, sen öyle giyinince bu durum ‘normal’ olmuyor ki!” Tanım gereği ‘normal’, insan duygularının yaratılışında olan ‘norm’larına (insan tabiatına, yani yaratılış kurallarına) uygun olan demektir. Değilse Yaratanı tanımayan, insanı bedenden ibaret olarak tanımlayan ‘toplum mühendislerinin’ sosyal medya aracılığı ile empoze ettiği modanın ‘normal’ hale getirdiği (normalize ettiği) durumlar değildir.
Kur’an’dan, insanın Yaratıcısının insanı yarattığı şekliyle koruması, eğer bozulmuşsa fabrika ayarlarına döndürülmesi için rehberlik yapması beklenir. Kur’an’ın amacı, empoze edilerek normalize edilmiş suni hallerin orjinal hallerine dönüşmesi ve korunması için insan fıtratını korumaktır. Yani, insan fıtratının bozulmamasını sağlamak, bozulan varsa düzeltmek içindir.
Devamlı Kur’an okuyan insanların kendilerini şartlandırdıklarını da söyleyemeyiz. Bu söylemimizi şu örnekle açıklığa kavuşturalım: Devamlı abur cubur yiyerek kendini o yiyeceklere bağımlı yapan bir kişi ile, devamlı sağlıklı yemekler yiyerek kendisinin sağlıklı kalmasını isteyen kişi arasında sonsuz fark vardır. Her ikisi de sanki kendilerini şartlandırmışlar gibi görünüyor. Ancak fıtri olan ile suni olan, insan yaratılışına uygun olan ile yaratılışının sistemini bozan arasında hangisi daha iyidir diye kıyas yapılamaz. Birisi olması gerekendir, diğeri ise olmaması gerekendir. Birisi besleyicidir, diğeri ise bozucudur, hastalıkların kaynağıdır.
Kur’an’ın belagatının derinlikleri, anlamlarının incelikleri sağlıklı yemeklerin insana sağladığı fayda ile aynı paraleldedir. Bu nedenle ciddi Kur’an çalışanlar daima yeni anlam katmanlarıyla karşılaşırlar. Mesela, Fatiha Suresini sürekli tekrarlayarak okurken, ayetleri normalize ediliyormuş gibi anlamak doğru değildir. Çünkü hayatımız devamlı değişiyor ve devamlı yeni ihtiyaçlarla, yeni yaratılışlarla karşılaşıyoruz ve bu durum devamlı yeni “İyyake ne’abudu ve iyyake nestain” (ancak Sana ibadet ederiz ey bu alemlerin Rabbi, ve ancak Senden yardım dileriz) dememizi gerektiriyor. “Bugün bana gösterdiğin yeni yaratılışlar ile benim dünyamı şenlendiren Rabbim! Bütün ihtiyacımı ancak Sen karşılarsın,” demek, her gün yenilenerek yaratılanlar için onu Yaratana teşekkür etmektir. Bir kişi size devamlı ihtiyacınızı karşılayan yeni malzemeler getirirse ve siz de her seferinde teşekkür ederseniz, bu hal, “teşekkürün normalize edilmesi” değildir. Bu tekrarın insanın fıtratına uygun bir davranış olduğunu herkes anlar ve onaylar. Devamlı yemek yiyen birisi her yemekte yepyeni ayrı bir lezzet tadar. Çünkü devamlı acıkıyor ve ihtiyaç duyuyordur. Düşünmeden Kur’an ile muhatap olanların hali ancak onların kendilerine Kur’an’ı normalize etmelerindendir. Kur’an’dan faydalanmayı öğrenmemelerindendir. Onların durumu kendilerini ilgilendirir.
İnsan fıtratında kapanma, örtünme ve kendinin mahremiyeti duygusu vardır. Tuvaletteyken birisi tuvaletin kapısını açtığı zaman hemen kapatırsınız. Niye canım? “Ne var saklanacak? Kendi olduğum gibi görünmem lazım,” diyebilir miyim? Niye tuvalete kapı koyarsınız? Neden tuvalette kadınlar, erkekler diye ayırırsınız? Yarın o da kapatılabilir, o da normalize olabilir. Normalize olmak gayet normalmiş gibi davranamayız çünkü bu eylemlerin hiçbiri fıtrat (Yaratan’ın yaratılışta programladığı duygular) için normal olan şeyler değildir! Fıtratı değiştirmeyi tercih etmek normal olmamalıdır. Yazının ilerleyen bölümlerinde nedenini açıklayacağız. Toplumsal değerlerimizin yaratılış dışı faktörler tarafından değiştirildiğinin bilincinde olmamız gerekiyor.
Estetik ameliyat yaptırmak da günümüzde çok popüler hale geldi. Hatta mesture/dindar hanımlar dahil bu ameliyata çok normal bakıp beğenmedikleri herhangi bir uzuvlarını ameliyat ettirme düşüncesine sahipler. Kadınlar ağırlıklı olmak üzere estetik yaptırma yaşı üniversite çağlarında okuyan kızlara veya erkeklere kadar inmiş durumda. Popüler kültür dolayısıyla toplumun güzellik algıları değişti. Yaş ilerledikçe aslında herhangi bir gerçekliği olmayan bu “güzellik kategorisine” giremeyip çirkinleştiklerini düşündüklerinden dolayı çok rahat bir şekilde estetik ameliyatıyla hangi uzuvlarını beğenmiyorlarsa, genellikle burun oluyor, değiştirmekte tereddüt etmiyorlar. Nasıl ki kolum ağrıdığında doktora gidiyorum, doktor tedavi ediyor. Aynı şekilde “burun şeklim beni mutsuz ediyor, psikolojimi bozuyor. Bunda ne mahsuru var ki, ameliyatla istediğim gibi değiştirmeyeyim?” denilebiliyor. Bu durumun bir diğer örneği de “ben kadın olan halimden memnun değilim, o halde erkek olmak istiyorum,” cümlesidir. Bu beğenmeme psikolojisi toplumun yani bizim sorunumuzdur. Estetik ameliyatını normalleştiren bir toplum cinsiyet değişikliğini de normalleştirmekte bir mahsur görmez . (Bir trafik kazasında yaratılışta verilen değil de, kazadan dolayı bedeninde oluşan değişikliğin düzeltilmesi, eski haline yakın bir görünüm kazandırılması konusu, dikkat edildiğinde anlaşılacağı gibi, yaratılıştan verilmiş olana razı olmamak anlamındaki estetik ameliyat yaptırmaktan farklıdır.)
Evrende yaratılanların süslenerek, güzelleştirilerek yaratılılıyor olmasından, Yaratıcımızın güzelliği sevdiğini, bizi de güzelliği sevecek duygularla yaratarak, bizim de bu duygumuzla güzel yaratılanları severek güzel Yaratan’ı sevmemizi gerektirdiğini anlıyoruz. Mesela şöyle bir ayet var; ‘’Gerçekten de Biz gökte burçlar oluşturduk ve onları, seyredenler için süsledik.’’ (Kur’an, 15: 16). Yarattıklarını da güzel yaratarak bizi Kendisini tanımaya davet ediyor. Yaratılanların güzelliklerini korumak için görünümü bozulan mesela saçımızı taramamız, elbiselerimizi güzel görünmeleri için temiz tutmamız ve düzenli biçimde dikmemiz, yaratılışı beğenmeyip, sanki Allah yarattıklarını güzel yapamamış da biz onları güzelleştireceğiz anlamına gelen tercihlerimizle karıştırılmamalıdır. İnsanın bu dünyadaki hayatının fani olduğunu hatırlatan yaşlılık alametlerini yok ederek yaşlı olmadıklarını zannettirecek şekilde değişikliğe gitmek, ‘yaşlılığın yaratılışının maksadına itiraz etmek’ anlamına geldiğini anlamak hiç de zor değildir.
Eşyayı Yaratan, özelliklerini (Esmasını) eşyada yansıtarak bize Kendisini tanıtmaktadır. Nasıl ki telefonu iletişim aracı olarak yapıldığı için amacına uygun olarak kullanıp mesela çekiç olarak kullanmıyorsak aynı şekilde yaratıklarla da onların yaratılış maksadına göre ilişki kurmalıyız. Onların yaratıldıkları şekli, başkalarıyla yaptığımız mukayese sonucu kendimizde oluşturduğumuz veya Yaratıcıyı tanıma gayretinde olmayanların uydurdukları ‘’eşyanın yaratılış maksadını inkar eden beğeni kriterlerine’’ kendimizi kaptırmamalıyız. Gençliği yaratıldığı şekliyle sevmek, ihtiyarlığı da yaratıldığı şekliyle sevmek onların yaratılış maksadına uygun olan bir davranıştır. Eşyanın gerçek güzelliğinin onlarda yansıyan Yaratıcılarının özellikleri olduğunu bilip, onlarla kendileri için değil, Yaratıcılarını tanımak için ilişkiye girmeliyiz. Demek ki, yaratılışı değiştirme gayreti, Yaratılışın her halindeki anlamlı güzelliği, onların bize ulaştırdığı mesajları görmemek için girişilmiş bir teşebbüstür. Yaratıcılarının o şekilde yaratmasındaki maksadı inkar edip kendi yapmacık anlayışımızı onlara giydirme çabasından başka bir şey değildir.
Burada “Yaratıcıyla ilişkiye girmem hayatımda neyi değiştirecek? veya Yaratılış maksadım sadece Yaratıcıyı mı tanımak olmalı?” tarzında sorular aklımıza gelebilir.
Yaratılanları, Yaratıcıları adına sevmek ile, yalnızca kendi adlarına sevmek arasında sonsuz fark vardır. Yaratıcısını tanıyıp sevmek amacını gütmeyen bir anlayış bizi, bu dünyada kalacak ve sonunda terk edeceğiz hisleriyle yaşatır. En sonunda kaybedeceğini bildiğin bir şeyi nasıl gerçekten sevebilirsin? Yaratıcılarını tanıdığımızda, O’nun Ebedi olduğunu anladığımızda, bize bu dünyada ne verdiyse onların yaratılmaya muhtaç olduklarını biliriz, onların kendileri için değil, Yaratıcılarını bize tanıttığı için severiz. Eğer bize sevimsiz görünen bir şey yaratılmışsa bile, zaten biz o şeyi kendisi için sevmiyorduk, Yaratıcısını tanımak için seviyorduk. Ayrıca biliyoruz ki her şeyin kendine göre bir güzelliği vardır. Bize göre sevimsiz olanların yaratılmasındaki güzellik, bize sevimli gelenleri ayırt edebilmemize yardımcı oluşundadır. Yani bana göre sevimli veya sevimsiz görünmesi, irade-i cüziyemi kullanmamda yardımcı olmak için bazısının çirkin bazısının bana güzel görünmesidir. Mesela çürümüş elmayı sevmeyecek özellikte yaratılmışız. Çürümüş elmayı sevmeme özelliğimiz taze elmayı seçmemiz içindir. Değilse çürümüş elmanın yaratılışı da taze elma kadar mükemmeldir ve mükemmel olduğu için çürük elmanın yaratılışı da taze elma kadar güzeldir. Hiçbir insan, hiçbir mahluk ben böyle yapacağım, diye çürük elma yaratamaz. Ancak taze elmayı bekletmeyi tercih ederse yaratılış kanunu gereği bir süre sonra çürüme olayı yaratılır. Çürük elmanın çürük kokup, taze elmanın taze olarak önümüze gelebilmesi için hep mutlak olan Yaratıcının o süreci yaratması gerekir. Bu olayın bana bakan yönü ise; neyi tercih edersem iyi neyi tercih edersem kötü olur ayrımını yapabilmeme vesile olur.
Demek ki Yaratıcı, Sonsuz Güzellik Yaratma özelliği olandır. O halde sevmediklerimizi de O’nun bize sevdirtmediğini bilerek ebedi hayatta bize sevdirilenleri verebileceğini bildiriyor, diye anlıyoruz. Onun için ” رَبَّنَآ ءَاتِنَا فِى ٱلدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى ٱلْـَٔاخِرَةِ حَسَنَةً” (Ey Rabbimiz! Bize bu dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver,” (2: 201) diyoruz. Burada yaratılanlar üzerinde, genellikle toplumun değerlerinden edindiğimiz kendi değer ölçülerimize göre değişiklik yaparsak, o takdirde biz eşyayı kendilerinin güzelliği adına seviyor, onların Yaratıcısına olan muhtaçlığımızı reddediyor ve “ben daha güzelini yaparım işte böyle” diyerek estetik ameliyatı oluyorum, demeye getiriyoruz. Dikkat etmemiz lazım! (Hastalık durumlarında tedavi yoluna gitmemiz gerektiğini zaten Kur’an’dan ve Rasulullah’ın uygulamalarından anlıyoruz. Bu farkı ayırt edelim.)
İlgili Yazı : İslamiyet ve Hürriyet – Prensipler