“La ilahe illallah”ı kendimiz için ikna olduğumuz bir temele oturtmalıyız ki, imanımız ve devamında “dini hayatımız” bir iddiadan ibaret kalmasın. Yani, “La ilahe illallah” ifademiz, belli bir sonuca dayanmasına ve bu sonucun hakkaniyetine güvenmemize rağmen, günlük hayatımızda, marifetullah sürecinde karşılaşacağımız problemlerde bizi çözümsüz bırakmasın.
Evet, bir Yaratıcının olması zorunluluğu sonucuna ulaşmamızda kendimizi ikna etmiş olabiliriz. Fakat bu Yaratıcı ile aramızdaki ilişkiyi hangi esaslar üzerine oturtacağımızı düşündüğümüzde “boşluklar” çıkmaya başlıyor. Pratik hayatımızda çok karşılaştığımız bu duruma karşı, “Kader meselesini anlamıyorum, karmaşık bir mesele” deyip geçmemiz, sevmediğimiz bir olay ile karşılaştığımızda, “Bu da nereden çıktı, hiç Allah böyle şeyleri yaratarak bize zorluklar çektirir mi?” vs. şeklinde itirazlarımıza karşı, teselli için, “Onun kahrı da güzel, lütfu da güzel” deyip geçebiliyoruz.
Çözümsüz gibi görünen meselelerin altında varlığından emin olduğumuz Yaratıcının bizim tarafımızdan nasıl algılandığı problemi yatar. Kristalize edilmesi gereken noktanın, bizim bu Yaratıcıyı algılama şeklimizde olduğunu düşünüyorum.
Allah’ın sıfatlarını sıralayan Müslüman mütefekkirlerin geleneğinde bize sundukları reçetede, “Allah’ın zati sıfatları var. Bunlar, Vücud, Kıdem, Beka…” diye sıralamışlar. Bu sıralamada dikkatimizi çeken, “Vücud” sıfatının ilk sıraya konulması. İfadesi zor ama, şöyle desek, “O Var olandır.” Hala sorular devam eder: “Yani? Nasıl var yani? Ne gibi mesela?” vs.
Bu sorunun üzerinde hep beraber duralım: “Varlığından emin olduğum ve fakat varlığının mahiyetini tanımlayamadığım, Var Olan.” Bunu bazı mütefekkirler, “Vacibu’l-Vücud” (Varlığı zorunlu olan) diye özetlemeye çalışmışlar.
Bu ifadeleri (Vücud ve Vacibu’l-Vücud) daha iyi kavramak için şöyle bir yaklaşım bana faydalı oldu: Benim müşahede ettiğim, tecrübe ettiğim bu varlık alemi bana diyor ki: “Bizi yok iken var eden bir “Varlık Kaynağı” olmalı.” Dikkat edilecek nokta, “Bu alemdeki her bir şey bu ilanı yapıyor” derken, pratik alışkanlıklarımızdan dolayı, yalnızca eşyanın kendisinin fiziki varlığını kastediyor olabiliriz. Aslında şu noktaya dikkat etmeliyiz: Eşyanın taşıdığı özelliklerin varlığı önemlidir. Yani, bir insanı ele alırsak, sanki toptancı bir tavırla: “Mükemmel bir varlık olan insani yaratan bir Yaratıcı olmalı” sonucu doğru olmakla birlikte, bizim ”varoluşsal” sorularımıza tam cevap vermeyebilir. İnsanda şekil (suret), görme özelliği, duyma özelliği, hissetme, düşünme, rüya görme, terleme, bir ağırlığı olma, hareket etme… neredeyse insanın sayamayacağı kadar çok olan özellikler sıralayabiliriz. İnsanın organlarına, o organların dokusal yapısına, onların da hücrelerine ve de o hücrelerin parçacıklarına ve bütün bunların özelliklerine ayrı ayrı birer varlık olarak bakarsak, ki öyledirler, bu varlıkların varlık alemine gelmesinin Kaynağı (Varlık Kaynağı) mutlaka araştırılmalıdır.
Kısacası: Esas sorgulanması gereken “var olmak“tır. Var olduğundan emin olduğumuz eşyanın özelliklerinin varlık nedenini sorguladığımızda karşımıza çıkacak tek açıklayıcı, makul, insan tarafından mutmain bir kalb ile tasdik edilebilecek sonuç: Bu özelliklere varlık veren şuurlu, iradesi sonsuz, varlığı bizzat olan, kâinat cinsinden olmayan bir Mutlak Varlık olmalıdır. Kâinat içinde bu özelliklerin varlık kaynağını bulmak için çalışmak anlamsızdır. Çünkü kâinatta bulunan her şeyin ve o şeyin özelliğinin kendilerinin de varlığının kaynağını araştırmak zorundayız. Kâinat cinsinden olmayan bir Var Ediciye ulaşmak ve Onun varlığını onaylamak insan için zorunludur. Eğer eşyadaki özelliklerin varlığını, böyle bir Var Ediciye dayandırmazsak, bu özelliklerin varlığını izah edemeyiz. Yani, insan aklının var olmasını zorunlu gördüğü bir “Vacibu’l-Vücud” olmalıdır. Bu Vacibu’l-Vücud’un varlığının kâinat cinsinden olması mantıkî çelişkidir. Eğer kâinat cinsinden değilse, biz böyle bir varlığı ancak “Mutlak olan, Mutlak Varlığa sahip olan” yani “Varlığını başka bir kaynaktan almak durumunda olmayan, varlığı bizzat olan” diye tarif edebiliriz. Daima değiştirilen, belli kurallara tabi olmak zorunda bırakılan hiçbir şey, ”varlığı kendinden” veya ”varlığı mutlak” olarak algılanamaz.
Bir resim tablosunun, o resmin parçası olan boya, çerçeve, kağıt vs. tarafından yapılamayacağını anlayan bir insanın, o resmi yapanın resmin parçaları cinsinden tanımlayamayacağını da anlaması gerekir.
“Meçhuliyetiyle malum olan” ifadesini, “Kendisini kainat cinsinden tanımlamamız mümkün olmayan” diye anlamalıyız. Çünkü kainatın varlık nedenini kainat cinsinden tanımlamaya çalışmak bir mantıki kısır döngü olur. Hem “kainat cinsinden olmaması şarttır”, diyoruz ve hem de kainatın özellikleri cinsinden tanımlamaya çalışıyoruz. Bu mümkün değildir.
Ayrıca, çokça kullanılan, kâinatın anlamlı bir kitap gibi okunması gerektiği örneğinde, kitabın sayfaları ve mürekkep izleri ile kitabın bize taşıdığı mana arasındaki ilişki temsil konusudur. Kâğıt ve mürekkep manaların kaynağı olamayacağı insan için besbelli ise, “demek ki, bu manalar kendileriyle aynı cinsten olmayan bir kaynaktan, yani manaları bilinçli iradesiyle insanlara aktaran bir Yazardan geliyor” sonucuna ulaşmak insan için bir zorunluluktur. Kitapta yansıyan manaların kaynağı, bu manaların ”Varlık Kaynağı”dır ve bu Kaynak, kağıt ve mürekkep cinsinden tanımlanamaz olması kaçınılmazdır. Kâğıt ve mürekkebin anlam üretemeyeceği, onların özelliklerinden anlaşılır. Maddenin kasıtlı bir şekilde mana üretecek ne bilinci, ne iradesi, ne ilmi vardır.
Öyleyse, kitabın tümünün (kâğıdıyla, mürekkebiyle ve bize naklettiği anlamıyla) Varlık Kaynağı’nın, kitaba ”Vücud Veren” olduğunu zorunlu olarak kabul etmek durumundayız. Kitaba vücud vereni, kitap cinsinden tanımlamak bir mantıki kısır döngüdür. ”Kitap, kitabı yaptı,” dercesine. Âleme Vücud Veren‘in de, âlemdeki varlıklar cinsinden tanımlanamaz olduğunu insan mantığının tasdik etmesi kaçınılmazdır.
Bunun içindir ki, eşyanın varlık nedenini, eşyanın kendi içinde araştırdıklarını söyleyenler, kaçınılmaz olarak, eşyanın kendi kendine oluştuğunu, kendi kendine tesadüfen bir düzen oluşturduklarını, şimdi de, eşyanın kendisini devamlı değiştirmek ve çevresiyle uyum sağlayarak ayakta kalmak suretiyle bu düzenin varlığını koruma mücadelesi verdiklerini iddia eden, bir mitolojiyi savunmak zorunda kalmışlardır.
Böylece, bizim, bu Varlık Kaynağı’nın, insan için hiçbir şüpheye mahal kalmadan, Var olması gerektiğini (Vacibu’l-Vücud) ve bütün özellikleriyle Mutlak (bu alem cinsinden tanımlanamaz) olmasi gerektiğini tasdik etmemiz insaniyetimizin sonucudur. Biz insanlar için bu sonucun dışında bir iddiada bulunmak, veya kaçamak cevaplara başvurmak, kendi gerçeğimizle çelişmektir.
Dikkat edecek olursak, Kur’an’ın insanlara sunduğu tefekkür formülü olan “la ilahe illallah” şu yukarıda anlatılan varlık esasına dayalı bir sonuca nasıl ulaşacağımızı öğretiyor. Kainatta hiçbir varlık, kendisinin varlık nedeni olamaz, kendisine varlık veriyor olamaz (varlık vermesi için önce kendisi var olması, yani varlığı kendisinden olması, bağımsız varlığa sahip olması gerektiğini her akıl anlar.) “La ilahe” bu demektir. Öyleyse, bu alemdeki her bir varlığın her bir özelliğinin Varlık Kaynağını kastediyoruz “Allah” dediğimiz zaman.
Esselamu Aleykum Allah razı olsun.Çok uzak ufuklara ulaşmışsınız. Hakkaten tecridi bir zihinle ve külli bir yaklaşımla bu meseleler üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Kelamcılar vacibul vücudu isbat ederken varlığa camid maddeyi örnek veriyorlar Varolma ve yok olma üzerine konuşuyorlar. (palavra olmasın İnşaAllah. Ciddi bir kelam okumam yok kulaktan dolma yarımyamalak şeylerle idare ediyorum. ama okuyacağım inşaAllah ) Siz varlığın özellklerine ve sürekli değişkenliğine dikkat çekiyorsunuz. Ki bu kelamcıların kainattaki zevat efal ayrımını bir tarafa koyduğunuzu gösteriyor. Bu çağa ayak uydurmaktır. Zaruri bir revizyondur . Fiil ve cisim ayrımının göreceliliği ve temelsizliği artık modern insanın ikna olduğu bir husus. Böyle yapmakla aslında Said Nursi nin İmkan ve Hudus delillerine yeni örneklerle yaklaşımını bir temele oturtmuş oluyorsunuz. Said nursi bir sıçrama yapıyor ve Kelamcılar gibi camid maddeyi ele alalım demiyor Şu çiçeği ele alalım diyor. Sonsuz ihtimaller içinden böylesine estetik bir sonucun tesadüfen çıkmasının imkansızlığına işaret etmekle sadece aklı ikna eden değil gözü doyuran, bunalımlar içindeki modern insanı coşturan onu cennetle müjdeleyen bir delil haline getiriyor.vesselam Aleykum .
Tesekkur ederim Yusuf hocam,Guzel noktalara parmak bastiniz. Bu yazinin bir amaci da Risale-i Nursi’lerin, klasik Kelam’in bir devami olmadigini gostermek idi. Binlerce sayfalik eserde klasik Kelam’in ilgilendigi sekilde konuyu ele alan ancak 5 veya en fazla 10 sayfa bulunabilir. Bu yerlerde de muellif kendine has olan eklektik yapisini korur, bu devirde ayni konunun nasil degerlendirilmesi gerektigini de izah eder. Aynen taklit etmez. Risale-i Nur muellifini bir balarisina benzetiyorum. Her turlu cicekten bal yapabilecegi poleni alip, guzelce hazmedip bal seklinde okuyucusuna sunar. Islami ilimler geleneginde ulema cok degisik yaklasimlar gelistirmisler. Hepsinden Allah razi olsun. Risale-i Nurlarda bu geleneklerin herbirisinden faydalanildigini, hicbirinin incitici bir sekilde elestiriye hedef alinmadan, faydali olan yonlerinin okuyucuya tasindigini, eserlerin yazildigi cagin baglaminda bu bilgilerin tekrar bir analize tabi tutulup pratik bir sekilde, avamin da faydalanabilecegi hale getirildigini musahede ediyoruz. Allah, insanlara gonderdigi mesajin, onlar tarafindan anlasilmasina yardimci olan butun ehl-i hamiyyetten razi olsun. Cumlesini Rahmetine mazhar etsin. Amin!
Allah razı olsun, güzel yazdırılmış bir yazı, aklımda “sureti faniye ve kendinden geçmek ” en kısa ve kolay nasıl yaşanır sorusu bir kıyıda bekliyordu, varlığım ve kainatın varlığındaki özelliklerin arka planına baktığımda mutlak rahmet ve kudretin varetmesi dışında verebileceğim başka bir kaynak yok. Yoğun bakımda şuursuz hareketsiz yatan hastaları görünce bunu derinliği ile hissediyorum.Onlardan alınmış şuur ve hareket etme özelliklerini tekrar verebilecek kimseyi kainat içinde göremiyorum. Anlıyorumki bende ve kainattaki bütün özellikler isim ve sıfatlar Müteal bir kaynaktan akıyor/gönderiliyor. Lehül esmaul husna daha bir anlaşılıyor. Suretler aynasında ve aynamda Can ve Canan olan tecelli ediyor/hissolunuyor. Varlığın ve özelliklerinin zeval ve fenaya gidişi anlam buluyor. Yazılar ve ders kayıtları çok faydalı oluyor..binler selam