Ha-mim derslerinde uluhiyet ya da -Ha-mim’de yaygın olarak kullanılan ifade itibariyle- Varlık Kaynağı ile ilgili olarak en sık tekrarlanan hususlardan birisi “mutlak” kavramıdır. Adına ne denilirse denilsin evrenin var edilmesini ve varlığını devam ettirmesini sağlayan Kaynak “mutlak”tır. Başka bir ifadeyle “gaybî”dir, sonsuzdur, sınırsızdır, kainat cinsinden değildir, varlığı zorunlu olandır. Bu yaklaşım Ha-mim’de “ezbere söylenen bir kalıp bir ifade” olarak değil, aklî sorgulamalar sonrasında ulaşılan mantıkî bir sonuç olarak ortaya konulur. En kısa şekilde ifade etmek gerekirse bu şöyle temellendirilir: Evrene baktığımızda, varlıkların kendilerinde görünen özelliklere kaynaklık edecek nitelikte olmadığını; dolayısıyla bir Var Edicinin bulunmasının zorunlu olduğunu mantıken anlıyoruz. Yine evrendeki varlıkları incelediğimizde en küçük varlığın bile tüm evrenle ilişkili olduğunu fark ediyor, atomlardan galaksilere kadar tüm varlıkların ancak bu Var Edici tarafından var edebileceğini, dolayısıyla Onun “bir” olması gerektiğini (vahid, ehad) kabul ediyoruz. Diğer taraftan yine evren incelemelerimizde hücrelerden yahut atom altı parçacıklardan gök adalarına kadar her şeyin, -bir bakıma- sonsuz bir ilmin ve gücün eseri olduğunu gösterdiğini, dolayısıyla Var Edicinin sınırsız bir ilim ve kudrete sahip olmasının aklen zorunlu olduğunu teslim ediyoruz.
Sözlükte “serbest bırakılmış, sınırlandırılmamış” anlamına gelen “mutlak” kelimesi literatürde “kayıtlandırılmış, sınırlandırılmış” anlamındaki “mukayyet” kelimesiyle birlikte kullanılır; ayet ve hadis metinlerinin yorumunda bir ‘lafzın’ (Varlık Kaynağının değil) genel anlamda mı yoksa vasıf, şart, zaman ve mekan gibi kayıtlarla kayıtlanmış olarak mı sevk edildiğini tespit için gündeme getirilir. Felsefi bir terim olarak ise mutlak “hiçbir şeye bağlı olmaksızın var olan, bağımsız, şartsız olan” anlamına geliyor. Burada uluhiyeti nitelemek üzere dile getirilen “mutlak” kelimesi kök anlamına uygun olarak Var Edicinin; a) zaman, mekan gibi her türlü sınır ve kayıttan uzak olan, b) yaratılmaya muhtaç olan bu evrenin varlığı cinsinden olmayan, c) varlığı kendine özgü olan, anlamında zikrolunmaktadır.
“Mutlak”ı ister sözlük anlamına uygun olarak Yaratıcının sınırsızlığı, zaman ve mekan kayıtlarından uzaklığı ister Onun kainat cinsinden olmadığı, dolayısıyla mahlukata ait kayıtlardan münezzehliği şeklinde ifade edelim, sonuçta, -en azından zahiri bakımından- Ona bir anlam biçiyor, Onun “ne”liği konusuna atıf yapmış oluyoruz. Peki böyle bir ifade “tanım” mıdır? Böyle diyerek Yaratıcıyı tanımlamış oluyoruz muyuz? Esasen “mutlak”ı tanımlamak mümkün müdür? İşte yakınlarda izlediğim bir ders videosunda (https://ifw.ha-mim.org/chapter-fajr-5/) bu sorulara cevap teşkil edecek bir tefekkürün paylaşıldığını gördüm. Çalışılan ayetlerle bağlantılı olarak iman, bilgi, şuur, algı, özgür irade gibi kavramların birbiriyle ilişkilerinin gündeme getirildiği dersin ilgili bölümünde, -özetle ve bazı tasarruflarla- şöyle deniliyor:
“İnsanı sorumlu kılan irade hürriyetidir. Fakat bunun gözlemlenebilir fizikî bir varlığından bahsedemeyiz. Ancak yaşadığımız ve hayatımızda varlığından emin olduğumuz bir özelliğimiz olarak tanımlayabiliriz. Buradan önemli şu prensibe geçebiliriz: Aslında hiçbir şeyin mahiyeti, öz varlığı (essence) tanımlanamaz! Yunan Felsefesi her şeyi tanımlama üzerine kuruludur. Modern bilimler de bu prensini izliyor. Onların tanım dediği şey aslında göreliliğe dayanır. Mesela ‘şu şehir nerededir?’ dediğimizde referans noktaları kullanır, ‘şu ülkenin kuzeyinde veya güneyinde’ vs. deriz. Peki ‘ülkenin kuzeyi ve güneyi nerededir’ denildiğinde yine mesela ‘filanca denizle filanca sıradağları arasındadır’ gibi atıf noktalarıyla tanımlarız. Demek ki bir şehrin bulunduğu yerin tanımını yapmak için belirli referans noktaları zikrediyor, onun üzerinden tanımlama yapıyorsunuz. Bu referansa noktaları görelidir, izafidir. Bırakalım bir şehri, kendimizin nerede olduğunu tanımlarken de, ‘şunun yanındayım, bunun önündeyim, filancanın arkasındayım’ gibi yine referans noktalarıyla tanım yapıyoruz. Yine sağ, sol, kuzey, güney, büyük küçük, uzun kısa gibi ifadeler de fiziki birer varlık değildir. Madde veya maddede gözlemlenen özelliklerin mahiyetinden de değil.”
“Kur’an hiçbir şeyi Yaratıcının kendi katından tanımlamaz! Mesela Allah kendisini Kur’an’da tanımlar mı ya da nasıl tanımlar? Mahlukat üzerinden bir referans noktası kullanır; çünkü Kur’an’ın insanlara ulaşabilecekleri delillerle konuşması hikmet gereğidir. Biz, -söylediğim üzere- önce bir referans noktası belirler, kendimizi ona göre tanımlarız. Aynı şekilde bir şehrin yerini ‘şu şehirlerin arasında’ diye söyleriz. Diyelim ki 50 sayısı ile ilgili olarak sözlüğe baktığımızda, ‘49 sayısından sonra gelen, 51 sayısından önce gelen bir sayıdır’ denildiğini görürüz. Peki böyle dediğimizde elli sayısı tanımlanmış olur mu? Hayır! Bu, hiçbir şey değildir. Peki Allah kendisini nasıl tanımlıyor? Bilgisayar örneğinden gideyim. Benim bir bilgisayarım var, her bilgisayardan farklı. Bunu şöyle tanımlıyorum: ‘Benim bilgisayarım hiçbir bilgisayara benzemez, bütün diğer bilgisayarlardan farklıdır’. Ben böyle diyerek bilgisayarımı tanımladım. İşte Kur’an’ın Allah’ı tanımlaması böyledir. Aslında tanımlamıyor, ‘değilleme’ yapıyor. Önce ‘lâ ilahe’ yani ‘ben hiçbir şeye benzemem’ diyor, arkasından ‘illallah’ dolayısıyla ‘ben öyle bir ilahım’ diyor. Görüldüğü gibi Allah kendisini ne olduğu üzerinden değil, ne olmadığı üzerinden tanımlıyor. Mesela, ‘O yaratılmaya muhtaç dağ gibi değildir, deniz gibi değildir, yıldız gibi değildir…’ diyerek ‘selbî’ yani değillemeye dayalı olarak tanımlıyor. Fakat böyle bir tanım yaparken değillediği tüm örnekler insanların şimdi bu dünyada iken ulaşabilecekleri örneklerdir. Böyle bir usulün en güzel örneklerinin Kur’an’daki temsiller olduğu ifade edilir. Cennet ve cehennem tasvirlerinin de bu dünyadaki örneklerle yapılması bizim için tasavvuru mümkün ve hem de delil olarak alınması gerektiğini haber verir. Yani Kur’an bu dünyada bahçeleri yaratanın neden bunların daha güzelini ve sürekli olanlarını yaratması mümkün olmasın ki?’ der.”
“Allah’ın kendisini ne olmadığı üzerinden tanımlaması, -tekrar bilgisayar örneğini hatırlarsak- bilgisayarım şunun bilgisayarına benzemiyor, bunun bilgisayarına benzemiyor demem gibidir. Aksi halde bilgisayarımı nasıl tanımlayacağım? Zira biz göreli ve göreceli bir dünyada yaşıyoruz. Göreli ve göreceli dünyada hiçbir şeyi mutlak olarak tanımlayamayız. Dolayısıyla, ‘Ben Allah’a inanıyorum’ dediğimde, kainatta hiçbir benzeri olmayan, gaybî, mutlak bir Varlık Kaynağına inandığımı söylüyorum. Çünkü ben varım, varlıklar var, varlıklarla temasım var; dolayısıyla şuurum beni bu dünya örneğine bakarak böyle bir Varlık Kaynağı olduğuna, olması gerektiğine zorunlu olarak götürüyor. Bu varlık kaynağının mutlak, gaybî olması gerektiği sonucuna ulaşıyorum. Bu imanım nereden geldi? Cevap, kainatta tanımlanamaz olan, kainat cinsinden olmaması gereken ‘mutlak kaynak’tan geldi. İşte bu ‘lâ ilahe illallah’ diye anılan kelime-i tevhidin gerçek anlamıdır. Yoksa kelime-i tevhidi ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ şeklinde tercüme etmek çok basit ve çok yüzeyseldir.”
“Biz rölatif bir dünyada yaşıyoruz. Kendimizi düşünelim. Neredeyim ben? Kendinizi dünyanın tepesinde nerede buluyorsunuz? Dünyanın dairesel küresindeki her nokta en tepedir. Tepedeyim deyince nerede olduğumu tanımlamış oldum mu? Bilincim bana varlık kaynağımın ben olmadığını söylüyor. Başka bir ifadeyle şuurum dolayısıyla kendi varlığımın, varlık kaynağım olmadığının farkındayım. O halde ben O varlık kaynağının var ettiği bir varlığım. Bu gayet basit ve anlaşılabilir bir şey. Bunun dışında zaten kendimi tanımlama imkanı yok. Başka bir şık, başka bir seçenek yok. Ben mutlak ve gaybî olan bir Yaratıcının eseriyim. Bu çok net ve çok ikna edici bir husus.”
“Şunu anlamak bizim için zor olabilir: İnkarcı, ateist birisi bize diyor ki ‘Allah kimdir?’ Bunu derken bizim kendisine tanım yapmamızı, tasvirde bulunmamızı bekliyor. Cevap şudur: Rölativite olmadan her hangi bir şeyi tanımlayabilir misiniz? Asla! İşte Kur’an tam bu noktada Allah’ın tanımlanamazlığını şöyle ifade ediyor: ‘Leyse kemislihi şey’ün: Onun misli gibi hiçbir şey yoktur’ (Şura 42/11). Üçüncü kere bilgisayar örneğine atıf yaparsam, ‘benim bilgisayarım hiçbir bilgisayara benzemez!’ Çünkü yaratıcı Allah, yaratılmaya muhtaç kainatın cinsinden olamaz. Gayba inanmak Allah’ın ‘mutlak’ olduğuna inanmak demektir. Bu, insanı çok rahatlatıcı, problemlerini çözücü bir sonuçtur.”
“Allah’ı sıfatlarını sayarak nitelemeye gelince, bu da tam olarak tanımlama değildir. Mesela evreni incelediğimde Yaratıcının kudret sahibi olması gerektiğini anlıyor, ‘O her şeye güç yetirendir’ diyorum. Bu ne demek? ‘Efendim, Onun kudreti benim kudretim gibi, makinelerin kuvveti gibi sınırlı değildir, sınırsız bir kudrettir’ diyorum. Ama yine tanımlamış olmuyorum. Neden? Kudret de gaybîdir, kudret de mutlaktır; dolayısıyla tanımlanamazdır. Diğer sıfatları da buna kıyaslayabiliriz. Fakat bu değilleme yoluna girmeden tanımlanamazlık Onun veya özelliklerinin (sıfatlarının) varlığında bir şüpheye yer bırakır mı? Hayır! Neden? Var olması zorunlu olan bir sonuçtur, Mutlak’ın varlığına iman.”
Tasarruflarla özetleyerek yaptığım bu iktibas dersin takriben yirmi dakikalık kısmına tekabül ediyor. İmanın mahiyeti, gayba imanın ne demek olduğu, iman-şuur ilişkisi, iman-bilgi ilişkisi gibi konulara dair olan bu derste, şahsen benim yararlandığım istifadeli tefekkürler ortaya konuluyor. Allah razı olsun.