Ders Notları

Resûlullah’ın (asm) Mucizeleri Neden Yaygınlık Kazanmadı?

Resûlullah'ın (asm) Mucizeleri Neden Yaygınlık Kazanmadı? | Ha-Mim

Her konuda olduğu gibi “mucize” konusunda da, tarih boyunca, itidal noktasının altında kalan yahut üstünde olan ‘sapmalar’ yani ifrat ve tefritler olduğu biliniyor. Bazı kişi yahut çevreler peygamberlere verilen mucizeleri doğrudan veya dolaylı ifadelerle inkara meylederken, bazı kişi yahut çevrelerin mucizeleri veya olağan üstülükleri merkeze alan bir anlayışı benimsedikleri görülüyor.

Sözlükte “mucize”nin, “başkalarını benzerini yapmaktan aciz bırakan şey” demek olduğu dikkate alındığında, içinde yaşadığımız fiziki alemde her şeyin mucize olduğu açıkça görülüyor. Söz gelimi, evrende her saniye sayısı hesaplanamayacak adette canlı var ediliyor, ama insan tek bir canlı bile meydana getirmekten aciz kalıyor. Literatürde ise mucizenin, “Yaratıcının, peygamber olarak gönderdiği kişinin peygamberliğini doğrulamak üzere Onun tarafından gerçekleştirilen harikulade olay” şeklinde tanımlanması, mucizenin peygamberlerin elinde meydana gelen fakat peygamberlere ait olmayıp Yaratıcıya ait olan fiiller demek olduğunu hatırlatıyor. Nitekim Kur’an’da bazı peygamberlere verilen mucizelerden bahsediliyor. Mesela Hz. Musa’nın asâsının yılana dönüşmesi ve koynuna sokup çıkardığı elinin bembeyaz hale gelip parıltılı ışık vermesi (A’râf 7/107-108) bunun iki örneğini teşkil ediyor. 

Sözü Hz. Muhammed’in (asm) mucizelerine getirmek istiyorum. Geçtiğimiz hafta sonu yapılan ve benim kayıtlardan dinlediğim (https://www.youtube.com/watch?v=dxLfmcmuX3Q) müzakereli bir derste şu metin çalışılıyor: “Bu zatta (asm) hatta düşmanlarının tasdikiyle dahi bütün güzel huyların ve hasletlerin bulunması ve, “venşakka’l kamer”, “vemâ rameyte iz rameyte velakinnallahe ramâ” ayetlerinin sarahatiyle, bir parmağının işaretiyle kamer iki parça olması ve bir avuç ile a’dâsının ordusuna attığı az bir toprak umum ordunun gözlerine girmesiyle kaçmaları ve susuz kalmış kendi ordusunda, beş parmağından kevser gibi akan suyu kifayet derecesinde içirmesi gibi nakl-i kat’î ile ve bir kısmı tevatür ile yüzer mucizâtın onun elinde zahir olmasıdır…”. Metnin müzakeresinde, öteki çağrışımların paylaşılmasıyla birlikte, konu şöyle bir soru ile dikkat çekici bir alana taşınıyor: Madem mucizeler o kadar meşhur idi, neden hadis rivayetlerinde ağırlıklı bir yer işgal etmedi? Neden insanlar iftiharla ve sıklıkla mucizeleri anlatan bir yol izlemedi, izlemiyor?

Ben de şahsen soruyu anlamlı buldum. Evet, Resûlullah’a verilen en büyük mucize Kur’an-ı Kerim’dir; sahih hadis kaynaklarında çok ağırlıklı bir yer işgal etmemekle beraber Resûlullah’ın bazı mucizeleri dile getiriliyor, genel olarak Müslümanlar da Resûlullah’ın mucizeler gösterdiğini benimsiyor, fakat Müslümanlar arasında sıklıkla ve süreklilik içinde onun (asm) mucizelerine yönelik çok vurgulu bir anlatım görülmüyor, neden?

Soru, somut bir örnek üzerinden şöyle cevaplandırılıyor: “Mesela bir rivayette deniliyor ki, ‘Biz üç yüz veya dört yüz kişi idik…’ Muhtemelen bir seriyyeden geliyorlardı. Seriyye, küçük gruplar halinde sahabilerin değişik bölgelere giderek İslam’ı tebliğ faaliyetleri demektir. Ne var ki, kimi zaman bu, yanlış olarak ‘savaş’ diye anlatılıyor. Her ne ise, rivayet devam ediyor: ‘Susadık. Ayrıca abdest almamız için de suya ihtiyacımız vardı. Resûlullah, ‘Suyunuz var mı?’ diye sordu. Az bir suyumuz vardı, kırbada. Getirdik. Elini su kırbasına batırdı. Parmaklarından çeşme gibi su aktı. Biz de o sudan içtik. Abdest aldık. Develerimiz de su ihtiyacını giderdi…’ (Su mucizeleri hakkında mesela bk. Buharî, “Vudû”, 32; Müslim, “Zühd”, 75) Baktığımızda, bu rivayeti birkaç kişinin naklettiğini görünce, ister istemez aklımıza şu soru geliyor: Acaba böyle bir olay yok da bu birkaç kişi mi bunu kafasından attı? Oysa bu ve benzeri rivayetlerde yer adı ve orada bulunanların sayısı zikrediliyor. Bu üç yüz veya dört yüz kişiden hiç biri, ‘evet, biz de orada idik, böyle bir olay olmadı’ demiyor. Yani her ne kadar râvi birkaç kişi de olsa orada bulunan onlarca, yüzlerce kişinin bu yahut benzeri olayı inkar etmemeleri olayın doğruluğu hakkında olumlu bir kanaat uyandırıyor”.

Bu kadar tutarlı, çevresindekiler tarafından -korkuya dayalı olarak değil, sevgiye dayalı olarak- bu kadar içtenlikle kendisine tabi olunan bir kimseyi benim ciddiye almam gerekir. Ama bu asla beni, -İslam geleneğinde sıkça vurgulandığı üzere-, Hıristiyanların Hz. İsa’yı ilahlaştırmaları gibi Hz. Muhammed’e beşer üstü nitelikler yüklemeye götürmemelidir.

Müzakere şöyle devam ediyor: “Gelelim, ana soruya, Resûlullah’ın mucizeleri İslam aleminde niçin çok meşhur olmadı? Bunun cevabını Hıristiyanlığa baktığımızda daha kolay anlıyoruz. Hıristiyan aleminde Hz. İsa her zaman mucizeleri ile anılır (mesela, Hz. İsa’nın bir felçliyi iyileştirmesi (Matta 9: 1-8), denizde bir fırtınayı yatıştırması (Luka 8: 22-25), bir ölüyü diriltmesi (Matta 9: 18), yıllarca sakat kalmış bir kadını şifaya kavuşturması (Matta 13: 10-17). Bugün dünyada iki milyar dolayında Hıristiyan var. Bunlara, ‘Peki, Hz. İsa size ne öğretti?’ denilince, ‘Allah sevgidir’ diye cevap veriyorlar. ‘Seven Allah anlayışı’. Güzel, ama bu, belli. Kainat bütün güzelliği ile önümüzde. Öyle olmasaydı, Yaratan, ‘Buyurun, burası sizin için eğitim merkezi, istediğiniz gibi kullanın’ der mi idi?’. Yine onlara, ‘Peki, ne yapıyorsunuz, Hz. İsa size ne yapmanızı söyledi?’ deyince pek bir şey demiyor, ‘Hz. İsa hastaları iyileştirdi, görme engellilerinin görmesini sağladı vs.’ diye onları anlatıyorlar. Hayatlarında da Hz. İsa’nın diğer peygamberler gibi tevhide ve tevhidin gerektirdiği amelî hayata dair getirdiği mesajların tezahürleri pek görülmüyor…”.

Müzakere, aynı konu etrafında Hıristiyanlık-İslam mukayesesi üzerinden şöyle devam ediyor: “İslam alemi böyle bir tavrın Hıristiyanlığı nereye götürdüğünün farkında idi. Hz. İsa’nın elinde gözüken fakat gerçekte Yaratıcıya ait olan fiilleri ona atfederek hem o peygamberi ilahlaştırmışlar, hem de amelî hayatı ihmal eden, dolayısıyla dünyevileşmeye kapı aralayan bir anlayışa sahip olmuşlardı. İslam alemi, Resûlullah’ın irşat ve uyarıları ile bir taraftan mucizelerin hakkaniyetini kabul etmiş, bir taraftan da Hıristiyan aleminin düştüğü bu vartadan uzak kalmayı tercih etmişlerdi. Bir örnek uygulama ile ifade etmek gerekirse, mesela, Peygamber zamanında insanlar daire şeklinde oturuyorlardı. Hutbe hariç. Hutbe özel durumdur. Peygamber hutbeyi ilk zamanlarda ayağa kalkarak irâd ederdi. Sonra Müslümanların sayısı artınca, sahabenin teklifi üzerine birkaç basamaklı ağaçtan yüksekçe bir yer yapıldı ve hutbe orada irâd edildi. Normal sohbete gelince, dediğimiz gibi sahabe halka şeklinde otururdu. Bu oturma düzeninde ‘baş köşe’ yoktu. Bir gün sahabiler otururken Resûlullah onların yanına geldi. Bazı sahabiler hemen ayağa kalktı. Bunun üzerine Resûlullah (asm) rahatsızlık duydu, yüz hatları değişti ve ‘Siz ne yapıyorsunuz, gayr-ı Arap bazı kimselerin birbirlerine tazimde bulunduğu gibi siz de tazimde mi bulunuyorsunuz?’ dedi. Rivayet metninde yok ama bağlamdan anlaşılıyor, sanki ‘ilahlaştırmak mı istiyorsunuz’ demeye getirdi. Onları oturttu” (İbn Mâce, “Dua”, 1; Ebû Davud, “Edeb”, 152).

Müzakere şöyle devam ediyor: “Peygamber çok faziletli idi. Sahabiler onun faziletini dikkate alarak ayağa kalkmışlardı. Fakat bu olaydan anlaşılıyor ki, Peygamber’in kendisinin fazileti onun getirdiği mesajın ciddiye alınmasına vesile olabileceğinin en güzel örneğini Hıristiyanlık aleminin tarihi gelişmesi açıkça göstermiştir. Yoksa onun fazileti getirdiği mesajın tasdik edilmesine araç olarak kullanılmamalıdır. Onun fazileti, ancak getirdiği mesajı iyi niyetle dikkate almaya bir vesile olmalıydı. Biz bunu ayırt edemedik. Peki, Resûlullah’ın fazileti hangi ölçüde idi? Sahabilerin tavrından anlıyoruz ki, Resûlullah’ın fazileti ‘inanılmaz ölçüde’ idi. Çevresindeki bütün insanların hayranlığını kazanmış ‘inanılmaz bir fazilet’. Onun fazileti getirdiği mesajın bana rehber olmasına bir başlangıç olacak, bir teşvik vesilesi olacaktır. Bu kadar tutarlı, çevresindekiler tarafından -korkuya dayalı olarak değil, sevgiye dayalı olarak- bu kadar içtenlikle kendisine tabi olunan bir kimseyi benim ciddiye almam gerekir. Ama bu asla beni, -İslam geleneğinde sıkça vurgulandığı üzere-, Hıristiyanların Hz. İsa’yı ilahlaştırmaları gibi Hz. Muhammed’e beşer üstü nitelikler yüklemeye götürmemelidir. Galiba burada söylenen şu: Peygamber’in faziletini onun getirdiği mesaja perde yapmayın, araç yapın. Yani siz, onun getirdiği mesaja yoğunlaşın. Ki, bu mesaj iki türlüdür: İlki vahiy yani Kur’an mesajı; ikincisi Kur’an’ın onun rehberliğinde hayata aktarılmış şekli yani sünnet. İşte, anlaşılabilir bu hassasiyetten dolayı İslam alemi onun (asm) mucizelerini kısmen geri plana itmiş, Kuran ve sünnete odaklanmıştır…”.

Evet, Kur’an’ın belağatı muhteşem. Mesajları muhteşem. Ama ayetlerin mesajları genellikle iman ve imanın insan ruhunda ve hayatında yansımalarının “soyut” eğitimini verir; şahsî ve toplum hayatını düzenleyen kuralları ise daha çok genel prensipler halinde belirtir. Bu prensiplerin pratik hayatta uygulamalarının somutlaşması ve belirginleşmesi Peygamber’in uygulama örnekliğine bağlıdır. Bundan dolayı Kur’an, ‘Peygamber’e itaat etmeyi Allah’a etmek’ şeklinde (Nisa 4/80) açıklar.

Bu yaklaşımın asla Peygamber’in mucizelerini inkar anlamına gelmediği belirtilen müzakerede, şu önemli notlar paylaşılmaya devam ediyor: “Bazı insanlar mucizeleri ya kabul etmiyor ya da birkaç adet ile sınırlıyor. Mucizeleri inkar etme meyli sadece Türkiye’de değil, İslam dünyasının da çok yerinde var. Peki, Peygamber’in mucizelerini inkar etsem ne olur? Bunun cevabı şu: Peygamber mucizelerini inkar etmek, Yaratıcının, özellikle ilk defa, daha ortada Kur’an tamamlanmış değilken ve büyük çoğunluğunun okur-yazar bile olmadığı ilk muhataplarının, Peygamber’in peygamberliğini tasdik etmek üzere ortaya koyduğu ‘şahitliği’ inkar etmek demek olur. Bu durum ilk muhataplar açısından onların büyük bir haksızlığa maruz bırakılması anlamına gelir. Bu işin bir yönü. Başka bir yönü ise mucizeleri inkar etmek, Peygamber’in rehberliğini devre dışı bırakmaya kapı aralar. Dinin ‘amelî’ dediğimiz alanını boş bırakır. Böylesi iddiada bulunan kimseler, ‘Kur’an var, Kur’an’ın belağatı var, o bize yeter’ demeye zemin hazırlıyorlar. Başka bir ifadeyle bu; Kur’an’ın mesajının hem kişisel hem de toplumsal alanda uygulamalarının öğretmenliğini yapmak üzere görevlendirilmiş Peygamber’in, risalet vazifesinin, Allah tarafından onaylanmasıyla, Kur’an mesajının Peygamber’in göreviyle organik bağının kesilmesinin ilk basamağını oluşturuyor. Evet, Kur’an’ın belağatı muhteşem. Mesajları muhteşem. Ama ayetlerin mesajları genellikle iman ve imanın insan ruhunda ve hayatında yansımalarının “soyut” eğitimini verir; şahsî ve toplum hayatını düzenleyen kuralları ise daha çok genel prensipler halinde belirtir. Bu prensiplerin pratik hayatta uygulamalarının somutlaşması ve belirginleşmesi Peygamber’in uygulama örnekliğine bağlıdır. Bundan dolayı Kur’an, ‘Peygamber’e itaat etmeyi Allah’a etmek’ şeklinde (Nisa 4/80) açıklar. Ne zaman ki Peygamber’in mucizeleri eleştirildi, eleştiriliyor; böyle bir tavrın, Peygamber’in rehberliğini de ikinci, üçüncü plana atma ile sonuçlandığı genellikle gözlemlenen bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Diğer taraftan dinin ‘amelî’ denilen alanında tembellik yapılması, bu tembelliğin sonucu olan, Resûllullah’ın pratik hayattaki örnek yaşantısının (usve-i hasene), Kur’an’ın ısrarlı hatırlatmalarına rağmen, şahsî ve toplum hayatımızdan çıkarılması süreci de mucizeleri inkar ile ilişkili görülüyor. Burada paralel bir tutum gözleniyor…”.

Müzakerenin çizdiği genel çerçeve, Hıristiyanlık-İslam mukayesesi ve mucizelere mesafeli duranların sünnete karşı duyarsızlıkları yahut amelî hayatı gevşek olanların mucizeleri inkar etmeleri veya kuşku ile bakmaları gibi tespit ve değerlendirmeler bana önemli, ikna edici ve dahası “Peygamber’in rehberliğine ihtiyacım” açısından değerli ve anlamlı geldi. Her defasında olduğu gibi yine bütün müzakereciler için, “Allah razı olsun” duasında bulundum, bulunuyorum.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın