Editörün Notu: Bu yazı “Şefaat” Konusu Üzerine Düşünceler başlıklı yazı ile ilgili gerçekleşen müzakereden oluşmaktadır.
Zafer –
Salatalık tohumunun şefaati herkes için geçerli ise, bu kişilerin de şefaati de herkes için geçerli. Kim tohumu alır, düzene uyarsa ona salatalık bahçesi veriliyor.
Salatalık tohumunun herkese olan şefaati, insanın hayvanî/biyolojik (beslenme ihtiyacı) olan yönüne bakıyor, değil mi? Yoksa salatalık hakiki anlamda herkese şefaat etmiyor benim anladığım kadarıyla.
İşte [peygamberden] mesajı alır kendime uygularsam otomatik cevap gelir. Yani, mesajı getiren, bana şimdiden şefaatçi olmuştur bile. Bir de ahirette ümmetine (mesajını alıp uygulayanlara) şefaatçi olmasını beklemenin bir alemi var mı?
Ben bunu şöyle anlıyorum: Peygamber yani elçi, ayet-i kübradır. Yani o öyle bir ayettir ki, diğer her şey onun mesajıyla ayet olur. Onun mesajını alıp salatalık tohumu ile olan ilişkime uygularsam, denildiği gibi otomatik cevap gelir. Salatalık tohumu benim insanî ihtiyaçlarıma şefaatçi olur. Salatalık tohumunun bana şefaati, elçinin şefaatinin delilidir, onun şefaatini destekler. Elçinin şefaati ile tüm kâinat bana şefaat eder. Hal böyle iken, yine dediğiniz gibi, bundan başka bir şefaat beklemeye de gerek kalmaz.
Ali – Şefaatle ilgili uzun yazıyı okuma zahmetine katlandığınız teşekkür ederim. Söyledikleriniz için evet, ama konuları örnek olmaktan çıkartmamak lazım. Salatalık, salatalık olarak şefaat eder elbet. Salatalıktan başka ne şefaati bekleyebiliriz? Bu örnek yaratılıştan geçiş yapıp, kim Rasullerin getirdiği mesajı alır ve kendisine uygularsa, bu mesaj da bir mesaj olarak şefaat eder.
İlyas – Şefaat gibi Kur’an’da ve hadislerde yer alan önemli bir “kavramı” tefekküre vesile yaptığınız için size teşekkür ediyorum. Yazıdaki temel açıklamalardan çok yararlandım. Anladığım kadarıyla yazı, “alem-i şehadetten” yola çıkarak şefaati açıklanabilir, tasdik edilebilir hüviyette gündemimize taşıyor. Ayrıca şefaatle ilgili ayetlerdeki farklı gibi görünen yaklaşımları gayet makul şekilde açıklamaya kavuşturuyor. Fakat, yazının şefaati bütünüyle bu boyutla sınırlayarak “uhrevi şefaati” bir nevi yadsıması benim zihnimde, açıkçası soru işaretleri oluşturuyor. Malum güvenilir kabul edilen kaynaklarda, “ahirette Peygamber’in ümmetinden büyük günah işleyenlere, Allah’ın kendisine vereceği izin çerçevesinde, şefaat edeceğine” dair güçlü rivayetler var. Bunları nasıl anlamak gerektiğine dair de açıklamalara ihtiyaç var, diye düşünüyor insan.
Ali – Kur’an’ın mesajında, belki onlarca defa “O gün kimseye bir zerre kadar haksızlık yapılmaz” veya “Herkes ancak yaptığı tercihlerin sonucuyla yargılanır, iyilikleri yüzlerce katlanır, kötülükleri bire bir hesaplanır” veya “kim zerre miktar iyilik yaparsa, kim de zerre miktar kötülük yaparsa karşılığını mutlaka bulacaktır” gibi ifadeler var. Önce bunları hatırlamak gerekiyor.
Bunların da ötesinde, yine şefkatli, merhametli Rabbimiz garanti veriyor ki, “Kim yanlışını itiraf eder ve affedilmesini dilerse, Beni sınırsız affedici, sınırsız merhametli olarak bulacaktır” şeklindeki belki yine yüzlerce tekrarladığı va’dini (söz vermesini) Kur’an mesajında okuyup, işte bu Rabbin görevlendirdiği elçinin mesajına uyanlar böyle bir tavrın içine girerler ve kesinlikle o elçinin getirdiği mesaja uymanın “şefaatini” ebedi hayatta bizzat yaşarlar, hiç de yadsımazlar. Bu hayatta, itirafın neticesinde kendimize ikram edilen ruhi rahatlığı ve bu rahatlıkla, artık eski hatamızdan vazgeçme gücünü ve kararlılığını bizzat kendimize verildiğini yaşayarak görüyoruz. İtiraf edemeyen, af dilemeyen, zorunlu olarak kendisini savunmaya devam eder, insan böyledir. Suçunu itiraf edenleri bu dünyada diğer dünyevi, elçi dinlemez kişiler bile vicdanlarıyla, yani “kendilerinde hazır buldukları gerçekleriyle” karar verip affediyorlar. İsterseniz bunu kendimizde deneyelim, itiraf ettiğimiz suçu tekrar etmekten “vicdanen” rahatsız olmuyor muyuz? İşte elçi bize bu sonucu bildiriyor, işaret edilen hadis ilk etapta bana bunları düşündürüyor.
Mehmet Ali – Şimdi soru şu: Hakikaten, “şefaat” kavramında bir problem var mı? “Müslümanlar” için hiçbir problem yok. Burada tırnak işareti kullanmamın amacı, genelde dinin içindeki konuları derinlikli düşünmeden ve hangi temele dayandığına bakmadan kabul edip geçmeyi ifade etmektir. Taklidî iman dediğimiz şey yani.
Taklidî imanın hatası nerede peki? Söylenilen şeyin filhakika yanlış olması demek değildir taklidî iman; onun yerine, söylenilen şey doğru, ancak söyleniş “şekli” yanlıştır. Mesela, “Allah’a iman ediyorum” cümlesi filhakika doğrudur; ama usûlsüz yani tahkiksiz söylenirse eğer, işte orada hata var demektir. O halde mesele, cümlenin içinde ifade edilen şeyin yanlış veya doğru olması değil; o cümleyi söyleyen kişinin takındığı tavır ve takip ettiği usûldür. Tahkiki yaparak söylerse eğer, doğru deriz; tahkik yoksa eğer, bu cümleyi “bu şekilde” söylemen yanlıştır deriz.
Şimdi tekrar dönelim “Peygamberin şefaat etmesine”. Peygamber Allah’a inanlara şefaat edecek mi? Hem evet, hem hayır. Hayır dememizin sebebi şu: Sen şefaatten ne anlıyorsun? Yine bizim Müslüman kültüründe bu, “Peygamber bana öteki tarafta torpil geçecek” manasında kullanılır genelde. Neden bunu diyorum? Çünkü bu haliyle ifade edilirse eğer, Allah’a inanmak ile peygamberin şefaati arasında “organik” ve “varlık” bazında bir gereklilik yok.
Şunu düşünelim; Hristiyanlığın bu haliyle geldiği nokta şu: İsa’ya inan ve kurtul. Ne alaka? Yani İsa’ya inanmak ile kurtulmanın yani ebedi hayatı kazanmanın ne alakası var? Kimse bilmiyor bunu ve kimse de aldırış etmiyor zaten, çünkü konu bu değil; zira konunun temelleri yani organik açıklamaları yüzyıllar öncesinde kaybedilmiş. Şimdiki Hristiyanlar sadece İsa’ya inanmakla bütün günahlarından kurtulacaklarını zannediyorlar. Bu “zan”, taklidî olduğu için yani inanç denilen mefhum onların hayatlarında hiçbir şeyi proses etmediği için filhakika doğru olan bu söz, onlar için hiçbir anlama gelmeyen taklidi bir cümle oluyor.
Dolayısı ile biz veya onlar deseler ki, “Hz. İsa dedi ki, ben ancak Allah’ın izniyle sizi kurtuluşa erdireceğim”; bu yine de pek bir şey ifade etmez. Zira sorun, bu haliyle, failin kim olmasında değil. Fail Allah desek bile, İsa’ya inancın beni nasıl kurtaracağının çözümlemesini yapmadım ve bunu hayatımda uygulamadım — işte sorun burada yatıyor. Şefaat edecek İsa değil, Allah’tır demek karşılaştığımız problemin çözümü değil.
Başka bir örnek üzerinden gidelim: Tanıdığım bir kimse fakültede hoca ve ben o bölümde öğrenciyim. Diyorum ki, hoca beni şu dersten sınıf geçirecek ve bana diploma aldıracak. Şimdi bu cümle bu haliyle doğru mu yanlış mı? Hem doğru olabilir, hem de yanlış bir şekilde kullanılabilir; öyle değil mi?
Ben öğrencilik vazifemi yerine getirip, hocanın dersine çalışsam ve verilen ödevleri yerine getirsem, ne yapmış olurum? O dersin içeriğini kendi dünyama taşımış ve dersin hedefi olan istidatlarımı geliştirmiş olurum. Kabiliyetlerimi geliştirip, günlük yaşantımda onları kullanmaya başladığımı görünce de hoca, not defterine bu kişi bu dersten geçebilir ve diploma alabilir der. Hal böyle olunca da, benim yukarıda söylediğim “Hoca, bana diploma verdi/verecek” cümlesi bir hakikati ifade etmiş olur.
Bunun aksinin de ne olacağı belli herhalde. Ben dersi çalışmasam ama sadece “Bu dersi veren filanca hocadır. Biliyorum. İtiraz etmiyorum” demekle bana diploma falan verilmez. Öyle değil mi? Zira o kişiyi “sözde” hoca olarak kabul etmenin kendisinde pek bir marifet yok. O kişi hoca ama ben hocanın dersini almıyorum; bu öğrenciye sınıf geçirtilir mi? Veya bu öğrenciye “şefaat” edilir mi?
Peygamberlerin şefaati de bundan farklı olmasa gerek. “Ben Hz. Muhammed’i veya Hz. İsa’yı peygamber olarak kabul ediyorum” cümlesi bir hakikate işaret ediyor olsa da, eğer onların verdiği dersleri çalışmıyorsam, bu haliyle, bizi “şefaat”e ulaştırması biraz zor.
Günah konusuna gelince; bir “günah” diye bir şey var ve bir de “şefaat” diye ayrıca bir şey var DEĞİL. Bunları ayıramayız; zaten sorun bunları ayırmaya başlayınca ortaya çıkıyor. Nedir o? Ben bir günah işliyorum — her ne demekse bu artık. Daha sonra Hz. İsa’dan veya Hz. Musa’dan şefaat bekliyorum ve bunun sonucunda o günahım affediliyor. Bu mantıksız bir açıklama. Varlıktan hiçbir delili yok çünkü. Bütün delil “Dinden” geliyor.
Şunu çok uzun zamandır kulağıma küpe yaptığım için hep tekrar ediyorum: “Dindar” açıklamalardan kaçınmadıkça, biz Müslümanlar taklitten çok zor kurtuluruz.
“Peygambere” dua edip “şefaat” istiyorum; “Allah” da benim “günahımı” affediyor. Bakın bu cümledeki tırnak işareti içersindekilerin hepsi “dine” ait ifadeler. Eğer argümanımız bunlar üzerine kuruluyorsa, ben “dikkat edin” derim. Ya da şöyle ifade edeyim. Aynı argümanı, bu “dini” ifadeleri çıkardıktan sonra kuramıyorsak, o argümanımızda problem var demektir.
Bana öyle bir argüman söyleyin ki, o argümanı hem müslüman, hem hristiyan, hem agnostik, hem de ateist birisi kabul etsin. Peygamber bana şefaat edecek, Allah da benim günahlarımı affedecek şeklindeki bir argümanı ateist kabul eder mi? Etmez elbet. Etmediği için zaten, bugün dindarların yüzünden millet ateist oluyor. Çünkü bizimkisi “kendin pişir, kendin ye” haline gelmiş artık; yani “körler sağırlar birbirlerini ağırlar”, şeklinde kendi kendimize çalıp oynuyoruz. Böyle din tebliği yapılmaz; daha doğrusu din böyle bir şey değil.
Yukarıdaki örneğin devamı olarak “günah”ı, vahyin rehberliğini yapmadığı varlık yorumu şeklinde tarif edersek eğer, Peygamberi dinlemenin bize nasıl “şefaat’ edeceği otomatik olarak karşımıza çıkar. Günah demek, benim fakültede derslerimi çalışmadığım için, sınıfta kalmam demek. Sizin bana “şefaat” etmeniz demek, benim sizin verdiğiniz dersi alıp, o “günahlarımı” temizlemem demek.
Değilse, Hristiyanlığın bugünkü halinden kurtulmamız mümkün değil. Nedir o? İsa’ya inan, gerisini merak etme sen. Böyle güdük bir anlayıştan din olmaz. Biz de o hale geliyoruz yavaş yavaş.
Bir noktaya da değineyim: “Şefaatin” şefaat olmasının esprisi, “Varlık sadece bu dünya ile kısıtlı değildir” mesajında yatar. Zafer daha önce söyledi, salatalığı bu dünyada yiyip ölmenin ne anlamı var? Böyle şefaat olur mu? Peygamber bize, “Merak etme, şu severek yediğin salatalığın devamı ötede de var” diyerek bize şefaat eder. Şefaat budur; ahireti bana vaat etmeyen mesajı ben ne yapayım?
“Salatalığı Allah yarattı” cümlesi, “ki aynı Allah, size devamlı olarak salatalık vermeyi vaad ediyor” şeklindeki zımnî manadan dolayı bir şefaat mesajı içerir. Değilse, yarattıysa yarattı; yaratmanın kendisinde bir şefaat yok ki — eğer ben bu dünyada salatalıkları yiyip ölüp gideceksem ve bir daha var olmayacaksam, bana ne salatalığı kim yaratmış!? Salatalığı yaratan, benim varlığımın devamını vaad etmiyorsa eğer, ben ona ne rahmet derim, ne de şefaat!
İlyas – Bu güzel ve ufuk açıcı yaklaşımlarınız için çok teşekkür ederim.
Mehmet Ali – Daha önce konuşulmuş bir konuyu yeri geldiği için tekrar etmekte fayda var.
Günah demek yanlış demek; varlık bazında bir yanlış. Mesela, 2 artı 2 eşittir 5 ifadesi, varlık açısından bir hatayı içerir — “dini” açıdan değil. Din, normalde hakikat demek ama şimdilerde din bu şekilde anlaşılmadığı için bu ayırımı yapma ihtiyacı hissediyorum.
Yanlış demek “yok” demek; yani 2 artı 2 eşittir 5 diye bir şey “yok” bu dünyada.
Yok demek “şer” demek; yani hakikatin olmadığı yani “yok” olduğu hale biz “şer” diyoruz. Dolayısı ile, 2 + 2 = 5 “şer” bir ifadedir; “yok”tur yani hakikatte bir karşılığı yoktur ve de o yüzden “günah”tır. Sevap ise hak olanı ifade eder. 2+2=4 sevaptır; çünkü “var”dır.
Var olan “hayır”dır, hayırlıdır. Biz ‘var’ı severiz; ‘var’ın olmasını isteriz. Yok, bizi rahatsız eder; istemeyiz. Var, yok olursa eğer, bu bizi incitir, acıtır, azap verir. Su olsun isteriz, çünkü su olmama halini sevmeyiz. Susuzluk sevilmez ve bizim için şerdir. Açlık, tok olma halinin yokluğudur. Aynen karanlık, ışığın olmaması gibi. Karanlığın kendisine ait müstakil bir varlığı yok; ışığın olmama durumunun adıdır karanlık. Susuzluk da öyle, açlık da öyle.
Mesela, ışık veren lamba var, ama karanlık saçan lamba yok. Su içince, adı üzerinde susuzluğumuz gider ama susuzluk halini ortaya çıkaran başka bir “var” yok. Açlığı izale eden şey “var” olunca, aç olmaktan yani yiyecek”siz”likten kurtuluruz. Sıcaklık da öyle; ısı var. Soğuk, ısının yok olmasından tezahür eder, ila ahir…
Ben “yalan” söylesem, buna “günah” denir; çünkü o söylediğim şey “yok”. Karşımda bir ağaç “var”; ama ben yok diyerek, olmayan bir şeyi iddia ediyorum; çünkü ağacın yok olması diye bir şey yok — ağaç var.
Birisinden bir şey “çalsam”; orada da bir “yok” var — hatta birden çok “yok” var. Bu mal, “onun” diye bildim. Bu onun değildi; bu malın onun olması diye bir hakikat “yok”. Çünkü sahibi o değil; sahibinin o olması diye bir iddia yalan, yani yok.
Bu mal, “benim” olsun dedim. Bu mal “benim” diye bir hakikat yok. Bu varlık alemindeki her şeyi yatay düzlemde değerlendirdim; sanki kendi içlerinde ve sadece kendilerine bakan yönüyle anlaşılabilir ve anlamlandırılabilir diye telakki ettim; böyle bir şey “yok”. Bu varlığı var edenin varlık üzerindeki maksadı yok diye davrandım, halbuki var; ‘var’a yok diyerek hakikati olmayan bir yoka inandım; ‘var’a yok dedim ve hata ettim, yani günah işledim. Yüzlerce katman olarak devam ettirilebilir bu.
O halde, “şer” demek “yok” demek; hayır ise var, yani varlık. Ne var ki var, o hayırdır. Benim ‘yok’u tercih etmem, şerdir yani günahtır yani “yoktur”. ‘Yok’u seçenin elinde hiçbir şey olmaz; “olmama” ise şerdir çünkü hatırlayın, biz varı isteriz ve vara aşığız. ‘Yok’u tercih etsem, elimde bir şey kalmaz. Elimde bir şey kalmaması benim için şerdir yani günahtır yani cehennemdir. O yüzden Üstad, cennet olmasaydı cehennem yakmazdı der; veya cehennemi, ademî (yokların) manaların toplandığı yer olarak tarif eder. ‘Yok’u seçen insan, seçiminin sonucunda “vara” ulaşamadığı için o noktada “yanar” yani cehenneme düşer.
Ancak bu şekilde varlık temeline dayanan bir açıklamadan sonra, “Allah, küfür hariç tüm günahları affeder” cümlesini anlamak mümkün olur. Küfür, Allah’ı (Var’ı) yok saymaktır. Diğer “günahlar”ın tövbesi olur çünkü “Aaa, bu seçimin sonucu ‘yok’a çıkıyormuş” diye anlayınca, o günah “affedilir”.
Aslında bu sadece bir kavramlaştırmanın adıdır; bir tövbe var bir de af var diye iki ayrı proses yok. Yanlışın bir “yoka” işaret ettiğini anlayan/gören adam, “vara” vasıl olur; hepsi bu. Tövbe ile affetmek aynı şey; bir paranın iki yüzü gibi.
Peki, tüm “varların” kaynağı “yok” dese insan; bu “günahtan” kurtulmanın yolu olur mu? Tek yol yine “O var” demekten geçiyor; O var deyince, küfür ortadan kalkıyor zaten. Küfür ortadan kalkınca da diğer tüm “yokları” “vara” çevirmenin yolu açılıyor. Yani “dindeki” ifadesiyle “Allah ne kadar büyük olursa olsun tüm günahları affeder.” Yani isterse 2+2= 5 diyelim isterse de 867 diyelim fark etmez. Buradaki 5 cevabı da 867 cevabı da eşittir çünkü ikisi de “yoktur”. Her ikisinin de “tövbesi” aynı derecede kolaydır: 4. Bitti. Cevabın yanı hakikatin 4 olduğunu anlayan birisi için 5’ten dönmek ile 867’den dönmek aynı derecede zordur veya aynı derecede kolaydır.
“Cennet”, “var”ların var olmaya devam ettiğini/edeceğini anlayan/gören kişinin tecrübesinin adıdır. Cehennem ise “var”a yok diyenlerin tecrübesine verilen isimdir.
Uzun ve karışık bir şekilde görülse de aslında temeldeki ana fikir çok basit ve kısa. “Din”, varlığın hakikatini “doğru” bir şekilde anlamanın adıdır, veya en azından öyle olmalı. “Şeytan” ise, bizim var olana yok deme seçimimizin literatürdeki adı. “Şeytan”ın “cennette” yeri yok; çünkü cennet varı temsil eder, şeytan ise yoku. Varlık, yoku içermez elbet.
فَدَلَّاهُمَا بِغُرُورٍ
7:22 – Onları aldattı — şeklindeki meal eksik. Çünkü onları “bir şey” ile dalalete düşürdü diyor ayet.
Ama nasıl veya ne ile? Bi gurur — gurur ile. Bu ifade İngilizce’ye deception veya delusion diye çevrilmiş. Türkçe meallerde bu kelime çoğunlukla çevrilmemiş; bazen de “yalan” veya hile demişler. Delusion, hayal ürünü demek yani asli olmayan şey; yani yok. O halde, dalalete düşmenin temelinde bir “yok” yatıyor. “Yok”a taş atınca da “varı” seçmiş oluyoruz.
Zafer –
Bir de ahirette ümmetine (mesajını alıp uygulayanlara) şefaatçi olmasını beklemenin bir alemi var mı?
…yazının şefaati bütünüyle bu boyutla sınırlayarak “uhrevi şefaati” bir nevi yadsıması…
Uhrevî şefaat konusunda ben de şunu söylemek istiyorum:
Ali Hoca son mesajında burada tecrübe ettiğimiz şefaat ile öldükten sonra tecrübe edeceğimiz şefaat arasında organik bağ olduğunu bir kez daha vurguladı. Yani dünyadaki şefaatten bağımsız bir “uhrevî şefaat”ten bahsedemeyiz. Bahsetsek tamamen spekülatif olur, varlığa dayandırılamaz, vs. Bu sebeple, alıntıladığım cümledeki “bir de” tabirini, “burada tecrübe edilen şefaatten bağımsız” anlamında almak lazım. Yani, Ali Hoca “Bir de ahirette ümmetine (mesajını alıp uygulayanlara) şefaatçi olmasını beklemenin bir alemi var mı?” derken, burada tecrübe edilen şefaatten bağımsız bir şefaat anlayışının yanlışlığını vurguluyor.
Neden orada DA şefaat olmayacak mı sorusuna takılıp kalıyoruz? Bunun benim görebildiğim en temel sebebi, şu anki hayatın öldükten sonraki hayat ile olan organik bağının farkında olmadan yaşıyor olmamız. İkisi arasında organik bağ var demek kolay. Hadi uygulayalım o zaman? O pek o kadar kolay değil.
Üstat zerrenin hareketinin bir hikmetinin onu alem-i uhreviye binasına layık hale getirmek olduğunu söylüyor.1Bakınız 30. Söz, 2. Maksat, 3. Nokta. Alem-i şehadete giren zerreler, hayattar ve manidar olarak ahiret alemlerine dökülür diyor. Biz zerrelere bu alemde şefaat edilerek hayatlandırıldıklarını müşahede etmez isek, diğer alemde olacağı söylenen köşkleri, bahçeleri vs. bu dünyadaki zerrelerden bağımsız tahayyül etmek zorunda kalırız. Ondan sonra deriz ki cennetin taşları konuşacakMIŞ. Benim şu an müşahede ettiğim taşlar kendi dilleriyle konuşmuyorlarsa, onların cennetin konuşan taşlarıyla olan organik bağını görmemem ve akabinde de ahirette DE şefaat yok mu diye sormam kaçınılmaz olur.
Bizim şu dünyadaki varlığımız, ahiretteki varlığımızla ayrılmaz bir bütün. Bana şefaat geldi ise, dünya ve ahiretteki varlığıma beraberce geldi. Bundan başka daha ne şefaati arıyoruz ben bilmiyorum.
Ali – Bu çok önemli hatırlatması için Zafer’e çok teşekkür ederim. Dikkatimden kaçırmışım. Allah razı olsun. Risaleden yalnız bu nakil konumuzu delillendirmeye yeter diye anlıyorum. Fazla söze ne hacet?
İlyas –
Bir “günah” diye bir şey var; ve bir de “şefaat” diye ayrıca bir şey var DEĞİL. Bunları ayıramayız; zaten sorun bunları ayırmaya başlayınca ortaya çıkıyor. Nedir o? Ben bir günah işliyorum — her ne demekse bu artık. Daha sonra Hz. İsa’dan veya Hz. Musa’dan şefaat bekliyorum ve bunun sonucunda o günahım, affediliyor. Bu mantıksız bir açıklama. Varlıktan hiç bir delili yok çünkü. Bütün delil “Dinden” geliyor.
Benim aklıma şöyle geliyor: Günah ve şefaati bu dünyada pekâlâ ayırabiliyor değil miyiz? Mesela, -sizin daha önce verdiğiniz öğretmen-öğrenci temsili- üzerinden gidersek, bir öğrenci var, bir öğretmen var. Öğrenci öğretmeni dinliyor, verdiği bilgileri alıyor, istediği davranış kalıplarını (dinî pratikler) yerine getirmeye çalışıyor. Fakat eksiklikleri var. Mükemmel öğrenci olmak esasen zor (inanç ve ibadetlerde kusursuz olmak). Öğrenci, alması gereken formasyonun önemli bir bölümünü almış, ama ihmalleri yok değil. Mesela devam konusunda sınırda, veya birkaç gün aşmış. Zorunlu bilgileri (öğretim) büyük oranda edinmiş olmakla birlikte, kimi alanda zayıflıkları var (bazı itikadî konularda zaaflar). Davranış kalıplarıyla (eğitim) ilgili yer yer ciddi kusurları da var (günahlar veya büyük günahlar). Ders yılı bitmiş. Karar verilmesi lazım, kalacak veya geçecek. Kalsa haksızlık olmayacak, geçse de yanlış bir şey yapılmış olmayacak. Tam burada öğretmenin veya idarenin veya kurul kararın devreye girerek (şefaatle) o öğrencinin geçmesi çokça gördüğümüz örneklerden değil midir?
Yani şefaat kafire (okula doğru dürüst kayıt yaptırmamış yahut okulu tanımamış, öğrenci olmak istememiş, kendi bilgisini kendine yeter görmüş kimseler) değil, şefaat “günahkarlara”. Kusuru olanlara!
Günah ve şefaat, yani suç ve af dünyada sayısız örneklerini gördüğümüz bir olay. Varlıktan delili yok derken neyi kastettiğinizi biraz açabilir misiniz? Anne-baba çocuğunun kusurunu bağışlayabiliyor, hükümetler çeşitli vesilelerle af ilan ediyor, suçları bağışlıyor… Bunlar varlık aleminin parçası değil mi? Varlıktan delili yok derken kevnî olayları mı kastediyorsunuz? Şöyle bir örnek versem çok mu absürt olur? Mesela bir tarlaya diktiğimiz kiraz ağacı, tarlanın o mevsimdeki özelliği (kusuru) dolayısıyla kiraz ağacının ürün vermesi konusunda zaafiyet sergiliyor. Tam bu sırada bahçıvan ilave su veya gübre ile toprağı besliyor (şefaat) ve kiraz ağacı meyveye duruyor!
Sadede gelirsek, Allah’a ve peygamber’ine inanmış, hayatını bu iman üzere geçirmeye çalışmış bir kimse, gerek kimi itikadî konularda taklitten kurtulamamış, gerekse bazı amelî konularda, diyelim farzlarda ihmali olmuş veya bazı yasakları mesela “kebire” tabir edilen büyük günahları işlemiş ise, Allah’ın rahmetinin bir başka boyutta tecellisi demek olan Nebi’sine verdiği bir “izin” ile bu kusurlu kulun günahlarının bağışlanması, yani o kişinin suçlarından dolayı, mesela içki içmesinden dolayı ceza görmekten kurtulması anlaşılabilir değil midir?
Mehmet Ali – Haklısınız; güzel ifade edememişim ben o noktayı. Şefaat ve günah arasında organik bir ilişki olmalı demeye çalışıyordum. Zihnimdeki manayı aktarayım derken o manayı taşıyacak olan lafızların anlaşılabilirliğini ıskalamışım.
Bir daha deneyeyim. Ben hırsızlık yapıyorum; bu günah. Daha sonra şu peygamberin yüzü suyu hürmetine benim bu günahımı affet diye Allah’a yalvarıyorum. Peygamber, bana şefaat edecekti ya; şefaate nail oluyorum ve günahım affediliyor.
Bu haliyle, şefaat ve günah arasında organik bir bağ yok. Bize var gibi görünüyor; çünkü biz Müslümanlar şefaat dediğimiz olayı böyle algılıyoruz. Benim hırsızlık yapma fiilim ile peygamberin şefaati arasında ne alaka var?
Neyse uzatmayayım. Konu şuraya çıkıyor: Peygamberin mesajı bana bu dünyada eşya ile nasıl ilişkiye geçmem gerektiğini öğretiyor. Mesela, “tüm mülk O’na aittir” diyor bana. Eğer hakikat buysa, benim hırsızlık fiilimde varlık temeline göre nerede hata olduğu ortaya çıkıyor. Kimin malını kimden çalıyorum mesela? — gibi. Veya bu dünyada, O’ndan “çalmanın” nasıl bir hata olduğunu anlayabilmem için insanlardan da çalmamam gerekiyormuş diye anlıyorum vesaire. Bu dünya eğitim yeriydi ya. Bu eğitimi gerçekleştirecek şekilde peygamberden ders alınca, bunun anlamı dini literatürde “şefaat” diye geçiyor. Değilse, ben günah işleyeyim ve peygamberin şefaatine nail olunca o günahım affedilsin. Bakın, arada bir bağ yok. Benim hırsızlığımın peygamberin şefaati ile nasıl affedildiğinin mekanizması belli değil. Bilinmez bir kara kutu. Sanki çamaşır makinesine kirli çamaşırları atıyorum; üzerine biraz peygamber şefkati dökünce elbiseler tertemiz oluyor. Nasıl oldu bu? Kimse bilmiyor.
Ali – Bütün katılan arkadaşlarımın yazdıkları benim için çok faydalı oldu. Kendi içlerinde bir tutarlılıkları var. Teşekkür ederim.
Şu ayet galiba “Şefaati” anlamak için genel bir kural sunuyor diye hissediyorum. Diğer bütün nakiller bu ayetin ışığında anlaşılmalıdır. Değilse içinden çıkılmaz, savunulamaz, taklidin ötesine geçemez bir “şefaat” anlayışının içinde buluruz kendimizi.
لَهُ مَا فِيالسَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ
2:255 – “…Göklerdeki ve Yerdeki hep Onun, kimin haddine ki Onun izni olmaksızın huzurunda şefaat edecek?… ” (Elmalılı orijinal meali)
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi, Onun. Ağaç da Onun. Ağaç meyve verirken, Onun izni olmadan benim meyve ihtiyacımı karşılayamaz. İşte ağacın benim meyve ihtiyacıma “şefaat” etmesi ancak Onun izniyle olur. Onun o ağaca, “Hadi, sana meyve yapma özelliği verdim, bu özellikle meyve yap, muhtaçların ihtiyacına ‘şefaatçi’ ol” diye çıkan bir müsaadenin dışında ağaç kendisi benim ihtiyacımı karşılayabilir mi? Eğer cevap, “hayır” ise, başka Kur’ani anlamda ne “şefaat”inden bahsediyoruz ki? Ben bir türlü anlayamıyorum.
Bazı kaynaklar, Allah elçisinin ‘Ümmetime ben ahirette şefaat edeceğim” dediğini naklediyorlarsa doğru söylüyorlar. Rasulullah’ın getirdiği mesaja uyanlara “ümmet” denirse, o mesaja uyarak ihtiyacımızı karşılamamız haber veriliyor. O takdirde, Rasul de bana “şefaat” etmiş oluyor. Mesajın kaynağı olan göklerin ve yerlerin sahibinin izni ile. Değilse ne ağaç meyve verecek özelliğe kendiliğinden sahiptir, ne de Rasulullah kendiliğinden benim insani ihtiyacıma cevap verecek bir özelliğe sahiptir.
Bu meselenin başka bir şekilde yorumlanmasına kapı açan diğer metin okumalarının altında, literal okuma veya gelenekteki kültürün etkisi ile, peşin bir beklenti içinde olarak “şartlanmış” bir okumanın sonucu olduğu bana göre besbelli. Değilse, bir metni haklı çıkaracağız diye Kur’an’ı boşa konuşan bir kaynak haline dönüştürürüz. Diğer bütün metinler, Kur’an’a dayanmak zorundadır. Çünkü onların hepsi geçerliliğini Kur’an ile iddia edebilirler.
“Nakille akıl çatıştığı zaman, akıl esas alınır, nakli tevil edilir.” Bu da bir prensiptir. Unutmayalım!
Arkadaşlarımızın bahsettiği, öğretmenin, eksiği olan öğrencinin diploma almasına karar vermesi şefaat gibi anlaşılırsa problemli bir şefaat anlayışına ulaşırız. Örnek olarak birkaç derse katılmamış bir öğrenci genel olarak ortanın üzerinde bir başarı sağladı ise o öğrenciye diploma verilmesine (cennete girmesine) karar vermek bir şefaat değil, hakkını vermektir. Diploma almanın (cennete girmenin) kuralı (artılar eksilerden fazla olacak) budur. Fakat bu kişiye diploma verildi diye bu kişi katılmadığı derslerde anlatılan konuların bilgisine de sahip kılındı anlamına gelmez. Diploma dereceleri ne kadar farklı ise, cennetin de dereceleri ondan sonsuz kez farklıdır. Günah ile şefaat arasındaki organik bağ unutulmamalıdır!
İlgili Yazılar: