Kur'an Okumaları Usûle Dair

Şefaat Rahman ile Yapılan Antlaşmada Gerçekleşir

Şefaat Rahman ile Yapılan Antlaşmada Gerçekleşir | Ha-Mim

Hz. İsa’nın insanların günahlarına keffaret olmak üzere çarmıha gerildiğini iddia eden anlayış ile Müslümanlar alay ederler. Müfessirler de, böyle bir anlayışın, Allah’ın Adaleti ile bağdaşmayacağını rahatlıkla ifade ederler.

Fakat… Mesele Müslümanların “şefaat” anlayışına gelince durum tersine döner. Birilerini “şefaatçi” tayin etmek için yapılan yorumların sonu gelmez. Kur’an’ı belli bir dönemden (geçmişte olan hadiselerin naklinden veya gelecekte olan hadiselerin tasvirinden) bahseden bir Kitap olarak okumanın zorunlu sonucu olan bu tür anlayışları bir tarafa bırakarak, “Şefaat”i, şimdi benim günlük hayatımın iman ile yaşanmasını ilgilendiren yönüyle nasıl anlamalıyım?

الشَّفَاعَةَ​ kelimesi Kur’an’da çok değişik bağlamlarda geçer, fakat hepsinin anlamı aynı olsa gerek. Bağlama göre anlam vurgusu değişir, yan anlamlar kazanır. ​Benim anlayabildiğim kadarıyla, üzerinde çok mütalaalar yürütülen bu kelimenin temel anlamını Ayet’ül-Kürsi’deki kullanımı belirler:

مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ

“Onun izni olmadan huzurunda şefaat etmek kimin haddine?​”​ ​Bakara Suresi (2): 255

​Ayetü’l-Kürsi’nin bu bölümünü şu dünyadaki hayatıma​ uyguladığım zaman, benim isteklerimin karşılanmasında aracı (şefaatçi) olacak neler var? Acıktım, yemek yemek zorundayım. Yemeği şefaatçi yaparak ihtiyacımı karşılamak istiyorum. Yemek kendisi bir şey yapabilir mi? Bir tercihte bulunabilir mi? Beni tanır mı? Yemeğin akılsız, güçsüz, iradesiz, bilgisiz vs kâinatta nasıl var edildi ise öyle var olmak zorunda olan bir “yaratık” olduğunu anlamak için dâhi olmaya gerek yok. Çocuklar bile anlar.

Yemeğe varlık Veren, onu benim için var etmiş ve bana da yemek ihtiyacı vermiş. Madem yemek kendisi bir şey yapamaz, o halde neden yemek yiyorum ya? Doğrudan yemeğin Yaratıcısına müracaat etmem gerekmez mi?

Eğer yemeği Yaratan, yemeğe benim ihtiyacımı karşılama özelliği vermeseydi, ona benim ihtiyacımı karşılaması için müsaade etmeseydi, O’nun izni olmasaydı, yemek kendiliğinden bana bir fayda sağlama özelliğine sahip olabilir miydi?

“Yemek, yaratıcısının izni olmadan, bir ihtiyacı karşılama özelliğine sahip olamaz” der Kur’an. Kur’an’ın doğru söylediğini, hak konuştuğunu kim inkâr edebilir? Yemeğe akıl, şuur, kasıt, kuvvet, rahmet izafe eden kim çıkar bu dünyada? “Akıl var, izan var” denir ya.

Buraya kadar anlaşılması kolay görünüyor. Peki, problem nerede başlıyor? Kur’an’ı ve hadisleri literal, yani sözlük anlamlara göre okuma hastalığından kaynaklanıyor problem.

Rasulullah savs “Ben ümmetime şefaat edeceğim” dedi. Doğru söyledi, O’na ümmet olmak, onun gösterdiği rehberliğe uymak demektir. Onun gösterdiği rehberliğe uyan, kurtulur, insaniyetini yaratılış maksadına göre yaşar. Hem bu dünyada huzur bulur, hem de insaniyetini, ruhunu eğitilmesi gereken istikamette eğittiği için, ruh, bedenden ayrıldığı zaman eğitilmiş, bu dünyada bulunuş maksadına göre eğitimini almış bir varlık olarak devam eder hayatına (hayat-ı ruhiyesine). Evet, Rasulullah, bu kişi için şefaat etti. Yemeğin şefaatçiliği gibi.

Değilse, “Müslüman diye bilinen bir coğrafyada doğdum ve bu coğrafyanın kültürü gereği olan bazı ‘dinî’ faaliyetlerde bulundum diye Rasulullah bana şefaat edecek ve ben de ahirette paçayı kurtaracağım” demenin, Hristiyanların “Hz İsa takipçilerinin günahını affettirmek için kendisini çarmıha gerdi” demesinden farkı ne? Hristiyanlara gelince, “yok öyle bedavacılık, Allah Adildir” diyoruz, ama Müslümanlara gelince, Rasululullah’ın terbiyesine girmedi isek, hangi yüzle, “Geç bir torpil de şu Sırat’tan düşmeden Cennete ulaştırıver beni” diyoruz.

Hadislerde açık açık ifade edilir: Rasulullah savs, kalbinde bir zerre kadar imanı olana şefaat edeceğini söyler. Onun talim ettiği şekilde elde edilmiş bir iman, Mutlak olan Yaratıcı ile yapılan “AKİTTİR” (antlaşmadır). Eğer bir kişi kendini Mutlak Olan’ın bilinciyle eğitti ise, varlığını Mutlak olan Yaratıcıya bağlayarak yaşadı ise, bir ince tel bile olsa, Ezelî, Ebedî Olan’ın tecellisine mazhar olur. Yani Ebedî Saadeti kazanır. Bu “Bağlantıyı”, bu “Akti”, bu “Antlaşmayı” Rasulullah’ın getirdiği ve temsil ettiği mesajdan öğreniyoruz.

İşte bu mesajdan eğitimi alanlar, Rasulullah’ın “şefaatine” bu dünyada iken ulaşır, imanın ebedi saadetini hissederek bu dünya hayatını zevkle yaşar. Şefaati bu dünyada iken kazanmaya başlar.

Şimdi şu ayetin belagatine dikkat edelim:

لَا يَمْلِكُونَ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَنِ اتَّخَذَ عِندَ الرَّحْمَنِ عَهْدًا

“Rahman (olan Allah) katında antlaşması (akti, bağlantısı, intisabı) olandan başka kimse şefaate (şefaat etme özelliğine) sahip olamaz.” Meryem (19): 87

“İman bir intisaptır” der Said Nursi, rahimehullah. Yani, iman bir bağlantıdır, irtibatlandırmadır. İnsanın varlığını bağladığı, ait kıldığı ne ise onun ile akitleşmiş demektir. Böyle bir akti yapandan başka kim Rahmet’ten nasiplenebilir ki? Rahmet’in kaynağına ulaşmayan, varlığını O’na ait kılmanın bilincinde olmayan birisi nasıl olur da Rahmet’ten pay alabilir ki? Elektrik kaynağına bağlanmayan bir ampul yalnızca bir cam parçasıdır. Işık vermesi mümkün değildir. Kendisini bu dünyanın tesadüfen ürettiği bir ürünmüş gibi görüp, dünyanın kendisi ile irtibatlandırarak yaşayan birisinin, Ebedi Saadeti hissetmesi mümkün müdür? Dünya fani, kendisi fani, fenada boğulup gitmek zorundadır.

Eğer sonsuz Rahmetin tecellisine mazhar olmak istiyorsak, kendimizin varlığını O Rahmet’e intisap ettirmek zorundayız.

Eğer yaratık âleminden her hangi bir şey ile ilişkiye geçmiş isek, eğer o şeyi, sonsuz Rahmet Sahibi’nin bir hediyesi diye görmüyorsak, o şeyin kendisi bize “şefaat” edemez ki! Yani, kendisi bize ebedi saadet kaynağı olabileceğini ifade edemez, gösteremez. İnsaniyetimiz ebediyetten mahrum, yok olmaya mahkûm olarak o şey ile irtibat kurmak zorunda kalır.

“Şefaat” var mı, yok mu? Kim kime şefaat edecek?” diye yapılan tartışmaların problemi buradan kaynaklanıyor. Dışarıdan, hariçten “torpil” geçecek bir “aracı” aramaya kalkarsak “şefaat” meselesini çözemeyiz! Allah’ı da adaletsiz iş yapan birisi olarak tanımlamak zorunda kalırız. Hristiyanlarla alay ettiğimiz gibi kendimizi de alay konusu yaparız.

İnşaAllah, Rahmet-i İlahi katında “şefaat”e mazhar olacak bir şuur-u iman ile yaşamak nasip olur hepimize.

Yazar hakkında

Ali Mermer

Yorum yazın

1 Yorum

  • Allah razı olsun şefaat algımızı düzelten ve berraklaştıran bir yazı oldu. bu yazıdan anladığım kadarıyla, şefaat bu dünyada gerçekleşir. bu dünyada şefaatinden yararlanamadığın kişi/ler ahirette sana ne yapsın, ne yapabilir. demek ki imanda bütün mesele ‘bu dünyada’dır. yani, şefaat bu dünyada, eğitim alanında izn-i ilahi ile adetullah çerçevesinde olur. mesel, “okulda dersler işleniyor. bir öğrenci ya tembelliğinden ya da geç kavradığından dersleri ilk etapta anlayamıyor. öğretmen de öğrenciye diyor ki: “anlamadığın konuları iyi anlamış olan filan öğrenciden yardım alırsan daha kolay anlarsın. o öğrenci benim anlattığım şekilde konuyu kavradı. şimdi o sana destek olabilir. çünkü o öğrenci eğitimini benden aldı ve ben, senin o öğrenciden bir şeyler öğrenebilmene olanak tanıyan bir öğretim metodu takip ettim.” işte bu öğrenci konuyu iyi kavramış olan diğer öğrenciden destek alıp da konuyu kavrarsa sınavda/ahirette rahat eder.