Sabahleyin kahvaltı tabağındaki zeytinlerden birisine baktığımda, “bunu, tüm evreni kim var ettiyse ve varlığını devam ettiriyorsa ancak ve ancak ‘o’ yaratmış olabilir”, dedim kendi kendime, içimden. Kahvaltı sonrası dışarıya bakıp, keyifle süzülen sığırcık kuşunu gördüğümde de benzer şeyler söyledim: “Bu kuşu, ancak ve ancak ağacı, toprağı, havayı… kısacası bu alemi yaratan vücûda getirebilir.” Ardından zeytin tanesini ve sığırcık kuşunu bir kenara bırakıp ellerimi uzattığımda sıralamaya başladım: Bu tırnağımı kim yaptıysa, parmağımı da o yapmıştır; bu parmağımı kim yaptıysa, kolumu da o yapmıştır; bu kolumu kim yaptıysa, omzumu da o yapmıştır; bu omzumu kim yaptıysa, gövdemi de o yapmıştır; bu gövdemi kim yaptıysa, tüm bedenimi de o yapmıştır; bu bedenimi kim yaptıysa, hayatımı da o vermiştir; bu hayatımı kim verdiyse, güneşi de o var etmiştir; güneşi kim var ettiyse… tüm kainatı da o var etmiştir…”
Kahvaltıda beni küçük bir zeytin tanesinden kainatın var edilmesine kadar giden silsileyi hatırlamaya sevk eden husus, bir akşam öncesinde, müzakereli derste geçen “ehadiyet” kavramı idi. Risalelerden az-çok haberdar olan herkes gibi ben de basit olarak “ehadiyet”i biliyor yahut bildiğimi sanıyordum. En kaba hatlarıyla “vahidiyet” uluhiyetin birliği, “ehadiyet” ise “birlik içinde birlik” anlamında Onun “tekliği” idi. Bunun temellendirilmesi de bana göre ikna edici idi: Zira aleme baktığımızda bütün varlıkların birbiriyle ahenkli bir ‘bütünlük’ arz etmesi Yaratıcının “vahdaniyetini” yani birliğini; diğer taraftan mesela her insanın organları ve organlarının yerleri aynı olduğu halde, her insanın ayrı bir simaya sahip olması Yaratıcının “ehadiyet”ini gösteriyordu. Fakat derste, metnin konusu doğrudan “ehadiyet” olmamakla beraber, ehadiyete bakan bir cümlesi dolayısıyla, bir müzakerecinin, “tevhid ancak ehadiyette gerçekleşir” şeklindeki cümlesi ve devamında gelen açıklamalar, -deyim yerindeyse- beni çarptı. Biliyor olduğumu sandığım halde hem bilgi hem de hayatıma yansıtma açısından ne kadar sorunlu bir durumda olduğum anladım.
Çalışılan metindeki ilgili cümle, Lemaat’taki şu ifade idi: “…Demek câzibe-i umumiyi hangi kalem yazmıştır; cevâhir-i ferde de, küçücük cazibeler, o kalemden damladı, zerrelere serpildi”. Bir müzakereci bu ifadeyle ilgili olarak dünyasına yansıyan düşüncesini şöyle paylaştı: “Buradaki “cazibe-i umumi”, bir bakıma, kainattaki yaratılış düzeni anlamına geliyor. Kainattaki yani kainatın bütünündeki yaratılış düzenini kim kurmuşsa, kainattaki en küçük parçada görülen düzeni de ancak o kurabilir. Ben bunu kendim için, ‘kitap’ temsili ile şöyle ifade ediyorum: Elime alıp incelediğim bir kitap için, ‘bu ancak bilinçli bir yazar tarafından kaleme alınmıştır’ diyorum. Aksi halde böyle anlamlı bir kitabın bilinçli, bilgili bir yazarı olmaksızın yazılması mümkün değildir.”
Buraya kadar, bence de tamam. Bu, aşikar olan bir husus. Burada hiçbir problem yok. Müzakereci şöyle devam etti: “Gelelim kitaptaki harflere? Kitaptaki bir “harf” kendiliğinden ya da başka birisi tarafından oraya konulmuş olabilir mi? Asla! Çünkü o harf, diğer harflerle birlikte kelimeleri, kelimeler cümleleri, cümleler paragrafları, paragraflar bölümleri, bölümler de nihayet kitabı oluşturuyor. Sonuç olarak kitabın tümü kime ait ise, işte kitaptaki bir harfin de yazarı ancak ve ancak o yazar olabilir! Dolayısıyla, kitabin tümünün yazarının özelliklerini bu harfte de görebilirim. Çünkü, o harfi bulunduğu yere ‘o’ koyabilir. Yani, ben yalnızca o harfin konumlandığı yere bakarak, kitabin yazarının bilgi kapasitesini tanıyabilirim. Yani, bir harf yazmak ayrıdır, bir harfi bir kitabin içinde olması gereken yere koymak ayrıdır. Kainatta hiçbir şey yoktur ki, tüm kainattan bağımsız bir varlığa sahip olsun. Her şey, her haliyle, tüm kainat ile bağımlı olarak vardır. Biz hiçbir şeyi ‘tüm kainat bağlamının’ dışında göremiyoruz. İşte bu temsili kainat kitabına uyarladığımda, ortaya çıkan sonuca “ehadiyet” diyoruz. Tevhid hakiki anlamda ancak “ehadiyet” hakikati ile gerçekleşir…”
Hem ortaya konulan tefekkür hem temsilin hakikate uyarlanması hem de son cümle beni etkilemişti. Müzakereci, tefekkürünü paylaşmaya şöyle devam etti: “Selim akılla kainata bakan hemen herkes, ‘bunun bir yaratıcısı olması lazım’ der. Genel anlamda ‘yaratıcının bir olması gerektiğini’ de söyler. Bazı uzak doğu dinlerine sahip olanlar da söyler, İncil yahut Tevrat’ı okuyanlar da söyler. Mesela Tevrat’ın Arapçasında ben bire bir ‘lâ ilâhe illallah’ ifadesinin bulunduğunu okudum. Kur’an kadar sık değil ama bu kitaplarda da genel anlamda tevhidi dile getiren ifadelere yer veriliyor. Peki, Kur’an hangi yeni “vurgu” ile geldi diye düşünmek gerekiyor. “Ehadiyet” vurgusu bu! İhlas suresindeki “De ki Allah ehad”dir, ayeti bu vurguyu ifade ediyor. Kur’an, kainattaki en büyük varlıktan en küçük varlığa kadar her bir varlığın ve olayın ancak ve ancak tüm kainatı var eden Yaratıcının eseri olduğunu dile getiriyor…”
Konu tahkiki iman eğitimi adına çok tatlı ve çok hakikatli bir mecrada devam ediyordu. Müzakereciyi sözlerini şöyle bağladı: “Kur’an’ın verdiği bu mesajlardan ve Risalelerdeki bu temellendirmelerden haberdar olan bizlerin tevhid anlayışı, “Şu alemin bir Yaratıcısı var” şeklinde avamî bir tevhid anlayışı olamaz, olmamalıdır. Biz her bir tekil varlık, her bir tekil olay için bunu ancak ve ancak tüm evreni yaratan yapabilir” fikrinin eğitimini alıyoruz Risale-i Nurlardan. Böyle bir anlayışa ulaşmak ve bunu sürekli bir şuur halinde yaşamaya çalışmakla yükümlü olmalıyız. Yani her bir olayda doğrudan doğruya tüm kainatı yaratanın irade ve kudretine intikal etmeye çalışmalıyız. Söz gelimi, bir karıncayı, karıncanın bacağını, karıncanın bacağının bir hücresini, bir hücrenin DNA’sını ancak ve ancak şu kainatı var eden yaratabilir, demeliyiz…”
Derste, diğer müzakereciler de hem metnin ana konusunda hem “ehadiyet”e ilişkin cümleyle ilgili olarak değerli katkılarda bulundular. Fakat ben özellikler “tevhid ancak ehadiyette gerçekleştirilebilir” cümlesinden çok istifade ettim. Daha açık ifade etmem gerekirse, günlük hayatımda “ehadiyet” anlayışının hakkını vermediğimi düşündüm. Oysa müzakerede ifade olunduğu gibi en küçük bir varlık ya da en küçük bir olay, bütün bir kainat ile iç içe olduğu için, onun vücuda gelmesi doğrudan doğruda kainatı yaratan ve idare edenin eseri, iradesi ve kudreti olabilirdi. Bir kirazın meydana gelmesi için ağaca, bir ağacın meydana gelmesi için toprağa, toprakta bir ağacın bitip olgunlaşması için suya, havaya, güneşe… ihtiyaç olduğu meydanda idi. O halde elime bir kiraz tanesi aldığımda, bunun ancak kainatı var eden yaratıcının eseri olabileceğini düşünmem, velhasıl her bir varlık ve her bir olayda tevhidi tam olarak yaşamam gerekiyordu…
Bu yaklaşımlar çerçevesinde bazı ayetleri hatırladığımda, ayetlerin de bu mesajı verdiğini gördüm. Mesela bir ayette, bize sıradan gibi gelen incir ve zeytine kasem edilerek dikkat çekiliyor (Tin 95/1), başka bir ayette, “insana iki göz, bir dil ve iki dudak verildiği” belirtiliyor (Beled 90/8-9), keza diğer bir ayette “Allah, kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikayette bulunan kadının sözünü işitmiştir” buyruluyordu (Mücadele 58/1).
İfade etmeliyim ki, gündeme getirilen tefekkürün yani sürekli olarak “ehadiyet”i dikkate alarak yaşamaya çalışmanın önemli başka bir boyutu, benim için, Kur’an’ın devamlı olarak bizi sakındırdığı “şirkten korunmada esaslı bir formül olması” idi. Eğer ben, -ihtiyacımı hissedip Ona yönelerek- her bir varlıkta, her bir olayda doğrudan doğruya kainatı yaratanın ilmini, iradesini, kudretini… görürsem yahut görmeye çalışırsam, şüphe yok ki böyle bir anlayış beni şirkten muhafaza eder, ayrıca “huzur-ı dâime” (Yaratıcımı daima bana Kendisini tanıtıyor, benimle konuşuyor diye görmek, bilmek) içinde yaşamama vesile olur, diye düşündüm.
Umarım bundan sonra “ehadiyet” vurgusunu düşünce dünyamda daha canlı tutar, tam hakkını veremezsem bile, bu yolda çaba göstermeye uğraşırım, uğraşmalıyım diye hem kendime tembihte bulunuyor hem de kendim ve başkaları için dua ediyorum.