Risale-i Nur Okumaları

“Sırr-ı Kayyûmiyet”e Dair

"Sırr-ı Kayyûmiyet"e Dair | Ha-Mim

Ha-mim’in 23. 01. 2021 tarihli Lem’alar dersinde, 30. Lem’anın “ism-i kayyûm”a dair Altıncı Nüktesinin İkinci Şua’ının son kısımlarını teşkil eden aşağıdaki metin okunup kısmen müzakere edildi: 

“Evet, sırr-ı kayyûmiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki, bütün mevcudatı ademden çıkarıp, herbirisini bu nihayetsiz fezada, “Allahüllezi rafaessemâvâti bi ğayri amaedin teravnehâ” sırrıyla durdurup, kıyam ve beka verip, umumunu böyle sırr-ı kayyûmiyetin tecellîsine mazhar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinat olmazsa, hiçbir şey kendi başıyla durmaz; hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edecek.

Hem nasıl ki bütün mevcudat, vücutları ve kıyamları ve bekaları cihetinde Kayyûm-u Zülcelâle dayanıyorlar, kıyamları Onunladır. Öyle de, mevcudatın keyfiyat ve ahvâlinde binler silsilelerin-temsilde hata olmasın-telefon, telgraf silsilelerinin merkezi ve santral direği hükmünde olan sırr-ı kayyûmiyette “Ve ileyhi yürcau’l-emru külluh” sırrıyla uçları bağlıdır. Eğer o nuranî nokta-i istinada dayanmazlarsa, ehl-i akılca muhal ve bâtıl olan binler devirler ve teselsüller lâzım gelecek. Belki mevcudat adedince bâtıl olan devirler ve teselsüller lâzım gelir. Meselâ bu şey (hıfz veya nur veya vücut veya rızık gibi) bir cihette buna dayanır, bu da ötekine, o da ona… Git gide, herhalde nihayetsiz olamaz, bir nihayeti bulunacak.

İşte, bütün böyle silsilelerin müntehâları, elbette sırr-ı kayyûmiyettir. Sırr-ı kayyûmiyet anlaşıldıktan sonra, o mevhum silsilelerde birbirine dayanmak rabıtası ve mânâsı kalmaz, kalkar; herşey doğrudan doğruya sırr-ı kayyûmiyete bakar.”

Risalelerin her parçası gibi her cümlesi derin hakikatlere işaret eden bu parçayla ilgili olarak da vaktin el verdiği ölçüde moderatör ve katılımcılar tarafından değerli müzakereler ortaya konuldu. Ben bunların bütününü ilgili video kayıtlarına havale edip bazı şahsî çağrışımları da ekleyerek bir kısmını aşağıda özetlemek istiyorum (Her paragraf ayrı bir müzakereciye değil, ayrı bir müzakere notuna işaret eder):

*Metnin başında “sırr-ı kayyûmiyet” tamlaması geçiyor. Daha önce de bu tamlama geçmişti. Tamlamadaki “sır” kelimesinin anlamından hareketle bunu gizemli, mistik, bilinmeyen vs. şeklinde anlamamak gerekir, diye düşünüyorum. Metin “kayyûmiyet”i varlıkların kâim kılınması, yani var olmakta devamlarının sağlanması olarak açıklıyor. Bu bağlamda biz de kainata baktığımızda, vücuda gelen varlıkların kâim kılındığını, yokluktan muhafaza edildiğini gözlemliyoruz. Peki, bu nasıl gerçekleşiyor, varlıkların kendilerinde veya ilişkili olarak gördüğümüz sebeplerde bunu sağlayacak bir özellik var mı diye araştırdığımızda, evrenin parçalarını oluşturan temel maddede varlık verebilecek bir özelliği olan bir kaynağa ulaşılamıyor. O zaman zorunlu olarak, “bunu sağlayan başka bir Kaynak olması gerekir” sonucuna ulaşıyoruz. Bu Kaynağın kainat cinsinden olmaması gerektiğini de aynı mantıkî zorunluluk içinde teslim ediyoruz. İşte buradaki “sır” kelimesi, “evrende fiziken görünmeyen, yani evren cinsinden olmayan” anlamına geliyor, diye anlıyorum.

Söylenenler ışığında ben de, “sırr-ı kayyûmiyet” tamlamasını “bilinmez bir şey yahut anlaşılmaz bir şey” anlamında değil, fakat beden gözüyle görülemez bir şey diye anlıyorum. Çünkü varlıkların var edilişine ve varlıklarını sürdürüş keyfiyetine bakınca “akıl gözüm” ya da “muhakeme gözüm” bunun gerisinde bunu sağlayıcı bir kaynağın yani bir “Kayyûm”un bulunduğunu, bulunması gerektiğini adeta aşikar bir surette görüyor, diye hissediyorum.

*Evet, ifade olunduğu gibi, metnin ilk cümlesinde bütün mevcudatın ademden yani yokluktan çıkarılması, her birinin fezada durdurulması, her birine kıyam ve beka verilmesi “kayyûmiyet cilvesi” olarak anılıyor. Burada kayyûmiyet şöyle bir sacayağı üzerine kuruluyor, diye anlıyorum: a) Varlıkların yokluktan çıkarılması, b) fezada durdurulması, c) kıyam ve beka verilmesi. Konuyu zihnimde somutlaştırmak için şöyle düşünüyorum: Her varlık ademden yani yokluktan çıkarılmaya muhtaç mı? Evet, muhtaç. Bunu kendi varlığımdan, çevremdeki varlıklardan başlayarak kademe kademe bütün varlık alemine taşıyorum. Sonuçta her birinin “yok iken” şu tarihte veya bu tarihte varlık alemine geldiğini biliyorum. Tamam. Peki, varlıklar vücud sahrasına çıktıktan sonra fezada durduruluyor mu? Evet, durduruluyor. Yıldızlar uzay boşluğuna savrulmuyor, kuşlar aşağıya çakılmıyor, vücud parçalarım yere dökülmüyor vs. Bu da tamam. Peki, varlıklar var olduktan sonra, -kendimden biliyorum ki var edilmeye muhtaç özellikte olduklarına göre- kendilerine bu dünya şartlarında kıyam ve devamlılık veriliyor mu? Evet, veriliyor; yaşıyorum, görüyorum ve biliyorum. O halde bu da tamam. Şimdi ana soruya geliyorum; gördüğüm bu üç husus varlıkların kendilerinin mahareti midir? Ya da kendileri gibi akıl, bilinç ve iktidardan uzak etrafındaki varlıkların mahareti midir? Buna evet diyecek hiçbir delil olmadığına yahut bulamadığıma göre elbette hayır, diye karşılık veriyorum. İşte metin diyor ki, “bütün bunlar bir kayyûmiyet tecellisidir”. Ben de tetkikatım sonunda ikna olmuş birisi olarak üzerine basa basa “amennâ” diyorum.

*Metin, usul olarak “kayyûmiyet”i kainat üzerinden temellendirdikten sonra bir ayete referans veriyor. Ayet şu: “O Allah ki gökleri gördüğünüz direkleri olmaksızın yükseltti” (Ra’d 13/2). Buradaki “direk” (amed) kelimesini ben “sebep” olarak anlıyorum. Bir varlığın vücuda gelmesinde, fezaya savrulmamasında, kâim olup devam etmesinde “direk” yani varlıklar cinsinden bir “sebep” yok diyor, Kur’an. Ben de bir ağacı, bir hayvanı, bir gök cismini bu açıdan incelediğimde, “evet bu özellikleri şu sağlıyor”, diye kainat içinde hiçbir sebep bulamıyorum, ama mutlaka bir Kaynak da olması lazım, diyorum. Kainat içinde bir sebep yoksa kainat cinsinden olmayan bir sebep olabilir, olmalıdır, diyorum. Kur’an diyor ki, “İşte senin olması lazım” dediğin Kaynaktır Allah. Ben de ikna olmuş bir şekilde bunu tasdik ediyorum.

*Söylenenler ışığında ben de, “sırr-ı kayyûmiyet” tamlamasını “bilinmez bir şey yahut anlaşılmaz bir şey” anlamında değil, fakat beden gözüyle görülemez bir şey diye anlıyorum. Çünkü varlıkların var edilişine ve varlıklarını sürdürüş keyfiyetine bakınca “akıl gözüm” ya da “muhakeme gözüm” bunun gerisinde bunu sağlayıcı bir kaynağın yani bir “Kayyûm”un bulunduğunu, bulunması gerektiğini adeta aşikar bir surette görüyor, diye hissediyorum.

*Metin, “Eğer varlıklar o nuranî nokta-i istinada dayanmazsa ehl-i akılca muhal ve batıl olan binler devirler ve teselsüller lazım gelecek; belki mevcudat adedince batıl olan devirler ve teselsüller lazım gelir…” diyor. Geçmişte kelâm alimleri bunu yapmış; yani bir şeyi dolaylı bir şekilde yine kendisiyle tarif ve ispat etmek (devir, totoloji) yahut bir şeyi sebep-sonuç ilişkisi içinde sonsuza kadar zincirleme sürüp gitmesini kabul etmek (teselsül) mantıken doğru değildir, demişlerdir. Ama biz bugün devir ve teselsül tartışmalarına girmeksizin bir varlığı ele alıp düşündüğümüzde, onun gerek vücuda gelmesinde gerek sahip olduğu özelliklerde gerekse varlığını devam ettirmesinde “kaynaklık” vasfı taşıyacak hiçbir şey olmadığını görüyoruz. Mesela baktığımızda, her varlıkta, söz gelimi, bir “düzenlilik”, bir “güzellik” görüyoruz. Bu varlık yahut bu varlığın bir parçası bu düzen ve güzelliğin kaynağı olabilir mi, diye incelediğimizde hiçbir delile ulaşamıyoruz. Atom mu, element mi bu düzen ve güzelliğin kaynağı dediğimizde, ne atomda ne elementte böyle bir ilim, bilinç müşahede etmiyoruz. Esasında bunların kendileri de düzenin bir parçasını teşkil ediyor. Demek ki madde cinsinden olmaması gereken bir Kaynak olmalıdır, hükmü mantıkî bir sonuç olarak ortaya çıkıyor, diye gözlemliyoruz.

*Konuyu kendim nasıl daha iyi kavrarım, diye düşündüğümde aklıma “kitap” örneği geliyor. Elime aldığım kitaba baktığımda, mutlaka bunun bir yazarı olmalıdır, diyorum. Çünkü kitap kendi içinde bütünlüklü bir anlatımdan oluşuyor. Bunun için “bilinçli bir neden” gerekiyor. Kitabın kağıtlarının, mürekkebinin, kapağının vs. bunu yapmayacağı/yazamayacağı aşikar. Bölümler belli bir tercihe göre yapılmış görünüyor. Bölüm başlıkları belli bir tercihe göre belirlenmiş görünüyor. Başlıktaki paragraflar, paragrafları oluşturan cümleler, cümlelerin kelimeleri… yazarın kastını yansıtacak şekilde düzenlenmiş görünüyor. Bunların hepsi yazarın amacına hizmet ediyor. Deyim yerindeyse, her cümle hatta kelime bu amaca bağlı bir görev yüklenmiş görünüyor, yazarın gayesi açısından. Peki, yazar nerede? Yazar kitabın içinde yok ki? Tamam, yok da her kelime, her cümle “ben kendim yazılamam, beni yazan var” diye adeta bağırıyor. Eminim ki bir yazar var. İşte bu misali kainata yahut varlık alemine uyarladığımız zaman her şeyin kitap örneği ile birebir örtüştüğünü görüyoruz. Kainat kitabının da bölümleri var, başlıkları var, paragrafları var, cümleleri var, kelimeleri var, harfleri var. Her şey çok anlamlı ve bütünlüklü. Elbette bir yazarı var. Yazarının ilmi var, kasdı-iradesi var, hikmeti var, kayyûmiyeti var…

*Aslında Kur’an-ı Kerim işaret olunan konuyu çok açık olarak ifade ediyor. Ne var ki biz Kur’an’ı, anlamına odaklanmaksızın “sevap kazanalım” diye okuduğumuz için bunları gör(e)miyoruz. Mesela Haşir suresinin sonlarındaki ayetler aklıma geliyor. Diyor ki Kur’an, “hüvallâhü’llezî lâ ilâhe illa hû”. Yani kitaba baktığında “yazarı olması lazım” demiştin ya, işte kainat kitabının yazarı Allah’tır. “Lâ ilahe”, yani kitaba baktığında “kağıtlar, mürekkepler, kitabın yazarı olamaz” demiştin ya, kainat kitabında gördüklerin de “Yapıcı” olamaz. “İllâ hû” yani yazar ancak O’dur. “el-Hâlık”, kainat kitabının yazarı yaratıcıdır. “el-Bâri”, yani O, “sıfırdan yaratandır”, yoktan varlığa getirendir. “el-Musavvir”, yani O, her bir varlığa uygun lokasyon veren, her varlığı en uygun “form”a kavuşturandır. “Lehü’l-esmâü’l-hüsna”, yani kainatta gördüğün diğer özellikler var ya hepsi Ona aittir. Peki, “ben bunu her yerde görebilir miyim?” dediğimde, devamındaki “yüsebbihu lehü mâ fi’s-semâvâti ve’larz” ayeti, “evet, aklına ne gelirse, yerde ve göklerde, her şeyde bunu görürsün, her şey sana bunu dedirtir” diyor. Ama ben kendimi yokladığımda görüyorum ki bu ayetleri “teberrüken” okumuş, fakat onun çok açık ve anlaşılır tarzda ortaya koyduğu bu mesajları ıskalamışım” diye hissediyor ve üzülüyorum.

Evet, “kitap örneği” bir yere kadar açıklayıcı olmakla beraber “ekran örneği” kainattaki gözlemlerimizle daha uyumlu görünüyor. Çünkü kitap örneği statik bir çağrışım yapıyor. Oysa kainat statik değil dinamiktir. Canlıdır. Her en yenilenmekte ve tazelenmektedir. Her yenilenme ve tazelenme, baktığımızda, gerisindeki Fâilin -deyim yerindeyse-, her an, her yerde, her aşamada “iş başında” olduğunu gösteriyor.

*Ben de kayyûmiyete dair metinde geçen, “mevcudatın keyfiyet ve ahvalinden binler silsilelerin…” diye başlayıp devam eden ifade sadedinde, zihnimde şöyle somut bir canlandırma denemesinde bulunuyorum: Diyelim ki ben bir televizyon stüdyosundayım. Kartona bir hücre resmi çiziyor, kameralar aracılığı ile bunu ekrana yansıtıyorum. İnsanlar da bunu görüyorlar. Sonra bir kuzu resmi çiziyor, ekrana bunu yansıtıyorum, ekranı izleyenler de bunu görüyorlar. Sonra bir koyun çiziyorum, ekranda yansıyor, izleyiciler bunu görüyorlar… Daha önce ekranda bunlar yoktu. Benim ekrana yansıttıklarımı ekrana bakanlar birebir izliyorlar. İnsanlar beni görmüyorlar ama o hücre resminin, ardından kuzu resminin, ardından koyun resminin ekranda görünmesinden onları çizip ekrana yansıtanın bulunduğunu elbette anlıyorlar. İşte kainat ekranına baktığımda da ben, -gayet iptidai olarak anlattığım- manzarayı en mükemmel şekilde, sayısız örnekte (varlıklar sayısınca) ve sürekli olarak yani bütün aşamalar boyunca görüyorum. Diyelim ki bir “koyun”. Daha önce kuzu idi, ondan da önce hücre idi. Ondan da önce yok idi. Bana görünen haliyle, önce yok olan bir hücre var oluyor, sonra o hücre daha önce yok olan cenine dönüşüyor, sonra o cenin anne karnında daha önce yok olan en uygun özelliklere kavuşturuluyor, sonra doğuyor, sonra daha önce yok olan kuzu oluyor, sonra.. sonra.. daha önce yok olan şu halini alıyor. Ben bunu adeta ekranda görür gibi müşahede ediyorum. Bütün bu aşamalarda arkasındaki “yapıcı”yı görmüyorum ama koyunun her aşaması bana o Yapıcıyı adeta ekranda görünüyor gibi gösteriyor, hem de çeşitli özellikleriyle! Sonuç olarak her varlığın icadında, hayata gelmesinde, hayatının bütün aşamalarında varlığını en güzel şekilde “devam ettirmesinde”, bunu “Sağlayan”ını görüyorum, görmem gerekiyor, diye anlıyorum. 

*Evet, “kitap örneği” bir yere kadar açıklayıcı olmakla beraber “ekran örneği” kainattaki gözlemlerimizle daha uyumlu görünüyor. Çünkü kitap örneği statik bir çağrışım yapıyor. Oysa kainat statik değil dinamiktir. Canlıdır. Her en yenilenmekte ve tazelenmektedir. Her yenilenme ve tazelenme, baktığımızda, gerisindeki Fâilin -deyim yerindeyse-, her an, her yerde, her aşamada “iş başında” olduğunu gösteriyor. Biz ne diyoruz günlük dilde, “senin bebek çok büyümüş”. Kendi kendine büyüyebilir mi? İntizamını koruyarak değişebilir mi, gelişebilir mi, bilinçli bir “Kaynak” ona yeniden yeniye varlık verip daha büyümüş sekliyle varlık vermeden? Ekran örneğine atıf yaparsak “kuzu resmi”, kendiliğinden “koyun” şekline dönüşebilir mi? Uzatmayalım, dilimize de çok dikkat etmemiz lazım. Çünkü dil, “dünyamızda” olan şeyi tercüme eder.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın