Ders Notları

“Uluhiyet”e Allah’ın Kendisi Şahitlik Ediyor ya da Kainatın Şahitliği, Onun Yaratıcısının Kendisinin Kendisine Şahitliğidir

“Uluhiyet”e Allah’ın Kendisi Şahitlik Ediyor ya da Kainatın Şahitliği, Onun Yaratıcısının Kendisinin Kendisine Şahitliğidir | Ha-Mim

Geçtiğimiz hafta sonu yapılan müzakereli bir derste (https://www.youtube.com/watch?v=Kg_YisCHczE), uzun zamandır devam eden Ayetü’l-kübra Risalesinin İkinci Makamının “Kainattan Hâlıkını soran seyyâhın müşahedatıdır” başlıklı Birinci Bâbının son kısımları okundu ve mütalaa edildi. Bilindiği gibi müellif bu alemin sahibini, yaratıcısını sorgulamaya dönük yolculuğuna gök yüzünden başlıyor. Çeşitli varlıkları ve varlık türlerini inceleyip onların hal diliyle yaptıkları konuşmalara yer veriyor. Ardından peygamberler, Allah’a ibadetlerini bütün kainatın şahitliğine dayandırarak sunan (ubudiyet-i ammenin bilincinde olan) ehl-i tahkik mürşitler, veliler meclislerini dinleyerek tetkik ediyor. Tümünün Yaratıcının varlığına ve birliğine olan şahitliklerini tasdik edecek bir idrake ulaşıyor.

Kainatın yaratıcısının varlığında ve mutlak oluşunda güvenli bir anlayışa ulaştıktan sonra “Hâlıkımızı Onun Kendisinden sormalıyız, acaba Hâlıkın Kendisi Kendi varlığına şahitlik yapıyor mu?” merak etme düzeyine ulaştığında iki hakikat dikkatini çekiyor: İlki, bütün mevcudatı aynı anda kapsayan sürekli yenileyerek yaratıyor olması hakikati, -Risale-i Nur kavramsallaştırmasıyla-, “faaliyet-i daime-i müstevliye hakikati”. İkincisi -müellifin ifadesiyle-, “kelâm sıfatından gelen tekellüm-i ilahi hakikati”. Yani kainatı yaratanın nihayetsiz konuşması. Metin, birinci ve ikinci hakikati kaynaştıran “Denizler mürekkep olsa Rabbimin sözlerini yazmakla bitiremez” mealindeki ayete (Kehf 18/109) atıf yapıyor. Bu ayetin, başı ve sonu belli olan “Mushaf”i kastetmediği açıktır. Yaratma fiilinin sürekli yenilenmesi nedeniyle müellif, yaratılanların sabit olmadığı ve her bir varlığın her bir anda varlığına gönderilmesinin, ancak onların Yaratıcısının Kendisini tanıtmak için aralıksız yaptığı konuşmasının kelimecikleri olduğuna dikkatimizi çekiyor. Bahsin sonunda da “Allah, ‘lâ ilâhe illâ hû’ya şahitlik eder, melekler de, hakkaniyet üzere olan ilim sahipleri de” anlamına gelen ayeti (Âl-i İmran 3/18) dikkatimize sunuyor. Bahis, bu ayetin “esrar ve envar”ının söz konusu yolcuya yettiğini ve daha ileri gidemediğini ifade eden cümlelerle son buluyor.

Derste, gerek metnin gerekse atıf yapılan iki ayetin anlaşılmasına yönelik kıymetli tefekkürler paylaşıldı. Tefekkürlerin tamamını ilgili ders kayıtlarına havale edip burada bir müzakereyi aktarmak istiyorum. Şöyle başlıyor müzakere: “Gündeme getirilen ilk ayet ‘kelâm-ı ilahînin nihayetsizliği’ni ifade ediyor. Bu, yalnızca ‘Kur’an nihayetsizdir’ yahut ‘Kur’an’daki ilim nihayetsizdir’ anlamında değildir. Kainatın her bir parçası bir kelâmdır ve bu kelâm sürekli olarak yenilenmektedir. Sabit bir kelâm yok. Sürekli yenilenen kelâm var. Buradan hareketle diyoruz ki, ‘bizi ilgilendirdiği kadarıyla bu kelâm nihayetsizidir’; mutlak anlamda değil yani. Çünkü kainat mahluktur. Fakat insan, kapasitesinin sınırlılığı itibariyle başını-sonunu kestiremediği için, bu anlamda, ‘ kainat bizim için nihayetsizdir’ der ve denir…”.

Daha önce kainatın şahitliğinden bahsederken, ‘Dağlar şöyle şahitlik ediyor, denizler şöyle şahitlik ediyor, hava molekülleri şöyle şahitlik ediyor, kuşlar şöyle şahitlik ediyor, peygamberler şöyle şahitlik ediyor, okuduğum Mushaf şöyle şahitlik ediyor…’ diyordu ya, artık bu aşamada böyle demiyor. Ne diyor ya? ‘Bu şahitliklerin hepsi kainatın Yaratıcısının Kendisinin şahitliğidir’ diyor.

“Metne baktığımızda, metin kainattaki faaliyeti Onun konuşması olarak anıyor. Yani tekellüm hakikati. Ne demek bu? Ayet mürekkep anlamında olan ‘midâd’ kelimesini kullanıyor. Demek ki kainat ve kainattaki faaliyet Yaratıcının konuşmasının ‘mürekkebi’, faaliyetler Onun Kendisinin tekellümü yani konuşması oluyor. Metindeki seyyâh yani yolcu bu hakikati görerek çok önemli bir kavrayış düzeyine ulaşıyor; benim anladığım kadarıyla. Nedir o? Kainatın şahitliğinin gerçekte Yaratıcının Kendisinin Kendisine şahitliği demek olduğu. Başka bir ifadeyle, kainatın, Hâlıkının mevcudiyetine ve vahdetine, -vahdet mutlakiyet demek olduğuna göre-, Onun mutlakiyetine şahitliği, Onun bizzat Kendisinin Kendisine şahitliği oluyor. Daha önce kainatın şahitliğinden bahsederken, ‘Dağlar şöyle şahitlik ediyor, denizler şöyle şahitlik ediyor, hava molekülleri şöyle şahitlik ediyor, kuşlar şöyle şahitlik ediyor, peygamberler şöyle şahitlik ediyor, okuduğum Mushaf şöyle şahitlik ediyor…’ diyordu ya, artık bu aşamada böyle demiyor. Ne diyor ya? ‘Bu şahitliklerin hepsi kainatın Yaratıcısının Kendisinin şahitliğidir’ diyor…”.

“Fakat burada dikkat edeceğimiz ince bir nokta var: Bunu yaparken vahdet-i vücûd anlayışına kaçmamak için kainatın mahluk olduğunu, yaratıldığını, yaratılmaya devam ettiğini, mahlukun Hâlık ile özdeşleştirilemeyeceğini gözden uzak tutmamak gerekiyor. Yani kainat benim mahluk olarak muhatap olabileceğim en zirve anlamı itibariyle, Mutlak Yaratıcının fiilleri ile bana Kendi uluhiyeti hakkında şahit olmasıdır. Seyyâh işte varlığının kaynağını araştırma yolculuğunun sonunda bu marifet düzeyine ulaşıyor. Artık bu aşamada, ‘dağlar yahut denizler yahut ağaçlar Ona şahitlik ediyor’ değil; dağların, denizlerin, ağaçların şahitliği onların Yaratıcısının şahitliği demektir, noktasına geliyor. Bir insan olarak ulaşılabilecek son nokta bu! Bir yaratık olarak insan bu mertebenin üstüne çıkamaz. Bunun için metnin sonunda, ‘O yolcu daha fazla ileri gidememiş’ deniyor. Bu, ‘canım, o buraya kadar gelebilmiş, başka birisi daha ileriye gidebilir’ demek değildir. Yaratık olarak insan bunun ötesine geçemez demektir. Neden? Biz neyi arıyorduk ya da sorguluyorduk? Yaratıcımızı. Ama gelinen noktada anlıyoruz ki sorguladığımız merci bize Kendisini Kendisi ifade ediyormuş. Yaratıcısının ötesinde daha başka şahitlik aranır mı?”.

Burada iki uç nokta olduğunu görüyoruz: Birisi, kainatı Yaratıcı ile aynîleştiren vahdet-i vücûd anlayışı; diğeri kainatın şahitliğini Allah’tan bağımsız, müstakil şahitlik olarak ele alma anlayışı. Her ikisi de yanılgıdır. İlki yaratılmış olan mahlukatı mutlak olan Yaratıcı ile aynîleştirme yanlışlığı; ikincisi, yaratılmış olan mahlukatı, Yaratıcısı ile ilişkilendirmeyen, ona bağımsız bir müstakil varlık verme yanlışlığıdır. Fakat ikinci yanlışlık, tefekkür aşamalarında zaruri olan, son merhaleye gelince düzeltilmeyi bekleyen yanlışlıktır.

Müzakere bir örnek üzerinden şöyle devam ediyor: “Mesela, bir evi ‘kim yaptı?’ diye sorguluyorum. Bakıyorum, bir yerde, evin yapılışında, yapıcı bizzat yaparak bana gösteriyor. Halbuki ben evin duvarları, evin çatısı, evin pencereleri bana gösteriyor zannetmiştim. Oysa ustanın kendisi, her an o evi bütün parçacıklarıyla birlikte yenileyerek tekrar tekrar bana sunmasıyla (faaliyet-i müstevliye) gösteriyormuş! Ben ise, sanki sabit bir duvar, sabit bir kapı, pencere, çatı varmış da onlar kendileri ustasını tanıtıyor sanmışım. Bu aşamada insan, sürekli tazelenen yaratılışlarıyla ustanın kendisi kendisini tanıtıyor olduğunu fark ediyor. Bu anlayış seviyesine ulaştıktan sonra başka ne veya kim ustayı tanıtacak ki? ‘Bu evi kim yaptı?’ diyorum, ustanın kendisi yaparak bana, ‘ben yapıyorum, görmüyor musun?’ deyince ben daha neyi, kimden soracağım? Ama tekrar edelim bu, asla ‘kainat Allah’ın Kendisidir’ demek değildir. Burada iki uç nokta olduğunu görüyoruz: Birisi, kainatı Yaratıcı ile aynîleştiren vahdet-i vücûd anlayışı; diğeri kainatın şahitliğini Allah’tan bağımsız, müstakil şahitlik olarak ele alma anlayışı. Her ikisi de yanılgıdır. İlki yaratılmış olan mahlukatı mutlak olan Yaratıcı ile aynîleştirme yanlışlığı; ikincisi, yaratılmış olan mahlukatı, Yaratıcısı ile ilişkilendirmeyen, ona bağımsız bir müstakil varlık verme yanlışlığıdır. Fakat ikinci yanlışlık, tefekkür aşamalarında zaruri olan, son merhaleye gelince düzeltilmeyi bekleyen yanlışlıktır. Evet, başlangıçta ‘dağların sahibi kim, dağlar ne diyor’ diyoruz ama sonunda dağların, bulutların, canlıların sürekli yenilenerek varlık alemine getirildiklerini fark edince (faaliyet-i müstevliye) Yaratıcısının Kendisi Kendisini anlatıyor idrak düzeyine ulaşıyoruz. Çok önemli bir anlayış düzeyi bu! İşte marifetullah, bu bağlamda, kainatın şahitliğinin Allah’ın şahitliği olduğu düzeyine gelmektir, diye anlaşılıyor”.

Ortaya konulan tefekkür ışığında, “Allah, ‘lâ ilahe illâ hû’ya şahitlik etti veya ediyor, melekler de, ilim sahipleri de” (Âl-i İmran 3/18) şeklindeki ayet zihnimde biraz daha berraklık kazandı. Zira kainatın yaratıcısı, yapıcısı, varlığı devam ettiricisi, fiilin işleyicisi olan Allah, bir anlamda Onun konuşması demek olan bütün yaratıkları ve fiilleri ile Kendi uluhiyetine şahitlik ediyor. Öte yandan belli tefekkür aşamalarında varlık yahut varlığın anlam boyutu yahut esmâ tecellisi olan “melek” hakikati yine uluhiyetin Kendisinin Kendisine şahitliği demek oluyor. Nihayet hakkaniyetle hükmeden “ilim sahipleri” yine bir bakıma, Onun tecellisi olmak hasebiyle uluhiyete şahitlik yapıyor, diye anladım. Ayrıca tefekkürün sonunda gelen şu cümle de hazmetmemi ve istifade etmemi bekleyen olağan üstü bir mesaj gibi geldi, bana: “Madem kainat dediğim şey, Yaratıcının bizzat konuşmasıdır, bizzat Kendisine şahitliğidir, o halde ben de kainatla ilişkimi, -vahdet-i vücûd aşırılığına düşmeksizin-, Yaratıcımla ilişkim olarak değerlendirmeliyim!” Bana çok doğru ama bir o kadar da çok ulvi belki de uygulaması çok yoğun tefekkür gerektiren bir husus gibi gözüküyor. Siz ne dersiniz?

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın