Garip değil mi? İçimizden bir insanın bir sabah aynaya bakmasını gazeteler manşet yaptı. Hepimiz heyecanla bekledik aynada kendi yüzüne bakacağı günü. Adı Uğur’du. Henüz yirmili yaşlarının eşiğinde. İçimizden biri. Bizim gibi. Bizden tek farkı, yüzünün “yeni” oluşu. Başarılı bir yüz nakli yapıldı Uğur’a. O sabah onca ağrıya sancıya, ameliyat zahmetine katlanarak sahip olduğu yüzüne aynadan bakarken Uğur, bize de ne zamandır unuttuğumuz bir aynaya bakmamız gerektiğini hatırlattı.
Bizim yüzümüz de aynaya baktığımız her sabah “yeni”, yepyeni, taze. Üstelik ağrısız ve sancısız duruyor kafamızda. Başımızda doktor ve hemşirelerin beklemesine gerek kalmadan mimik ve jestler yapıyoruz. Tebessüm ediyor, ağlıyor, küsüyor, kızıyor, seviyor, seviniyoruz yüzümüzle. Zaten doğuştan beri bizimle. Tanıdık ve aşina. Ayrıca, Uğur gibi sayısız ilaç almak ve defalarca kontrole gitmek zorunda da değiliz yüzümüz var diye. Bizim yüzümüz bu; dokusu tanıdık, tamamen bize ait. Her kıvrımında biz varız; her noktası sevdiklerimizin aklına kazınmış. Ancak yüzümüzün unuttuğumuz bir özelliği daha var ki, o da Uğur’unki gibi “borç” alınmış olması. Başkasından alınmış olması.
İhtimal ki, şaşırttı sizi bu son cümle. “Ne borcu! Yüzüm hep benim ve hep benimle!” diyeceksiniz. Eğer öyle sanıyorsanız, daha can yakıcı bir soru daha bekliyor sizi: “Neyiniz borç almadınız ki…” Yüzümüzde fazlalık gördüğümüz kıllar bile bize ait değil. Yüzümüz kendi çabamızla elde edilmiş, alın teriyle hak edilmiş değil. Hiç ummadığımız halde, hiç beklemediğimiz halde, aklımızın ucundan bile geçmezken, bir de baktık ki, var olmuşuz. Buradayız işte. Var olmakla kalmamış hayat sahibi olmuşuz, hayat sahibi olmakla kalmamış düşünen ve konuşan , gören ve işiten bir insan olmuşuz. En az bin yıldır yokluğunu kimsenin umursamadığı, varlığına kimsenin ihtiyaç duymadığı yeryüzüne bir sürpriz olarak doğmuşuz. Faraza, doğmamış olsaydık, hiç var edilmemiş olsaydık, yine de yeryüzünde yaşayan milyarlarca insanın hiçbiri eksikliğimizi fark etmeyecekti. Onlara göre olsak da olmasak da birdi. Olmasak bizi arayıp sormayacaklardı. O kadar vazgeçilebilirmişiz meğer.
İşte şimdi çok özel bir yüzle, kimseye benzemeyen, kimselerin bize benzemediği biricik bir sima ile buradayız. Bu sürprizi beklediğimizi söyleyebilir miyiz? Bu sonucu tahmin ettiğimizi iddia edebilir miyiz? Burada dostlarımızın tanıdığı, eşimizin ve çocuklarımızın, annemizin ve babamızın hep özlediği o yüzle var olmayı öteden beri tasarladığımızı, bu konuda çaba sarf ettiğimizi söyleyebilir miyiz?
Öyleyse niye Uğur’un yüzü kadar sürpriz değildir her sabah aynada gördüğümüz yüzümüz?
Bir düşünün, ya yüzlerimiz birbirinin tıpkısı olsaydı, n’olurdu halimiz? Kime anlatabilirdik kendimizi? Kim sevebilirdi bizi? Kime âşık olabilirdik? Herkesin yüzünün anonim olduğu bir dünyada, akşam kendi evine bile alınmayabilirdi insan. Nasıl tanıtsın ki kendini? Hangi özelliği diğer insanlardan farklı olacaktı ki? Hem sonra, âşık olduğu kadını ya da erkeği nasıl ayırt ederdi diğerlerinden? Dahası, niye âşık olsundu ki insan? Nasılsa herkesin yüzü bir değil mi? Oğlunu ya da kızını, annesini ya da babasını niye özlesin ki insanlar? Nasılsa, etrafında oğlu kızı gibi annesi babası gibi milyonlarca dolaşıyor değil mi? Hem sonra, birisi, ama bizim yüzümüzü taşıyan biri, yüz kızartıcı bir suç işlese, utanmayacak mıyız her aynaya baktığımızda? Yerin dibine girmeyecek miyiz o edepsizin fotoğrafı gazetelerde boy boy yayınlandığında? Allah korusun-ki korumuş, çok şükür-bir zalimin yüzüyle aynıysa yüzümüz, her sabah aynada o zalimin saçlarını taramak ağır gelmeyecek mi bize? Masumların hakkını yemiş bir adamın yüzüyle dolaşmaktan utanmayacak mıyız? İnsanları katletmiş bir zalimin suratını sıkılmadan nasıl göstereceğiz herkese?
Bütün bunlar bir yana; aynaya baktığımızda kendini görememek var bir de… Ben bana “ben” diyemeyeceğim ne garip; çünkü herkes gibi biri var aynada, herkes var. Herkesin yüzü var orada. Nerede benim ‘özel’liğim? Nerede bulacağım “kendi”mi? Ah nasıl göz göze geleceğim kendimle? Apayrı, bambaşka, biricik bir ruh taşıdığımı nasıl anlatayım insanlara? Herkes gibi olmanın kafesinde tıkılmışım işte! Herkes gibi sanılmanın sıradanlığında küllenmek üzere kabiliyetlerim neredeyse!
Derin bir “ah!!” sesi duyar gibiyim sizden de. Çünkü kendi içimde defalarca duydum bu hayıflanmayı… İnsanın ‘kendisi’ olması ne güzel bir nimetmiş meğer! İnsanın biricik olması ne büyük bir iyilikmiş meğer!
Üstelik bu biriciklik beni herkesin yanında tuhaf görünmeyecek kadar aşinalık içinde verilmiş bana. “Herkes gibi” görünürken, “hiç kimse gibi” görünüyorum aynı zamanda. Şükür ki, benim yüzüm de herkesin yüzü gibi bir “insan yüzü”. Kaşları gözleri, burnu ve yanakları, dudakları ve çenesi ile “alışılmış” bir insan yüzü. İnsandan beklenen bir yüz. Her organı herkesin alışık olduğu yerde ve sayıda. Yüze bu tarafından bakınca, anlıyoruz ki, her insanın yüzü, bir elden çıkma. Yani hepimizi birden Bir’i var ediyor. Ancak hepimizi birden var eden Biri, her birimizi de biricik etmekten geri durmuyor. Kimsenin yüzünü kimseye benzetmiyor. Yüze bu açıdan bakınca, anlıyoruz ki, her bir insanın yüzü apayrı. Yani, hepimizi birer birer Bir’i var ediyor.
Hem herkes gibi genel bir yüzümüz var, hem kimselere benzemeyen özel bir yüzümüz var. Yüzümüz bir tane ama her baktığımızda bu “iki temel güzelliği” saklıyor. Herkes gibi olmak bizi herkesin gözünde normal yapıyor, hiç kimse gibi olmak ise kimliğimizi ve özel’liğimizi teminat altına alıyor. Aynada yüzümüze baktığımızda, hem “herkes gibi” olduğumuzu hem “hiç kimse gibi” olmadığımızı görüyoruz.
En az iki esmâ okuyoruz böylece yüzümüzde. Vahid isminin tecellisince hepimiz birden Bir Yaratıcı tarafından yaratılıyoruz. Ama Ehad isminin tecellisince, her birimiz birer birer, apayrı, özel ve biricik olarak yaratılıyoruz. Sadece Vahid ismi tecelli etseydi yüzümüzde, herkesin herkese ikiz kardeş gibi tıpatıp benzediği, kimsenin kimseden fark edilmediği, kimsenin aynada kendini göremediği tuhaf ve karmakarışık bir dünyada yaşıyor olacaktık. Ama sadece Ehad ismi tecelli etseydi yüzümüzde, herkesin herkese benzediği, herkesin aşina olduğu bir “insan yüzü” değil de, birbirine hiçbir şekilde benzemeyen, her görene tuhaf, korkunç ve sevimsiz gelen bir yüzle dolaşacaktık. Daha çok utanacaktık! “Ya yüzümü beğenmezlerse!”
Demek ki yüzümüzün sadece etini kemiğini, cildini ve kanını değil, biricikliğini de ödünç almışız Vahid-i Ehad’den. Borç almışız yüzümüzün şimdi herkese aşina gelen güzelliğini. Borçmuş meğer aynada gördüğümüzde yüzümüzü tanıyor olabilmemiz bile. Kendimize “ben” diyebilmek ödünçmüş. Kendimizi “kendimiz” diye bilmek de nimetmiş meğer.
Şimdi bir daha bakar mısınız aynada yüzünüze… En az Uğur’un aynaya bakışı kadar manşet olmalı bu bakış bence…
Kainata, Hayata. Ölüme, Haberlere, olaylara Esma Tecellileri gözüyle bakmak ne güzel. Rabbim hepimize Hayret makamında kainatı temaşa etmeyi nasip etsin.
baslik cok yerinde ve benzersiz olmus… kaleminize ve yureginize yeni manalarin gelmesi duasiyla…