Miracın “Cismanî ve Ruhanî” Oluşunun, Ubudiyetin “Beden-Ruh Birlikteliği” ile Gerçekleşmesine Delaleti Üzerine
Vaktiyle, çalışma alanım olması sebebiyle, muhtelif dinî anlayışlarla ilgilendiğimde, iki uç anlayış yahut davranış dikkatimi çekmişti. İlki, bazı batınî grupların kimi ince hakikatlere nüfuz etmesine rağmen bunu aynı incelik ve güzellikte amele yansıtmaktan uzak olmaları; ikincisi, bazı mütedeyyin bilinen kesimlerin fikrî temellendirmeler yapmaksızın faziletler üzerinden amelî hayata vurgu yapmaları idi. İki tutum da, en azından, benim Kur’an’dan anladığım ve Resulün (asm) hayatında gördüğüm tablo ile örtüşmüyordu. Öyle ki ilk gruptan bazıları o kadar ileri gidiyor ve “hakikat münkeşif olunca ibadetler sâkıt olur” diyor yahut demeye getiriyorlardı. İkinciler ise lisanen “dinin fikrî temeli önemli değil” demeseler bile pratikte tam da böyle demeye gelen bir anlayış sergiliyorlardı.
Risale-i Nurlar ise Kur’an ve sünnetin ruhuna uygun olarak hem iman esaslarını güçlü, sürekli ve sağlıklı temellendirmeler ile ortaya koyuyor hem de bunların amelî hayata yansıyan pratiklerine dikkat çeken bir yol izliyor.
Bu çağrışımları zikretmemin sebebi, bu usulü her zaman sağlıklı biçimde deşifre eden Ha-mim’de, hafta sonu yapılan müzakereli bir derste, bunun bir kere daha, güzel bir örnek üzerinden, ikna edici olarak ortaya konulduğunu müşahede etmemdir. Nübüvveti anlamak için Risale-i Nurlardaki değişik metinler üzerinde yapılan müzakerelerden sonra, miraç bahsi (31. Söz) yine aynı eksende mütalaa edilirken, ilgili paragrafta “arş-ı azam, kâb-ı kavseyn” gibi tabirlere yer verilip, devam eden paragrafta, “…ruh-u Muhammediye’nin (asm) hadsiz vezaifine medar ve cihazatının mahzeni olan cism-i Muhammedî (asm) elbette onun ruh-u âlisiyle arşa kadar beraber gidecektir” cümlesi etrafında çok kıymetli müzakereler ortaya konuldu. Ben, tamamını ilgili kayıtlara havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=g7wtGRDeg8I&ab_channel=HaMim) bir kısmını paylaşmak istiyorum.
Bir müzakereci şöyle başladı söze: “Hepimiz biliyoruz ki geçmişte, miracın sadece ruhen mi yoksa hem cismen hem ruhen mi olduğu konusuyla ilgili geniş tartışmalar yapılmıştır. Oysa neyle gerçekleşmiş olursa olsun, beni ilgilendiren Risaletin benim için ne ifade ettiği, diğer bir ifadeyle benim onun risaletinden nasıl faydalanacağım hususudur. Konunun ona (asm) bakan yönü ayrı; ben bana bakan yönüyle ilgilenmeliyim. Mesela birisi dedi ki, ‘o (asm) miraca ruhu ile çıkmıştır’, peki bundan bana ne? Diğeri dedi ki, ‘hayır o (asm) miraca hem cismiyle hem ruhuyla çıkmıştır’, peki bundan bana ne? Eğer meseleyi, kendimle ilişkilendirmeyeceksem, teknik bilgi olarak şöyle çıkması veya böyle çıkması ne anlam ifade eder? Ama kendimle ilişkilendireceksem iyi anlamam ve anladığımı hayatıma yansıtmam gerekir…”.
Müzakere şöyle devam etti: “Metinde, ‘Daire-i a’zamiyesinin unvanı olan arş-ı a’zamına girecek, tâ kâb-ı kavseyne, yani imkan ve vücub ortasında kâb-ı kavseyn ile işaret olunan makama girecek ve Zât-ı Celil-i Zülcemal ile görüşecek’ şeklinde ifadeler var. Bunları benim iyi anlamam lazım. Bunlar miraçla ilgili Kur’an tabirlerinin nasıl yerleştirilmesi ve anlaşılması gerektiğine dair ipuçları veriyor. Peki, ‘imkan ve vücûb ortası’ ne demek? İmkanı ‘olsa da olur, olmasa da olur’ anlamında değil de ‘kendisi, kendi varlığına kaynaklık yapamayan, var olması ancak başkasının var etmesine bağlı olan’ diye anlıyorum. Diğeri ise ‘vâcib’ yani varlığı zorunlu olan, kâim bizatihi, varlığı bizzat kendisinden olan. Yani Yaratıcı. Demek ki mümkin, varlığı ‘bağımlı olan, ancak başkasının var etmesiyle vücut bulabilen’, vâcibi de ‘vücûd verilmesine ihtiyacı olmayan’ diye anlamak gerekiyor. Peki, ‘kâb-ı kavseyn’ (bir yayın iki ucu arasındaki en kısa mesafe) ne demek? Yaratılmışlık ile Yaratıcının baş başa geldiği nokta…”.
Müzakere, konuyu pratik hayata getirmeye başlayarak aynı hız, tat ve kıvamında şöyle sürdü: “Peki, imkan ile vücûb arasının yahut kâb-ı kavseynin pratik hayatımda yeri ne? Can alıcı nokta bu! Benim ‘yaratılmışlığımın içinde Yaratıcıyı görmem’ gerekiyor. Yahut yaratılmışlığımdan Yaratıcıya ulaşmam (urûc etmem, miracımı gerçekleştirmem) gerekiyor. Şimdi burada, insan zihninin, insan hissiyatının kendi varlığının kendinden olamayacağını anlaması gerekiyor. Bunu anladığı takdirde Varlık Kaynağını sorgulayıp bulmuş olacaktır. Kâb-ı kavseyne geldim şimdi…”.
Müzakere, bundan sonraki aşamada metinde geçen ve miracın “cismani ve ruhani” olduğu yolundaki anlayışları temellendirmeye başladı: “Peki, nasıl oluyor bu? Kâb-ı kavseyne nasıl çıkıyorum? Neyle çıkıyorum? Önce cismimle başlıyorum ‘yolculuğa’. Gözümle bakıyorum, harika bir şey görüyorum. Zihnimle düşünüyor, ‘Bu, kendi kendine olamaz’, diyorum. O şeyin Varlık Kaynağına ulaşıyorum. Neyle? Cismimin bir parçası olan gözümle görüp ruhî varlığımın tezahürü olan ‘düşünce’ yoluyla. Yine mesela, cismime yani cismimin bir parçası olan ağzıma lezzetli bir lokma alıyorum. Dilim lezzeti tadıyor. Lokmanın çok leziz olduğunu ifade ediyor. Aklım yani ruhî tarafım faaliyete başlıyor, bunun kaynağını sorguluyor: Bu tat nereden geldi, bu tadı hissetme özelliğimin kaynağı nedir? Sorgulamamın sonunda maddenin lezzetin varlık kaynağı olamayacağını anlıyorum ve böylece karşımda yediğim yemeğin ve aldığım tadın Yaratıcısını buluyorum. Onun rahmetini, keremini, muhabbetini… görüyorum. Demek ki Yaratıcımı tanıma yolculuğuna yani miracıma cismaniyetimle başlıyor, ruhaniyetimle sonuca ulaşıyorum. Böylece insan iman ediyor, ve sonrasında da imanın gereğine teslim olarak Resulün getirdiği mesajı tasdik ediyor…”.
Müzakere, burada bitmedi. Zira böyle bir miraç ile Yaratıcısını tanıyan insanın, Ona insanî olarak ‘mukabelesi’ gerekiyordu. Müzakerede konu tam da buraya odaklanmıştı: “İmkan aleminde, yani yaratılış aleminde cismi ve ruhuyla yolculuk yapıp kâb-ı kavseyne çıkan insan, hem Onun sonsuz kudret, rahmet ve hikmeti karşısında hem de Onun kendisini yoktan var edip sayısız imkanlara kavuşturması mukabilinde iman ile, itaat ile, zikir ile, şükür ile, istiğfar ile, dua ile, diğer ibadetler ile… mukabelede bulunacaktır. Yani insan cismaniyeti ve ruhaniyeti ile Yaratıcısına ‘ubûdiyet/kulluk’ yapacaktır. Madem insan aklıyla, duygularıyla, ruhuyla ve aynı zamanda da cismaniyeti ile yaratılmış ve Rabbini tanıma sürecinde bu özelliklerinin hepsini kullanıyor, o halde ulaştığı imanını ve tercih ettiği teslimiyetini de bu özelliklerinin tümünü kullanarak Yaratıcısına mukabelede bulunması gerekir. Ubudiyet bu mukabeleyi ifade eder. Bunun mesela, en iyi örneği namazdır, oruçtur, hacdır, zekattır. Mesela insan, namazda aklıyla, duygularıyla, ruhuyla Yaratıcısını tasdik edip, Ona iradesiyle teslim olma tercihini yaşarken, fiilen de cismi ile tasdik ettiği yaratılmışlığının kabulünü ayakta durarak, rüku ve secde haliyle de ifade ediyor. Oruçta aynı şekilde ruhen Rabbine karşı sonsuz bir şükür duygusu içindeyken, yeme-içmeden uzak durarak cismaniyeti ile de bu inancını fiilen ifade ederek ibadetini yaşıyor. Aynı şekilde hacca cismaniyeti ile de gidiyor, zekatı fiziki olarak da fakirlere veriyor. Demek ki miraç cismen başlanıp ruhen tamamlanan bir süreç olarak görünüyor. Bir diğer ifade ile madem insan bu yaratılış aleminde cesedini ruhundan, ruhunu da cesedinden ayıramıyor, ubudiyetini ifa ederken de aynı anda ikisinin de devrede olduğu bir süreç takip etmelidir…”.
Peki kul, Yaratıcısına karşı mukabelesini somut olarak nasıl yapacak? Müzakerede konu buraya geldi: “Kulun Yaratıcısına mukabelesi iman, ibadet, itaat olarak gerçekleşecek ama burada Resulün örnekliğine ihtiyaç var. O, bu konuda, kendisini ‘Gönderen’in verdiği eğitim doğrultusunda herkese rehberlikte bulunuyor. Herkesin onu (asm) rehber alması gerekiyor. Resulullah (asm) ne yaptı miraçtan sonra? ‘Benim geçmiş-gelecek günahlarım affedildi’ deyip ubudiyeti bir kenara mı bıraktı? Namazı terk mi etti? Oruç tutmayı askıya mı aldı? Zekat vermekten kaçındı mı (gerçi zekat verecek parası yoktu), hacca gitmekten geri mi kaldı? Yahut adaletle davranmayı bir kenara mı bıraktı? Elbette hayır! İşte benim de Resulullah’a bu şekilde tabi olmam, teslim olmam gerekir…”.
Ders, gerek okunan metin gerekse yapılan müzakerelerle sürüp gitti (Hatta dersten sonra da katılımcılar, dersin sonucunda dersten edindikleri tefekkürlerini paylaşılmaya devam ettiler). Gelinen nokta benim için çok istifadeli oldu. Artık mesele “miraç ruhen mi oldu, cisim-ruh beraberliğinde mi oldu” tartışmasının ötesinde, doğrudan benim pratik hayatımla ilgili bir noktaya gelmişti. Hele dersin sonlarına doğru bir müzakerecinin şu tespiti konuyu bu şekilde ele almanın ne kadar zaruri olduğunu ortaya koydu: “Şahsi olarak şu iki durumu gözlemledim: İlki itibariyle, eğer bir kişi cismanî ubudiyetini yapmıyorsa, eninde sonunda Resulün gerçekliğini reddediyor; ‘Resul o çağda bunu yaptı, ben kendi çağımda sahip olduğum imkanlarla kendi anlayışıma göre şöyle ya da böyle yaparım’, diye bir tavra giriyor. İkincisi itibariyle, eğer bir kimse Resulü tarihe gömmüş ise, yani Resul tarihin bir çağında yaşamış ve bitmiş diye düşünüyorsa, bu kişi de cismani ibadetlerini yapamıyor”.
Dersten sonra kendim ve herkes için duam şu oldu: Rabbimiz, hepimizi her türlü savrulmalardan muhafaza ederek iman ve istikamet üzere yaşamaya muvaffak eylesin.