Yansımalar

“Makâsıd-ı Risalet” Kavramı ya da Hadis ve Sünneti Anlamada Temel Bir Usûlî Prensip

“Makâsıd-ı Risalet” Kavramı ya da Hadis ve Sünneti Anlamada Temel Bir Usûlî Prensip | Ha-Mim

Fakültede, ilgili derslerde “Kur’an’ın muhtevası”, “Kur’an konuları” gibi başlıklar altında Kur’an’ın mevzu edindiği hususları birkaç eksiği, birkaç fazlasıyla şöyle sayardık: İman esasları ve tevhid, peygamberlik ve peygamberler, kıyamet ve ahiret konuları, cennet ve cehennem, namaz-oruç-zekat gibi ibadetler, aile hayatı-alış-veriş-miras gibi hukuki bahisler, cihad hükümleri, geçmiş toplulukların kıssaları vb. hususlar.

Doğrusunu söylemek gerekirse, bu başlıklar bana sıradan görünür, çok çarpıcı gelmezdi. Bilahare Risalelerde, “Makâsıd-ı Kur’an; tevhid, nübüvvet, haşir ve ibadet-adalet olmak üzere dörttür; Kur’an hem bütününde hem her suresinde hem her ayetinde hatta her kelam veya kelimesinde açık veya işarî olarak bu dört esası maksat yapar” mealindeki yaklaşımı okuyup düşündüğümde, bana çok çarpıcı gelmişti. Bu yaklaşım ilgili derslerde öğrendiğim bilgileri dışlamamakla beraber, bana daha dikkat çekici gelmiş, kendi mütevazı Kur’an okumalarımda durumun böyle olduğunu fark etmiş, ayrıca bunun, bana Kur’an’ı anlamaya çalışmada ciddi bir farkındalık kazandırdığını görmüştüm.

Geçen hafta, iştirak ettiğim müzakereli bir derste, bir müzakerecinin dile getirdiği “makâsıd-ı risalet” terkibi de beni çarpan bir ifade oldu! Daha önce okumadığım ve duymadığım bu ifade, ilk bakışta belki yeni bir bilgi aksettirmiyor gibi görünse de, hadis ve sünnet okumalarına ilişkin çok önemli bir usûlî yaklaşıma işaret ediyor diye hissettim. Özellikle dersten sonra bu terkibi düşündüğümde, altın bir prensiple karşı karşıya olduğumu fark ettim. Tamam, hadisleri ve sünnetleri anlamada “Peygamber’in konumunu” es geçmiyordum ama “makâsıd-ı Kur’an” tabiri beni nasıl etkilemiş, Kur’anı anlamaya dönük çabalarımda bana nasıl büyük bir şuur kazandırmış idiyse, “makâsıd-ı risalet” de hadis ve sünnetleri anlama çabamda bana elmas bir kılavuz niteliği taşıyor gibi geldi.

Aslında “makâsıd-ı risalet” terkibi “makâsıd-ı Kur’an”ın dört esasının biri olan “risalet”in açılımdan ibaret olup bizi doğrudan risaletin fonksiyonuna götürüyor. Daha açık bir ifadeyle bu terkip “risaletin amacı nedir ve resullerin gönderiliş sebebi nedir yahut nelerdir?” sorusunun cevabına odaklanmamızı ve bunu sürekli göz önünde bulundurmamızı sağlıyor.

Açarak belirtmek gerekirse, risalet bana söz (hadis) ve uygulamalarıyla (sünnet) tevhidi öğreten ve tatbik eden, nübüvveti talim eden, ahireti öğreten ve bu şuur içinde yaşamamı gösteren, Yaratıcıya karşı görevlerimi ve insanlara karşı görevlerimi yani ibadet ve adaleti öğreten ve fiili örnekleriyle rehberlik yapan bir işlev ortaya koyuyor.

En yalın haliyle ben, bana bakan boyutuyla düşündüğümde, risaletin birbiriyle bağlantılı iki maksadı olduğunu görüyorum. Birisi varlık düzleminden hareket ederek yaptığım sorgulama sonunda, “gaybî bir Kudret olmalı ve Onun bana mutlaka bir mesajı bulunmalı” hükmümün bir neticesi olarak, “Mutlak Yaratıcının” bana ancak görevlendirdiği bir insan üzerinden mesajını ulaştıracağı hususu. Yani risaletin birinci fonksiyonu Yaratıcının mesajını bana ulaştırmasıdır, diye anlıyorum (tebliğ). İkincisi bu mesajın anlaşılıp hayata intikalinde, yine benim gibi bir insanın uygulama örnekliği ile bana kılavuzluk yapması (üsve-i hasene). Bu iki maksadı göz önüne aldığımda “makâsıd-ı risalet” aynı zamanda “makâsıd-ı Kur’an” ile birebir örtüşen bir karakter taşıyor. Yani nasıl ki Kur’an’ın maksatları tevhid, nübüvvet, haşir ve ibadet ile adalet ise risaletin maksatları da bunların açılımlarından başka bir şey değildir. Açarak belirtmek gerekirse, risalet bana söz (hadis) ve uygulamalarıyla (sünnet) tevhidi öğreten ve tatbik eden, nübüvveti talim eden, ahireti öğreten ve bu şuur içinde yaşamamı gösteren, Yaratıcıya karşı görevlerimi ve insanlara karşı görevlerimi yani ibadet ve adaleti öğreten ve fiili örnekleriyle rehberlik yapan bir işlev ortaya koyuyor. Daha kısa olarak bunu “Rabbi tanımak (marifet) ve Onun uluhiyetine karşı insanî olarak mukabelede bulunmak (ubudiyet) diye ifade etmek mümkün.

Yaratıcıdan gelen mesaja baktığımda da ben “makâsıd-ı risalet”in böyle konumlandığını görüyorum. Bir ayette, “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et…” (Maide 5/67) onun (asm) Gaybî mesajı bana ulaştırma fonksiyonunu ifade ederken, “(Ey peygamber!), …İnsanlara inzal ettiklerimizi açıklaman için sana “zikr”i indirdik…” (Nahl 16/44) ayeti de onun mesajı uygulama örnekleriyle açıklama keyfiyetini dile getiriyor.

Netice itibariyle, gerek insanî sorgulamalarımla gerekse vahyin açıklamalarıyla “makâsıd-ı risalet” kavramı bana, Peygamber’in (asm) görmediğim, -tarif gereği- bu dünyada göremeyeceğim Gaybî Yaratıcıyı tanımak ve insan olarak Ona nasıl mukabelede bulunmam gerektiğini sözlü ve pratik uygulamalarıyla öğretmek temelli bir fonksiyonu icra ettiğini işaretliyor, diye anlıyorum. Resul olmadığında ben ilahî mesajdan haberdar olsam bile “makâsıd-ı Kur’anı” hayata taşımam mümkün olmadığı gibi, Kur’anın maksatlarını hesaba katmadan “makâsıd-ı risaleti” kavramamın da mümkün olmadığını anlıyorum.

Meseleyi böyle bir çerçeve içinde değerlendirmeye çalıştığımda “mâkasıd-ı Kur’an” nasıl benim ayetleri anlama çabama büyük katkı yapıyorsa, “makâsıd-ı risalet” kavramı da bana hem hadisleri hem de sünnetleri anlama çabama ciddi oranda katkı yapacak metodolojik bir imkan sağlıyor, diye düşünüyorum.

Meseleyi böyle bir çerçeve içinde değerlendirmeye çalıştığımda “mâkasıd-ı Kur’an” nasıl benim ayetleri anlama çabama büyük katkı yapıyorsa, “makâsıd-ı risalet” kavramı da bana hem hadisleri hem de sünnetleri anlama çabama ciddi oranda katkı yapacak metodolojik bir imkan sağlıyor, diye düşünüyorum.

Konu şu şekilde biraz daha berraklaşıyor: Hz. Muhammed belli bir coğrafi bölgede (Arap yarımadası) ve belli bir tarihsel dönemde (571-632) yaşadı. Ondan bize “hadis” diye anılan binlerce nakil ulaştı. Onun değişik tarihi şartlar ve olaylar vesilesiyle söylediği sözleri ancak ve ancak onun resul olarak gönderiliş ve görevlendiriliş “maksad”ını göz önünde bulundurarak sağlıklı bir zemine oturtabilirim. Burada “hadis” ile “sünnet” arasındaki fark da açıkça ortaya çıkıyor. Hadis, onun (asm) değişik tarihi ve çevre şartlarında gerçekleşen sözleri iken “sünnet”, “makâsıd-ı risalet” göz önünde bulundurularak çıkarılan evrensel kurallar anlamına geliyor. Bu suretle tespit olunan sünnetler her çağın ihtiyaç ve şartlarına cevap verebilecek bir niteliğe ulaşıyor.

Demek ki “makâsıd-ı risalet”i göz önünde bulundurma prensibi, “makâsıd-ı Kur’an”ı dikkate alarak ulaşılan itikadî esaslara göre hadis nakillerini değerlendirmeyi zorunlu kılıyor. Böylece, Kur’an ve Resul kaynaşması gerçekleştirilerek, her iki kaynaktan da evrensel kuralların çıkarılmasına imkan sağlanmış oluyor. Dolayısıyla bu usul vesilesiyle hadis nakillerinin itikadî ve ahlakî içerikli olanları Kur’an’ın süzgecinden geçirilirken, Kur’an’ın da amelî prensipleri hadis nakillerinin süzgecinden geçirilerek, her iki alanda da (itikadî, ahlakî ve amelî alanlarda) evrensel sonuçlara ulaşma söz konusu oluyor.

Bu sayede Kur’an ile sünnet arasındaki iç içelik Kur’an’ın, Allah’a ve Resüle “itaat”i emrederken, “tabi” olunması gereken tek kaynağın Resul uygulaması olduğunu bildirmesindeki hikmet de gerçekleşme imkanı buluyor. Şu ayette açıkça ifadesini bulduğu üzere: “Kim Resule itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur” (Nisa 4/80).

Sonuç olarak, ilgili derste gündeme gelen bu kavram bana sadece hadisleri anlamaya değil, aynı zamanda ayet-hadis iç içeliğini biraz daha yakından fark etmeme vesile olduğu için kendimi bahtiyar hissediyorum. Günümüzde, kimilerinin -sözde- Kur’an’a dayanarak ve Kur’an’dan yola çıkarak hadisleri “paralel din” diye bir kenara koyup savrulmaları karşısında, toplumun bu tür sağlıklı prensiplere ne kadar çok muhtaç olduğunu düşünüyorum…

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın