Usûle Dair

Dünya Nereye Gidiyor? Ya da, ”Balık Tutmayı Öğrenmek”

Dünya Nereye Gidiyor? Ya da, ''Balık Tutmayı Öğrenmek'' | Ha-Mim

Kısaca hepinizin bildiği bir giriş yapıp çok önemli bir konuyu paylaşmak istiyorum.

Dedem hiç bir zaman elektronik bir eşyaya muhatap olmamıştı. Vefat etti, Allah rahmet eylesin.

Babam hayatının en son zamanlarında küçük bir pilli radyo ile tanışmıştı. Çok geçmeden o da vefat etti. Ona da Allah rahmet eylesin.

Ben ise el daktilosunu terkedeli 15 yıl oldu. Artık benim daktilom tarihi bir müze için bekliyor. Nerede olduğunu dahi bilmiyorum.

Şimdi ben Google ile haşır neşirim, artık internetsiz bir gün bile yaşayamayacağımı zannediyorum. Neredeyse bütün ilişkilerimi küçücük odamda tek başıma yaşarken, dünya ile iletişim bağım artık hayatımın vazgeçilemez bir parçası oldu. 3 yasındaki çocukların elinde internet bağlantılı gelişmiş kapasitede bir çok alet, oyuncak gibi odanın her yerinde saçılmış vaziyette. Bir çocuğun eline bir küçük elektonik alet vermeden susturamayan aileleri saymaya gerek yok. ”Ben çocuğumu böyle bir aletsiz büyütüyorum ve de çok çocuğum çok mutlu,” diyen kaç kişi var? Neredeyse, hiçbir pamak kalkmadığını görüyorum. Hatta teknoloji ile tanıştırdığımız için iftihar ediyoruz.

Şimdi, bu neslin bilmediği, bilemeyeceği bir informasyon kalmadı. “İnformasyon çağı geçiyor” diyordum 5 sene önce. Geçti, bitti, informasyonun değerinden bile bahsetmek imkansız. Değeri olur mu hiç bir çocuğun parmaklarının altında bir saniyenin binde biri bir zaman dilimi içinde elde edilebilen bir şeyin?

Buraya kadar herkesin bildiği bir şeyden bahsettiğimi biliyorum.

Biraz daha kendimizi toparlayalım. Peki, ne bekliyor sırada?

Bilgi (Knowledge)

Eğitim kurumları genç nesilleri bilgilendirmek için var olduklarını düşünüyorlar. Bilgi üretecek bir eğitim sistemi kurmak gerekir diyorlar. Bilgilenmek için yalnızca informasyon elde etmeyi kastetmiyorlar, öğrenmeyi öğretmek istiyorlardı. Nasıl yaparız da bu gençlere birşeyler “öğretiriz” diye çırpınıyorlardı.

Heyhat! Bu sevda da artık yavaş yavaş terkedilmeye başladı. Çok önemli eleştiriler getiriliyor, “öğrenmenin” tanımları tartışılıyor artık. Böyle bir şeyin “insaniyet”e yakışmayacağı savunuluyor. “İnsan bilgi öğrenmek için var değil” deniliyor. “Peki, nedir derdiniz kardeşim?” diyen, tutucu, gelenekçi eğitimciler konuyu bir türlü anlamıyorlar. “Olacak iş değil” diyorlar. Fakat bu devrin de kısa zamanda miadını dolduracağı kesin. Dikkat etmek lazım, ne kastedildiğini iyi anlamak gerek. “Öğrenmeyeceğiz de ne yapacağız?” diye kestirip atmamak lazım. “Kur’an da, ‘Allah, insana bilmediğini öğretti, veya öğretiyor, veya öğretendir’ (96: 5) diyor” diye hemen “Kutsal metne” sarılarak itiraz etmemek lazım. İnsanın eğitiminin nerede olması gerektiği konusunda daha hassas düşünmek gerekiyor. Kur’an’da “Allah, insana bilmediğini öğretendir” denildiğinde “insanın bilmediğinin ne olduğu” üzerinde yeniden yeniden tefekkür etmek lazım. Lütfen, şu kestirip atmayı, kendimizi tekrar edip durmayı, hep beraber terkedelim artık, inşaAllah.

Peki nereye gidiyoruz? İnsaniyeti daha iyi tanımaya ve tanımlamaya doğru hızlı bir eğilim var. Elhamdülillah.

İnsanın, kendisine emanet edilen kabiliyetlerini bizzat kendisi kullanarak, kendisinin ulaşacağı sonuçları elde edebilmesine imkan verecek bir eğitim türüne ihtiyaç var. Yani, kısaca, şu bizim dilimizden düşürmediğimiz “usûl” kelimesi var ya, işte o! Zannetmeyelim ki yeni bir şeydir bu usûl.

Bana balık verme, evet ben açım, yemek istiyorum, bu doğru, fakat bana balık tutmayı öğret” demiş ya atalarımız, işte o! İnsanlık artık ona doğru hızlı bir şekilde ilerliyor. Ve bu eğilimin, ya da farkındalığın önüne geçmek mümkün değil. Bu uyanışı durduramazsınız.

”Kardeşim biz eğitimci falan değiliz, bunları bize ne anlatıp da ümidimizi kırıyorsun?” demeyeceğinizi ümit ediyorum. Bu yazının muhataplarının hepsinin böyle bir ihtiyacı hissettiklerini düşünüyorum. Çünkü hepimiz eğitimciyiz, eğer bir başkasını eğitmediğimizi düşünüyorsak, en azından kendimizi eğitiyoruz veya eğitmemiz gerekiyor.

Şimdi gelelim bizim ana konumuza.

“Yahu, bizim elimizde Kur’an varken bu gibi meselelerle niye bizi meşgul ediyorsun, kardeşim, biz bu sarsılmaz, ebedi kaynağa sarılız, kurtuluruz,” demeyeceğinizi ümit ediyorum. Hepiniz farkındasınız, inşaAllah, bütün mesele: “Bu Kur’an’dan nasıl faydalanacağız, nasıl faydalanılması için takdim edeceğiz?”

Heyhat! Kur’an’dan nakil yaparak, “Ayetlere dayandırarak davamı ispat ediyorum” iddiasının bir “bilgi” naklinden ibaret olduğunu anlamayan ancak bir dağın başında çobanlık yapandan başka kimse kalmadı. Onun bile elindeki akıllı telefonundan Kur’an dinleme imkanı olduğunu bilmek lazım. Araştırma motorunu kullanarak istediği ayeti bir hafızdan bin defa daha hızlı bir şekilde bulur. Hatta konularına göre yapılmış tasniflerden hocadan daha çok konu ile ilgili ayeti senin önüne getirir. Hatta o ayetlerin her bir kelimesinin kök anlamıyla birlikte ne demek olduğunu yıllarca eğitimini almış bir “hoca” namzetinden daha sağlıklı bir şekilde sana kopyalıp anlatır. Sen de onu alim zannedersin. Bilgi bu kadar ucuz, kolay elde edilen ve de hiçbir kıymeti, fazileti olmayan bir malzeme oldu artık.

İnsana güvenmenin, insana saygının ön plana çıktığı bir devrin hemen eşiğindeyiz. Yeter ki, insana güvenelim. İnsanın yaratıcısı, insanı Kendisine halife yapmış, ona güvenip “emanet”i ona yüklemiş. Fakat biz bir türlü insaniyetin değerine güvenemeyip, hep, “Benim dediğimi dinle, bana hayran ol, beni taklit et” demeye gelen eğitim kurumlarına milyonları yatıran “fedakar”, “hamiyet” sahibi “esnaf abilerin” cebine bakmışız. Ta ki, bilgi takdim ederek onların güvenini kazanmayı fazilet bilmişiz. O güven aracılığı ile paralarını sadaka-yı cariye adına alıp, camiler yapmayı, dershaneler yapmayı hizmet telakki etmişiz. İnsana güvenen, insanın, insaniyetini bizzat kullanarak, bizzat kendisi üreten, kendisi balık tutan kişi haline gelmesine de bir türlü razı olamamışız. Bütün eğitim anlayışımızın artık tarihe gömülmek zorunda olduğunun farkına bile varmadan hala binalara, “eğitiyoruz ” dediğimiz “vakıf kurumlarına” yatırım yapmakla kendimizi “ahirete” hazırladığımızı zannediyoruz. (İyi niyetli, hamiyetli avamı kastetmiyorum burada. Onları bu yöne teşvik eden, onları eğitiyor olduğunu iddia eden “lider” pozisyonunu kendisine biçenleri kastediyorum.)

“Şu eleştirileri bırak da pratik bir çözüm yolu göster bize” demenin zamanı geldi. Eğer böyle bir ihtiyacı hissediyorsanız şimdi sizin hakkınız şu soruları sormak olmalıdır: Kur’an’ın eğitimine kendimizi nasıl tabi kılacağız? Kur’an’ı başkalarına nasıl takdim edeceğiz?

İnsana güvenmeyi öğreneceğiz. İnsanın kapasitesinin neredeyse sınırına erişilemezliğinin farkında olarak onlara muhatap olacağız. Kendimizin de böyle bir kapasite ile donatıldığını hatırlayacağız.

“Peki, her kafadan bir ses çıkmaz mı o zaman?” Evet, eğitimciliğin püf noktası burası: İki konuyu dikkate almadan bu soruya cevap verilmez:

1- Eğer biz insaniyetin kapasitesine güvenip, bu kapasitenin nasıl çalıştırılması gerektiğini insanlara öğretmeyi amaçlarsak, insan bu kapasitesini nasıl kullanacağını öğrenince, bu kapasitesi ile kavramaya çalıştığı sonucun, kendi kapasitesini kullandığı kadarıyla elde edilmiş bir sonuç olduğunun farkına varacak. Bu sonucun kendisine ait olduğunu bilecek ve gerçek tevazuya o zaman bürünecek.

Şimdi ise ne oluyor? Hem bilgi yüklü halimizle insanı kendimize hayran ediyoruz ve aynı zamanda o kişi de birşeyler öğrenip de bana karşı çıkacak diye ödümüz kopuyor ve de güvenmiyoruz ona. Taklidi öğretiyoruz. Sonra da birşeyler öğrenme duruma gelen bu öğrencimiz dönüp bize kafa tutmaya başlıyor: “Sen bu kadar biliyorsan, ben de bu kadar, hatta daha fazlasını biliyorum!” deyince bizim kafamızın telleri atmaya başlıyor: “Ukala çocuk, n’olacak, âsi bir nesil yetiştirmişiz” demekten başka bir imkanımız kalmıyor. Eğer bir dini müessesenin veya cemaatin başında isek, o “Ukala ” çocuğu, cemaatimizden “ihraç” ediyoruz. Bilmiyoruz ki, asıl “ukala”lığı biz bilgi aktarımı üzerine kurduğumuz eğitim kurumlarıyla kendimiz yaptık, kendimiz ukalayız ve kendimizin enaniyetini empoze ettik o çocuk üzerine. Talebelerinin şimdi kendisinden daha iyi bilgi birikimine sahip olduklarını kabul edemeyen bir “öğretmen” durumuna düştük. Bu yol çıkmaz sokak. Bu yolun sonu geldi ve geçiyor.

2- Kimse herkes için geçerli “gerçek doğruyu” bulduğunu iddia edemez. Bunu anlamamız şart. “Aman efendim, şimdi ben Müslümanım, İslamiyetin ana temel kurallarını tasdik ediyorum. Yani, şimdi ben gerçeği bulamadım mı?” diyerek itiraz etmeMEyi öğrenmek zorundayız. Evet, bu senin doğrundur. Senin ulaştığın sonuçtur, senin için geçerlidir ve sen bu doğrun ile dürüst bir ilişki içinde, onun gereklerine uyarak inanmaya ve yaşamaya devam etmelisin. Onu başkaları ile paylaşırken takip edilmesi gereken usûl, bilgi aktarımı yapmak değil, o doğruya nasıl ulaştığını muhatabına anlatarak, onun da böyle kendisine emanet edilen kabiliyetlerini kullanarak o doğruyu yakalamasını sağlayacak “rehberlik” yapmaktır. Karşındaki kişiye, kendisinin bu doğruları nasıl bulacağına dair rehberlik yapmanın ötesinde, bilgi satmaya kalkma! Böyle bir bilginin hiçbir değerinin olmadığını insanlık yarım asır içinde tamamen anlayacak, zaten anlamaya başladı bile.

Şu cümleciği tekrar etmenin yeri geldi: “Bana balık tutmayı öğret!” Bana iman etmeyi öğret! İman etmenin metodunu, usûlünü öğret! Bana imanın şartlarını ezberlettirme, kabul edemem, edemedim de zaten. Bana bilgi satarak beni dinsiz yapma, lütfen! 

Yazar hakkında

Ali Mermer

Yorum yazın