Geçen hafta sonu yapılan müzakereli bir derste (https://www.youtube.com/watch?v=VaFTUnAfOEs), uzun bir parçada yer alan “Cazibe-i umumi gibi sırr-ı teâvün, bir düstur-ı fıtrattır…” cümlesiyle ilgili olarak, moderatör, içinde yaşadığımız süreçte ‘cihad-ı manevi’ çalışmalarında yardımlaşma düsturu çerçevesinde neler söylenebileceği sorusunu sordu. Parçanın diğer kısımlarıyla ilgili olduğu gibi bu soru etrafında da kıymetli müzakereler paylaşıldı. Bir katılımcı, mesela, müzakereli dersin bunun bir örneğini teşkil ettiğini, sanal ortamda bulunan insanların kendi dünyalarına yansıyan tefekkürleri paylaşmalarının hakikate ulaşma adına bir çeşit ‘yardımlaşma’ olduğunu ifade etti. Başka bir müzakereci daha geniş bir perspektif ortaya koyarak şu minvalde bazı prensiplere işaret etti:
“İslam aleminde olup bitenleri çok iyi bilen, hayatını bu işe vakfetmiş insanlar var. Bunlar aynı zamanda Müslümanların zaaflarını da çok iyi bilir, özellikle Müslüman akımların içindeki müfrit (aşırı taraf tutan) kimseleri birbirleriyle çarpıştırarak, her ikisine de imkan vermek suretiyle yıpratma politikası takip ederler; benim görebildiğim kadarıyla. En basit örneği Sünni-Şii çekişmesinde. Şia’nın müfrit taraftarlarıyla Sünnilerin müfrit taraftarlarına imkan tanırlar, desteklerler -çok örneklerini gördüğüm için burada bunların ispatına gerek yok-. Dahası her iki kesimin arkasına da belli kişileri koyarlar. Yani onların haklı olduğunu söyleyecek, maddi manevi imkanlar sağlarlar. Sonra neler olacağını tahmin etmek zor değil. Birbirlerini kötülemeler, tenkitler, düşmanlıklar…”
“Bundan anladım ki ‘muavenet’ dediğimiz yardımlaşma konusunda bizim takip edeceğimiz prensipler tam ters istikamette olmalıdır. Bu da yaşadığımız devirde, -aslında yaşanan her devirde, her yerde-, insanların din adına yaptığı çalışmaları en azından tenkit etmemek, karşı çıkmamak, düşmanlığa yol açacak tavırlar sergilememek! Ama bu, elbette yapılan çalışmalarda göze çarpan eksiklikleri dile getirmemek anlamına gelmez, gelmemelidir. Başka bir ifadeyle, şu mesleğin daha doğru olduğunu söylemek için öteki mesleklerin eksikliklerini söylemek ayrı bir konudur, eleştirip yanlış olduklarını, terk edilmesi gerektiğini söylemek ayrı bir konudur. Eksiklikler dile getirilir ve bu eksikliklerin giderilmesi için ‘şöyle bir yol takip etmek doğrudur’ denilebilir, denilmeli ama diğerinin tamamen yanlış olduğu söylenemez, söylenmemelidir…”.
“Diyelim bir cami çevresinde camiye gelen cemaatin çocuklarına namaz sureleri ezberletiliyorsa, böyle bir faaliyet varsa, bunu yerinde takdir etmek, eleştirmemek gerekir. Aynı şekilde cami imamlarının Cuma hutbelerinde insanlara şu veya bu şekilde, oranın şartlarına uygun din anlatımlarını eleştirmemek, o çerçevenin içinde bırakmak gerekiyor. Ama bunu genişletmek değil, sorup-soruşturan insanlara ‘camiye git, hutbe dinle’ demek cinayettir. Ama camiye gelip, benim gibi uyuklayarak hutbe dinleyenlere ‘Sen bunu dinleme’ demek anlamsızıdır. Yani bu tür faaliyetler eleştirilmemeli ama gereken yerde, gerektiği şekilde eksiklikleri dile getirilebilir, getirilmeli diye düşünüyorum…”.
“Başka örnekler için de aynı prensip söz konusu olmalı. Mesela fıkıh çalışması yapanları bir ihtiyacı karşılamaya yönelik faaliyetler olarak görüp eleştirmemek. Yine mesela Arapça öğrenen ya da öğretenleri Kur’an’ı anlamak için bir çaba olarak görüp teşvik etmek lazım. Ama bu dili ticari amaç için öğrenen birisini Arapça öğrenmenin kutsiyetini ileri sürerek teşvik etmek manevi anlamda istikamet kaymasına neden olur. Çünkü İslam’ın Kur’an ve hadis gibi kutsi kaynaklarına muhatap olmaya vesile olmak için teşvik edilmesi gerekir. İtikadi ihtiyaçları görmek ana maksat olmalıdır. Keza adam tefsir çalışması yapıyorsa eleştirmemek lazım. Belağat dersi çalışmaları yapıyorsa eleştirmemek lazım. Kelam dersi veriyorsa eleştirmemek lazım…”.
“Bu şekilde bir ‘yardımlaşma’ ağına girmek Nursi’nin de dikkat çektiği ve teşvik ettiği bir yardımlaşmadır: Dinsizlik karşısında Allah’a inanan herkesle ittifak etmek.. Peygamberliği kabul etmeyen kimselere karşı peygamberlerden birisini kabul etmese bile onlarla ittifak etmek.. Nitekim onun ‘Dindar ruhanilerle ittifak etmek lazım’ diye başlayan cümlelerini herkes ezbere bilir. Allah’ı inkar edenlere karşı din farkı olsa bile Allah’a iman edenlerle ittifak etmek.. Ehl-i tarikle ittifak etmek.. İtikadî ya da amelî mezhep mensuplarıyla yarışmaya girmemek… Bu gibi konularda Risale-i Nur’da çok güzel örnekler görüyoruz. Mesela Şia konusunda, mesela Ehl-i tarik konusunda yapmış olduğu çalışmalarda yerine göre hepsinden faydalanmış olduğunu görüyorum. Faydalandığı yerde faydalanıyor, faydalanmadığı yerde eleştirmek yerine eksikliklerini belirtiyor, eksikliklerinin giderilmesi için dua ediyor…”.
“Manevi cihatta böyle bir yön var. Mesela, bu devirde itikadî esaslarda sorgulaması olan insanları, onların kapasitesi içinde, beklentilerine uygun şekilde yani muhakemeye, kainatın şahitliğine dayanarak iman esaslarının hakkaniyetini anlatma istikametindeki mesleğin yetim kaldığını görüyoruz. Bunun için bizim bu mesleğe sahip çıkmamız gerekiyor. Ya böyle bir mesleğe sahip çıkacağız ya da her gün kar topu gibi artarak devam eden, gençleri önüne katarak yuvarlayan ve adına ateizm, deizm, hümanizm, Budizm vs. denilen akımlara kurban edeceğiz. ‘Ben dindarım’ diyen ya da geleneksel anlamda ‘dindar’ bilinen insanlar dindarlıklarını insan fıtratına tam olarak oturtamadıkları için bu sorunlara çözüm üretemiyor, boşlukları dolduramıyorlar. Ya da boşlukları milliyetçilik duygusu ile yahut geleneksel dindarlığa hamasi atıflar yaparak doldurduklarını zannediyorlar. Bizim kitaplarını okuduğumuz bu zâtın hem bu konuyu dert edinmiş olduğunu hem de çalışmalarında başarıya ulaşmış olduğunu görüyoruz…”.
“Bu zatın getirdiği mesleği devam ettirmek, diğer mesleklerle uğraşıp eleştirmekten de kaçınmak gerekiyor. Ama tekrarlayalım, farklılığın açığa çıkması için yeri geldiğinde, diğer mesleklerin eksikliklerine temas edilebilir, bu ayrı bir konudur fakat ‘bunlar yanlıştır’ diye kestirip attırmak doğru değildir. Mesela Ehl-i tarikin mesleğine tabi olan bir kişiyle ben muhatap olamam. Fakat bu demek değildir ki, bu kişi yanlış yolda gidiyor. Hayır! Benim muhatabım değildir! Risale-i Nur’un muhatabı soran, sorgulayan ve araştırma içerisinde olan, seküler eğitimin zehrini yutmuş olanlardır. Bunlara yardımcı olmak, elinden tutmak, malzeme toplamak, istikamet sahibi olmak gerekiyor. Yani ‘benim mesleğim budur’ diyor, başkalarıyla uğraşmıyorum. İşte bugün ‘manevi cihatta yardımlaşma nasıl olmalı’ sorusunun cevabını ben böyle somutlaştırıyorum. Yanlış düşünüyorsam arkadaşlar tashih etsinler”.
Yaşadığım kişisel tecrübelerim dolayısıyla zaman zaman uygulamaya çalıştığımda çok rahat ettiğimi gördüğüm bir konuda, bu müzakerenin ortaya koyduğu perspektif itiraf etmeliyim ki hem benim kanaatimi pekiştirdi hem de daha çok rahatlık duymama vesile oldu. Allah razı olsun.
Selamlar,
Paylastiginiz icin tesekkurler. Notlarinizvesilesi ile Said Nursi’nin Ihlas Risalesinde yazdigi bir bolum hatirima geldi, paylasmak istedim:
“Her ne ise, bu hamur çok su götürür. Kısa kesip, yalnız, hakikî kardeşlerimin içinde sırr-ı ihlâsı ve samimî ittifakı kuvvetleştirecek iki misal söyleyeceğim.
Birinci misal: Ehl-i dünya, büyük bir servet ve şiddetli bir kuvvet elde etmek için, hattâ bir kısım ehl-i siyaset ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin mühim âmilleri ve komiteleri, iştirak-i emval düsturunu kendilerine rehber etmişler. Bütün sû-i istimâlât ve zararlarıyla beraber, harika bir kuvvet, bir menfaat elde ediyorlar. Halbuki, iştirak-i emvâlin, çok zararlarıyla beraber, iştirakle mahiyeti değişmez. Herbirisi umuma gerçi bir cihette ve nezarette mâlik hükmündedir; fakat istifade edemez.
Her ne ise, bu iştirak-i emval düsturu a’mâl-i uhreviyeye girse, zararsız azîm menfaate medardır. Çünkü bütün emval, o iştirak eden herbir ferdin eline tamamen geçmesinin sırrını taşıyor. Çünkü, nasıl ki dört beş adamdan, iştirak niyetiyle biri gazyağı, biri fitil, biri lâmba, biri şişe, biri kibrit getirip lâmbayı yaktılar. Herbiri tam bir lâmbaya mâlik oluyor. O iştirak edenlerin herbirinin bir duvarda büyük bir âyinesi varsa, herbirinin noksansız, parçalanmadan, birer lâmba, oda ile beraber âyinesine girer. Aynen öyle de, emvâl-i uhreviyede sırr-ı ihlâs ile iştirak ve sırr-ı uhuvvet ile tesanüd ve sırr-ı ittihad ile teşrikü’l-mesâi, o iştirak-i a’mâlden hâsıl olan umum yekûn ve umum nur herbirinin defter-i a’mâline bitamâmihâ gireceği, ehl-i hakikat mâbeyninde meşhud ve vakidir. Ve vüs’at-i rahmet ve kerem-i İlâhînin muktezasıdır.”