Ders Notları

İlahî Rehberliğe Göre mi Yoksa Hevâmıza Göre mi Yaşamak? Ya da ‘Sünnet’ ve ‘Bid’at’ Kavramları

İlahî Rehberliğe Göre mi Yoksa Hevâmıza Göre mi Yaşamak? Ya da ‘Sünnet’ ve ‘Bid’at’ Kavramları | Ha-Mim

Geçtiğimiz hafta sonu yapılan müzakereli bir derste (https://www.youtube.com/watch?v=1NqQW9wozNo) “Mirkâdü’s-sünnet ve Maraz-ı bid’a” başlığını taşıyan On Birinci Lem’a okunmaya başlandı. Her zaman olduğu gibi kıymetli müzakereler paylaşıldı. Bir müzakereci Risalenin başındaki iki ayetten ikincisi olan, “Eğer senden yüz çevirirlerse, sen de ki, Allah bana yeter, Ondan başka ilah yoktur, ben Ona tevekkül ettim. O, azim arşın Rabbidir” (Tevbe 9/129) mealindeki ayetten başlayarak şunu söyledi:

“Ayetin zahirî anlamı mealde yer aldığı üzere belli. Ayet Peygambere diyor ki, ‘eğer çevrendeki insanlar senden yüz çevirecek olurlarsa, sen vazifeni yap, işine bak, tebliğ ettiklerini kabul etmek ya da kabul etmemek onların tercihi’. Ama bu ayeti biz kendimize de uyarlayabiliriz. ‘Bizden yüz çevrilirse’ ifadesi bizim için de demek? Şimdi dünyada hakim olan, dünyayı saran bir medeniyet, bir anlayış var, -belki geçmişte de vardı-, neredeyse İslam’ın imanî prensiplerine, itikat esaslarının tümüne yüz çevriliyor. Uygulamaya gelince de öyle. Bazı davranışlar her ne kadar insaniyete uygun olarak yapılıyorsa da -ki güzel bir tercihtir bu, insaniyete aykırı tercihler insanı canavarlaştırır, insanın kokuşmuşluğuna delil olur-, bu uygulama, arkaplanı itibariyle iman esaslarına uygun olmazsa, insanın varlık amacı olan Yaratıcıya ubudiyet vesilesi niteliği taşımaz. Aynı davranış ilkinde sıradan bir davranış iken, Resulün getirdiği Kur’anî mesaja uygun olarak yapılırsa, bu defa ubudiyet olur ki, sünnet olarak tanımlanan davranışların temelini oluşturur…”.

“Konuşurken, ‘Kur’an’a tabi olalım’ diyoruz da, biz Kur’an’ı Resul’ün elinden aldığımız için Resul’ün risalet görevinin kıymetini de bilmek lazım. Her ne ise… Günümüz itibariyle davranışları bu arkaplanı ile dikkate almak ciddi anlamda zayıfladığı gibi, çoğu kimse tarafından da yadırganıyor. İnsanî duygularımızı kullanarak yapmış olduğumuz tercihlerimizin imanî boyutunu ihmal ederek, yalnızca yapılan işin bizzat kendisinin bize doğru görünüp görünmediğine dikkat etmek, Resul’ün bize ulaştırdığı hakikatleri terk etmek anlamına gelmez mi? Basit bir misal olarak, insanlara yardım etmek, malî destek sağlamak, sadaka vermek hümanist duygularla yapılan güzel bir davranış olabilir ama sünnet, yani Resul’ün bize ulaştırdığı ilahî mesaj değildir…”.

“Sünnet nedir? Şu: İnsanlara yardım edeceksin, sadaka vereceksin ama nihayetinde bunu kendine mal etmeyeceksin. İşte sünnet bu anlayışa ulaşmaktır. ‘Verdiğim şey gerçekte benim olan değil, bana verilmiş olandır’ diyebilmektir. ‘Ben bana verilenden veriyorum’ diyeceksin, diyeceğiz. Böylece hem gerçekte Vereni hatırlayacağız hem de aynı zamanda verme işini Yaratıcımızın verdiği bir güzellik olarak düşüneceğiz, Ona hamd edeceğiz. ‘Bana imkan verdin, bir de paylaşmak gibi böyle güzel bir duygu verip bu duyguyu doğru şekilde kullanma tercihi verdin, memnunum, teşekkür ediyorum’ diyecek hale gelebilecek bir anlayışa ulaşabilmektir sünnet…”.

Mesela Kur’an’ın en temel mesajı olan ‘Lâ ilâhe illallah’ imanına ulaşmak en önemli sünnettir, sünnet-i Resulullah’tır. Mesela, ahirete iman sünnet-i Resulullah’tır. Mesela, meleklerin her yerde Allah’ın emrini icra etmekte olduklarına iman etmek sünnet-i Resulullah’tır.

Müzakere bundan sonra sünnetin tanımına ilişkin değerlendirmelerle şöyle devam etti: “Sünnet-hadis farkını sık sık tekrarlıyoruz. Hadis, sünnetin anlaşılmasına vesile olan belgelerdir, nakillerdir. Sünnet hem o nakillerin hem de esasen Kur’an’ın ‘görevli’ bir insan örnekliğinde, evrensel çapta anlaşılıp yaşanmasıdır. Mesela Kur’an’ın en temel mesajı olan ‘Lâ ilâhe illallah’ imanına ulaşmak en önemli sünnettir, sünnet-i Resulullah’tır. Mesela, ahirete iman sünnet-i Resulullah’tır. Mesela, meleklerin her yerde Allah’ın emrini icra etmekte olduklarına iman etmek sünnet-i Resulullah’tır…”.

“Bid’a veya bid’at nedir ya? Sünnetin tam karşısında yer alan inanç, anlayış ve davranışlardır. Bid’atı sadece dinî ritüellerin yerine getirilmesinde Rasulullah’tan yapılan nakillere uymayan davranışlarla sınırlamamak lazım, -ki bu, davranışları da muhakkak içerir-; ama bid’at itikat başta olmak üzere bütün alanları içine alır. Fakat ne yazık ki bizim kültürümüzde bu kavram daha çok davranış alanıyla sınırlandırılıyor. Deniyor ki, ‘bid’at, dinin içerisine dinden olmayan ve sonradan sokulmuş olan elemanlardır’. Mesela namazı, kimsenin bilmediği, görmediği, İslam şeriatına uygun olmayan şekilde kılarsanız, bu bid’attır; mescit yapar bir de yanına minare dikerseniz, bu bid’attır, Sonra da, ‘şunlar güzel bid’attır, şunlar kötü bid’attır’, diye tasniflere girersiniz. Oysa en büyük bid’at dinin içine yahut hayatın içine, Kur’an’ın getirdiği itikadî mesaja uygun olmayan elemanlar sokmaktır. Sonra bütün tutum ve davranışlarımıza, Allah ile her türlü münasebetlerimize, sünnet ile önümüze konulan rehberliğin dışındaki anlayış ve davranış biçimlerini sokmaktır…”.

Huzur nerededir? Huzur, kulun kendisini Rabbinin huzurunda bilmesindedir. Çünkü Rab Mutlak olandır, fakat ben mahluk ve sınırlı olanım. O, zaten zaman ve mekandan münezzehtir, benim görevim kendimi Onun huzuruna taşımamdır.

Müzakere şu değerlendirmelerle tamamlandı: “Sünnet, müminin Rabbi ile olan bütün ilişkilerinde, Onun gönderdiği Kur’anî mesajları yine Onun görevlendirdiği bir insanın anlayış ve yaşayışı örnekliğinde, huzur duyarak yaşama keyfiyetidir. Burada ‘huzur’ ile kast ettiğim, Allah’ın her yerde hâzır ve nâzır olduğu ifade edilirken kullanılan ‘huzur’ değildir. Bu ayrı bir konudur ve herkes kainatın Yaratıcısının mekandan münezzeh olduğunu bilir. Burada esas bilinmesi gereken; hayatımı, Yaratıcım ile olan her çeşit münasebetimi, Peygamber’in rehberliğinde yani sünnet içinde ‘abd-Mabud ilişkisi’ içinde, benim kendimi Yaratıcımın huzurunda, Onun ile başbaşa olduğumu hissederek yaşama bilincidir. Diğer taraftan huzur, yalnızca “abd-Mabud” ilişkisinde de değildir. Peki nerededir? Abdin kendisini Rabbinin huzurunda bilmesindedir. Çünkü Rab Mutlak olandır, fakat ben mahluk ve sınırlı olanım. O, zaten zaman ve mekandan münezzehtir, benim görevim kendimi Onun huzuruna taşımamdır. İşte asıl huzur budur! Bu hem Türkçedeki anlamı ile bana huzur verir, yani beni huzurlu, mutlu kılar hem de Hâlıkımın güvencesi altında bana yaşama, devamlı Onunla olma tasavvuru kazandırır. Bu yüzden dar anlamıyla dinde, geniş anlamıyla hayatta, -zira din hayattır-, Resul’e iman ve sünnetine uymak zaruridir. Diğer bir ifadeyle Resulullah’sız bir din, mümin için mümkün değildir. Biraz daha vurgulayalım: ‘Canım ben Kur’an’ı anlayıp yaşıyorum’ diyemem. Resulullah’ı hesaba katmadan yaşayacak olursam ben Kur’an’ı kendime göre yaşamış olurum. Oysa insan kendi doğrularını sorgulayamaz. Ben bunu kendimden tecrübe ediyorum. Bir şeyi ‘doğru’ diye kabul etmişsem, o kemikleşiyor. Kur’an’ı da Resul’ün rehberliği yani sünnetine uyma gayretine girmeden yaşamaya çalışırsam onu kendime, kendi doğrularıma uydurmuş olurum. Bu yüzden Kur’an, ‘Resul’e uyun, ittiba edin’ diye ders veriyor, ‘Allah’a ittiba edin’ demez Kur’an. Çünkü Allah’a ittiba mümkün değildir, Allah’a yalnızca itaat emredilir. Fakat Kur’an devamlı Resul’e hem itaat ve hem de tabi olmayı, yani uymayı emreder”.

Başka bir müzakereci, sünnetin “dinin inanç, ibadet ve ahlak alanında Peygamber’in örnek rehberliğine uygun anlayış ve yaşayış içinde olmak”, bid’atin de bahsi geçen alanlarda “sünnetin karşısındaki inanç anlayış ve davranışlar olduğu”ndan hareketle şunu ifade etti: “Sünnet ve bidat tanımları bana çok esaslı ve ufuk açıcı geldi. Sünneti hayatın ‘âdâb’ diye tabir olunan alanıyla sınırlamak, bid’atı da bu alandaki sünnet dışı davranışlar olarak tanımlamak, elbette yanlış olmamakla beraber çok dar bir anlayıştır. Müzakerede dile getirilen tanımlar üzerinden somutlaştırmak gerekirse, mesela itikadî alanda felsefi pozitivizm, darwinizm, Freud’çu psikanalizm gibi bütün inkarcı anlayışlar; amelî alanda sekülerist ve deist hayat tarzları çağımızın en büyük bid’atleri olarak anlaşılıyor, diye düşündüm”.

Müzakerelerde sünnetullah ve sünnet-i Resul kavramları, sünnetin kapsam ve alanı, yeme-içme âdâbı gibi günlük hayattaki sünnete uygun davranışların Şâri’yi (hayatımızı düzenleyen kuralları, resuller aracılığı ile bize bildiren Yaratıcımızı) hatırlatması sebebiyle nasıl değer kazandığı gibi konulara ilişkin de çok önemli tefekkürler paylaşıldı. Ben kendi adıma, her zaman olduğu gibi, bu derslerin planlanmasından gerçekleşmesine kadar payı olan herkese teşekkür ettim ve ediyorum. Allah razı olsun.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın