Kur'an Okumaları Usûle Dair

Fatiha Suresini Kâinat Şahitliğinde Okuyorum-5

Fatiha Suresini Kâinat Şahitliğinde Okuyorum-5 | Ha-Mim

Özet: Her şey, kendilerine varlık verenin, yani “Allah’ın” adıyla var olur. Yani, O dilemedikçe hiçbir şey var olamaz. Nerden biliyoruz? Çünkü bu evrendeki hiçbir şeyin kendi kendine var olduğunu gösteremiyoruz. Yani hiçbir şey burada bir şeye varlık verecek nitelikte değildir (‘la ilahe’). Kendimize bakalım. Kendi kendimizi mi yaşlandırıyoruz? Hayır. Peki ya bedenimizdeki hücreler mi yaşlanmaya neden oluyor? Böyle bir imkânları mı var, yoksa kâinat düzenine varlık verenin İradesine mi boyun eğiyorlar? Buradaki hiçbir şey, başka bir şeyin varlık kaynağı değildir. Kâinattaki varlıkları gözlemledikçe onlarda tezahür eden çeşitli özellikleri görürüz. Varlıklarda yansıyan bu özellikler onları Yaratana aittir. Bütün bilimler yaratılıştaki bu özellikleri farklı açılardan inceler. Bilim, bizim “düzen” diye adlandırdığımız bu evrenin yaratılış biçimine uymadan ve ondan faydalanmadan herhangi bir şeyi inceleyebilir ve faydalı bir sonuca ulaşabilir mi? Hayır. Çalışılan her şey bu evrendeki düzen dahilindedir. Her şeyde belirli özellikler ve kurallar vardır. Bunlar rastgele veya keyfi olsaydı bilim diye bir kavram olamazdı. Çünkü bilim, belirli kurallar ve düzeni keşfetme işidir. Kâinattaki her şey bir düzen içinde ve mükemmel bir şekilde ayarlanmıştır. Her şey bu düzene tabidir. Her nitelik, Yaratıcısının özelliklerinin bir yansımasıdır, çünkü varlıklar niteliklerinin Varlık Kaynağı olamaz. Örneğin, bedenimdeki atomlar benim insani özelliklerimin Varlık Kaynağı olamaz. “Allah’ın adıyla” demek kısaca bunları ifade etmek demektir.

Rahman ve Rahim isimlerinin anlamları benzer görünür ancak hayata uygulama bakımından aralarında önemli farklar vardır. Rahman ismi, yaratılış ve ondaki düzende Rahmetle tezahür eder. Yani yaratmadaki düzene uyan, Rahmete kavuşur. Bu kâinatta her ne varsa Yaratanın Rahmetinden ötürü vardır çünkü hiçbir varlık var edilmek zorunda değil. Bilinçli insanlar beni yaratan bana şu özelliği vermek zorundadır diyemez, Onu mecbur bırakamaz. Ancak kendisine verilenlerin ne kadar hikmetli, anlamlı olduğunu takdir eder ve teşekkür ederek kullanır. Eğer kendisine verilen geliştirilmeye müsait olanları ise evrenin düzenine uyarak geliştirmeye çalışır. Çünkü belirli bir özelliğe sahip olmak için yaratılıştaki düzene uymak zorundasınız. Burada yaratılıştaki düzene uymaktan başka bir şey yapamıyoruz. Yaratılıştaki düzene uyduğumuz zaman Rahmet bize gelir.

Rahîm, insan şuurunun yaratılışı nasıl algıladığı ile ilgilidir. Yaratmadaki Mutlak var etme ve ebedi var olmayı idrak eden bir insan için yaratılıştaki merhametin Kaynağı Rahim olur. Rahim daha ileri bir merhamet seviyesini ifade eder. Rahim isminin tecellisi, matematikte bir sayı ile sonsuzun toplamının sonsuz olmasına benzer. Rahmanın eseri olan merhameti biz buradayken deneyimliyoruz ve her şey kendi varlığında merhametten nasibini alıyor. Ama insan bilinci, bu yaratılışın Mutlak bir Kaynaktan geldiğini idrak ettiğinde durum değişir. Burada geçici olarak tecrübe edilen tüm özelliklerin, yaratılışla sınırlı olmayan ve kâinat türünden olmayan bir Mutlak Ebedi Kaynaktan geldiği anlaşılırsa bu Kaynağın, kendi varlığını bir şeyin var etmesine muhtaç olmayan olmasının zorunluluğunu anlar. Evren cinsinden olmadığı için hayal edilmesi bile imkânsız olan Var Edicinin sonsuzluğunu idrak etmek mümkün değildir. İnsan ancak mantıki olarak ulaştığı bu sonucu onaylar ve Onun zaman ve mekân sınırlamasının tamamen dışında bir varlığı olması gerektiğini onayladığı zaman O, Ebedi olmalıdır, der. “Allah u Ekber,” Allah bu yaratılış şekline yani evrene ait hiçbir sıfat veya özellikle tarif edilemez demektir.

1:2. “Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah’adır.”

Burada gözlemlediğimiz tüm varlıklar ve onlardaki özellikler, varlıkları itibariyle övgüye değerdir. Örneğin, bir kanser hücresi. Bir kanser hücresinin övülecek nesi var diyebiliriz? Hücrenin varlığındaki her şey övgüye değerdir ama hiç kimse onu kendinde istemez bu çok insani bir tavırdır. Aynı şekilde, ateş varlığında mükemmeldir ama hiç kimse içinde yanmak istemez. Ateşi sadece yemek pişirmek veya ısınmak gibi ihtiyaçlar için kullanmak isteriz.

Hamd sadece Allah’a mahsustur, yani yaratılmış varlıklarda gözlemlediğimiz bütün özellikleri, tüm kâinatın Rabbi olan Allah’a atfedebiliriz demektir. Varlığı başka bir şeye atfetmenin başka bir yolu var mı? Evrendeki başka bir şey ona varlık verdiği için bir şeyin var olduğunu söyleyebilir misiniz? Bunu iddia etmek imkansızdır. Ateist fikirleri savunan veya destekleyen insanlar, sadece bu evrenle anlayışlarını sınırladıkları için buna cevap vermez ve bu nedenle “varlık kaynağı” hakkında konuşmak istemezler. Önyargıları nedeniyle, evrene bu evren türünden olmayan, varlığı kendinden olan ve varlığını kendisi sürdürebilen bir varlık tarafından varlık verilmiş olabileceği ihtimalini hiç düşünmezler. Yaratıcı, var olmak için başka bir nedene ihtiyacı olmayan ve varlığı “bizatihi” yani kendine ait olan demektir. Evrende kendi kendine yeten ya da kendi kendine var olan “varlığı kendinden” olan, yani var edilmeye muhtaç olmayan bir şey olduğunu hiç kimse gösteremez çünkü her şey evrendeki düzene tabidir ve bu düzenin dışına çıkamazlar ve zaten başka seçenekleri de yoktur. Öyleyse nasıl kendi kendine var olabilirler? Bir düşünelim! Eğer bir şey kendi kendine varsa, iradesinin sınırı olmamalı, kendi kendine var olabilmeli (kayyum), var olmak için bir şeye ihtiyaç duymamalı ve var edebilmelidir. Evrende tecelli ettiğini gördüğümüz tüm özellikler ancak “Mutlak Varlık” olana atfedilebildiğine göre, övülecek tek varlık O’dur; eşyanın kendisi değildir övgüye layık olan. Burada hiçbir şey kendi kendine var olmuyor. Bedenimizin atomları ve molekülleri dahil her şey, evrenin düzenine tabidir. Yani evrenin düzenini var edenin İradesine tabidir; O var ederse var olur, var etmezse var olamaz.

1:3. “O, Rahman ve Rahimdir.”

Rahman tüm kâinata dünya şartlarında yansıyan merhameti ifade ederken Rahim bu merhametin ebedi olma cihetine işaret eder.

Varlık Kaynağının Mutlak olduğunun farkına vararak varlığımızı Ona bağlandığımızda, varlığımızın bir Mutlak Kaynağa ait olduğunu anlarız. Bu bilinç ve farkındalık, Ebedi Olan bize varlık vermek istediği sürece varlığımızın Ebedi olacağı güvenini verir. Madem O’na aitiz akıbetimiz için neden endişe duyalım ki? Yani ölüm korkulacak bir şey değildir. Ebedi Merhametli olarak tercüme edilen “Rahim” sıfatı, Rahmeti sınırsız olarak alacağınız anlamına gelir. Bu kâinatla muhatap olan insanlar, onunla muhatap oldukları ve ondan istifade ettikleri müddetçe Rahmet alırlar. Örneğin, bana Rahmet eseri olarak bedava yemek veriliyor ama ben öldüğümde hepsi bitecek diye üzülmemem için bu Rahmet kaynağının Rahmetinin bana sonuz kadar rahmetle muamele etmesini anladığım zaman bütün endişelerimden kurtulurum. Rahman ile Rahim arasındaki fark budur. Rahman herkese merhametle muamele eder. Rahim ise sadece, Merhamet Kaynağının Mutlak Bir Olduğunun bilincinde olan, yani tecrübe ettikleri her türlü niteliğin varlığının kaynağını idrak etmek için gayret eden müminlere merhamet eder. Mesela, insan susuz bir haldeyken su içtikten sonra susuzluğu gitmiş hisseder. Su içerken susuzluğun giderilmesinin tadına varmak için mümin olmaya gerek yoktur. İnançsız bir insan da bu lezzeti alır. İnançsızlık, suyun ve susuzluğun Varlık Kaynağını tanımamak ve dikkate almamaktır. Kendi duygularını, suyu ve susuzluğu doğa olayları biçiminde algılamak ve su bulup içebildiği için çevreye uyum sağlayıp yaşamaya devam edebildiğini düşünmektir.

1:4. “O, din (hesap) gününün sahibidir.”

“Din” genellikle inanç olarak tercüme edilir ve Yaratıcıdan gelen bir yaşam tarzı veya rehberliği olarak anlaşılır.  Hesap (Kıyamet) Günü nedir? Bu sorunun yaygın cevabı, yeniden diriltilip varlıklara verdiğimiz manalar ve eylemlerimizden dolayı hesap vereceğimiz bir gündür.

Kendimize soralım: Yeniden diriltileceğimizi nasıl bilebiliriz? Diriltildikten sonra bir hesap gününün olacağını nereden bilebiliriz? Delilimiz nedir? Şaka mı bu? Çünkü burada bir dirilme ve hesap verme falan görmüyoruz. İstediğimizi yapmakta özgür gibiyiz.

Bu sorulara cevap verebilmek için inancımızı delillere dayandırmalıyız, yani temellendirmemiz gerekir. Din kavramını bu bağlamda anlamalıyız.

Bir alışveriş esnasında herhangi bir şey satın aldığımızda bunun için para ödememiz gerekir, yani bir şey satın aldığımızda borçlanırız. Bu anlamda “din” aslında borçla ilgili bir kavramdır. Çoğul şekli “düyun”dur. Osmanlı Türkçesinde “düyun-u umumi” tabiri devletin genel borçları anlamında kullanılırdı. Bize verilen bu hayat ve hayatımızı sürdürmeye vesile olan bütün varlıkları Var Edene teşekkür borcumuz vardır. Alışveriş sonunda nasıl borç ödeniyorsa dünya hayatı sonunda da bir hesap verme olmalıdır. Burada var edilen her şey belli bir düzene tabi olarak var ediliyor. Bunun şahitliğini yapmamız gerekir. Her an, her yerde, her işin sırasıyla eksiksiz yapılması bu düzeni Yaratanın gerçekten alacaklıya borcunu ödediğini gösterir. Örneğin, bir tohum eker ve onu sularsanız, bitki eninde sonunda büyüyecektir. Tohumu ve onun bakımını yapma bedelini öderseniz karşılığında size meyve verilir. Yani düzene uyarsanız her şey size eksiksiz biçimde ödenir ve mükemmellik veya düzene uyma seviyenize göre alışveriş tamamlanır. Bu alışveriş sistemi herkes için mükemmel biçimde işler. Hiç kimse ben düzene uydum ama karşılığını alamadım diyemez. Gelecekle ilgili belirsizlikler gibi istisnai durumlar dahi bu düzene tabidir.

Bir kişi eğer Yaratıcının mülkü olan şu evreni veya evrenin bir parçasını alıp da Yaratıcısına ait olduğunu söyleyerek O’na iade etmez de bu mesela “doğanın ürünüdür” derse, O’nun mülkünden çalmış demektir. Mülkün sahibine borçlanmıştır. Bu borcu bu dünyada özür dileyerek yani istiğfar ile geri ödemezse bu borcun ödettirileceği yere, Kur’an’ın ifadesiyle “Cehenneme” gider. Orada bu borç geri alınır ve bu kişi artık o çaldığı yaratığa hiçbir zaman ulaşamayacaktır. Cehennemin ebedi oluşunu böyle anlamak gerekir.  

Bu dünyada bizim için faydalı olan ve bizi memnun eden her ne tecrübe edersek, bunun kendi kendine var olamayacağı sonucuna ulaşırız. Bu, ancak kâinatın bütününü ve düzenini Var Eden tarafından var edilebilir. İşte bu şekilde, ‘Benim varlığım da O’na aittir.’ sonucuna varabiliriz. Varlık Kaynağımızın Ebedi Bir Olduğunu anlayıp kabul ettiğimiz anda hemen bize varlığımızda itminan duygusunu yaşama biçiminde bir ödeme yapılır. Rahim isminin doğru biçimde anlaşılmasıyla, varlığımızda güven hissederiz. Çünkü yaşanılan şeyin Varlık Kaynağını Ebedi Mutlak Bir olması gerektiğini anladık. Alacağımız bu alışverişin içindedir ve hemen bize ödenir. Özelliklerimizi düzenin gereklerine göre kullanarak düzenin Yaratıcısının İradesine itaat edersek, her zaman karşılığını alırız. Örneğin, bir portakal yiyorum ve yedikten sonra kaybolup gitti. Ama portakalı yerken ondaki özellikleri düşünerek onun bana Yaratan tarafından özel bir hediye olarak hazırlanıp gönderildiğini idrak ettiğim anda çok mutlu olurum. Portakalın tadını bu şekilde çıkardığınızda, bunun Yaratan’ın bir armağanı olduğunu anlarsınız. Hiç kimse ya da hiçbir şey, bütün insanlar bir araya gelse, bir portakal yapamaz! Portakalı elde etmek için herkes düzene uymak zorundadır. Kimse bir portakal yaratamaz. Portakalın, tüm evren ve ondaki düzenin Yaratıcısı tarafından bize bir armağan olduğunu fark ettiğimizde, evrenin bir parçası olduğumuzu hissederiz: ‘Ben de O’na aitim.’ deriz. Portakalın maddi varlığı ortadan kaybolsa da bilincimiz bir Mutlak Kaynağa ait olduğumuz sonucunu bize yapılan ödeme olarak hemen aldı. İnsan değerli bir varlıktır ve tüm kâinat ile ondaki düzenin Yaratıcısının bir eseridir. Kendisine verilen nimetlerin farkına varmak için emek vermek yani hür iradesini kullanmak karşılığında kendisine Ebedi lezzet alma mükafatı verilir. Yani insan için en önemli duygu olan emniyet, insanın varlığıyla kazanılabilir. Portakal maddeten kaybolup gittiyse de umutsuzluğa gerek yok çünkü Mutlak Ebedi Rahmet şimdi ve her zaman vardır. Portakalı her zaman yeniden yaratabilir. Bütün bir kâinatla beraber yeni portakalları da var ediyor. Portakal maddeten kaybolur ama Yaratanın Mutlak özellikleri kaybolmaz. Mutlak Kaynağı tanıyarak alışveriş yapmak insanın kendini emniyette hissetmesini sağlar. Portakal, insanın Varlık Kaynağının Mutlak olması gerektiğini öğrenmesine vesile olduğu için manen yok olmuyor. Bir insan inançlı olsa da olmasa da düzene uyarak portakal tohumu ekerse kendisine portakal verilir. Portakal ağacı dikip bakımını yapanların hepsi mümin olmayabilir ama bu bakım bedelini vermeleri karşılığında kendilerine evrenin düzeni içinde portakal meyvesi biçiminde ödeme yapılır. Ancak Mutlak Yaratıcıya iman edenler, portakal meyvesinin yanında bu ödemeyi yapanın Mutlak olduğu bilincine de ulaşarak Ebedi bir boyut kazanırlar. Tıpkı bir sayı ile sonsuzun toplamının sonsuz olması gibi bir portakalın özelliklerinden hareketle onu Var Edenin Mutlak Merhamet Sahibi olduğunu idrak edip sadece bu dünya şartlarında değil ebediyen merhamet ve mağfiret kazanacakları sonucuna ulaşırlar. Böylece Rahmet sıfatının yanında Rahim sıfatının yansımasına da şahitlik ederler. Bunun farkına varmayanlar ise an be an ölerek tamamen yokluğa yaklaştıklarını hissederler.

Bütün bu alışverişlerin ve hesapların Yapıcısı veya Sahibi kimdir? Kâinatın Yaratıcısı. Herhangi bir iş veya var etme anının Sahibidir. Hesap kesme budur. Aslında gündelik hayatta Hesap Günü’nü her an yaşıyoruz ve Yaratanın adaletine göre muamele görüyoruz. Ne zaman? Şimdi, şu anda var edildiğimiz ve varlıklarla münasebet kurduğumuz her an adalet tecelli ediyor. Nasıl? Yaptığımız işin kalitesine göre anında ücretimizi alıyoruz. Örneğin, bir portakalı yerken sadece lezzetine değil, onun varlık sahnesine gelmesine vesile olan sonsuz sebebin nasıl işe koşulduğunu fark ederek bunu Yapanın Merhamet ve Şefkatine şahitlik edersek o zaman yalnızca tadı ve gıdasını almakla kalmayız. Ruhumuza Mutlak Yaratıcının özelliklerini de tanıttığımız için portakalı tefekkürle yememiz ebedi bir boyut kazanır ve bilincimize yerleşir. Portakalda gördüğümüz tüm özellikler nedeniyle portakal, varlığımızın Bir Mutlaka ait olduğunu tasdik etmeye vesile olur. Bu farkındalık, insani beklentilerimizin Mutlak Olan tarafından karşılandığına delalet eder. Tefekkürün kuşatıcılığıyla orantılı biçimde insana, vicdanen rahatlama ve emniyete ulaşma biçiminde bir ücret ödenir. Böylece hesap verme de bu dünya şartlarında gerçekleşmiş olur. İnsan, insaniyetine iliştirilmiş özelliklerini yaratılış gayesi olan kâinat ve hayatın Sahibini tanımak ve tasdik etmek için ne derece kullanmış ve geliştirmişse öldüğü an kendisine o ölçüde hoş geldin muamelesi yapılır. Ölüm anında insanın insan tarafı olan ruh bedenden ayrılır. İnsanı insan yapan eti ve kemiği değildir. Bu hakikatin farkına varan bilinç veya ruh, insan tarafıdır. Ruh ve beden, sürekli halden hale geçirilerek değiştirilir. Ölüm geldiği an ise köklü bir değişim olur ve ruh bedenden tamamen ayrılır. Kâinattaki düzen böyle ve buna “ölüm” denir. İnsanın bedeni ya da hayvan tarafı Yaratanın Sonsuzluğunu anlamaz ama bilinç ya da insan tarafı bunu anlayabilir. İnsan, iradesi ve bilincini kullanarak bedenine ibadet ettirmek suretiyle Yaratanı tanıtır. Beden, toprak gibi kâinat türünden olduğu için oraya gömülür. Ama ruh veya bilinç Mutlak Varlığı tanır ve Ona döndürülür. Hayattayken bu bilinç ne düzeye getirilmişse o düzeyde, Mutlak Varlık Kaynağına hoş dönüşü olur. “Rablerine karşı sorumluluk bilinci duyanlar da öbek öbek cennete sevk edilirler. Nihayet kapıları zaten açık olan cennete vardıklarında oranın görevlileri onlara; – Selamün Aleyküm ne mutlu size, haydi şimdi sonsuza dek kalmak üzere buyurun cennete! derler.” (Kur’an, 39: 73)

Fatiha Suresini Kâinat Şahitliğinde Okuyorum-5 | Ha-Mim

Yaratıcıyla iletişim kurmak, bilinç üzerinden gerçekleşir. Bir portakalı yediğimizde ulaştığımız bilinç ve farkındalığa bedenimiz aracılık eder. Bilinç, bu duyguyu beden vasıtasıyla kazanır. Portakal, farklı bir fiziksel yapıdır. Portakalı Yapan, bizimle irtibat kuruyor. Örneğin, bir kâğıda bir şey yazıp arkadaşımıza uzatsak arkadaşımız kağıtla mı yoksa bizimle mi iletişim kurar? Biriyle konuşurken bedenden öte bilinç ile iletişim kurarız. Bilincimiz, konuştuğumuz kişinin bilinciyle iletişim kurar. Bunun bedenle alakası yoktur. Bedende farkındalık biçiminde tezahür eden şey bilinçtir. Bilinç nedir? Ruhumuz veya insani yönümüzdür. Kişiliğimiz, insani yönümüzdür. Bilinç nereden gelebilir? Atomlardan mı? Hayır. Atom, sadece bir çeşit maddedir ve bilinci yoktur. Atom nasıl var ediliyorsa o şekilde var olur. Kendi başına hareket edemez, evrendeki düzene tabi olmak üzere kendisine varlık verilmiştir. Bilinçaltı nedir? Önemli olan bu tür terimleri sınıflandırmak değildir. Varlıkları, görünen özelliklerine bakarak sınıflandırmaktan daha önemli olan şey, bu varlıkların ve onlardaki özelliklerin varlık kaynağının ne olduğunu araştırmak ve sorgulamaktır. Bedenimizde bize ait olmayan bir şeyin var olduğunu fark etmektir. Varlıklarda tecelli eden herhangi bir özellik örneğin, orantılılık ve ölçülülük gibi özellikler onlara ait olamaz, varlıkları Var Edene ait olmalıdır. Yine okuduğumuz bir kitabın satırlarından gelen anlamın varlık kaynağı kâğıt, mürekkep veya yazı değildir. Buradan aldığımız manaların kaynağı, kâğıt ve mürekkep türünden olmayan başka bir varlık, yani yazardır. Kitabı okuyarak ulaştığımız manalar üzerinden yazarla iletişim kurarız. Bu iletişimi kurabilmek için kitabın fiziki yapısına ihtiyaç duyarız. Fakat bu fiziki yapı, manaların varlık kaynağı değildir. Manaları kitaptan aldım deme hatasına düşmemeliyiz. Benzer biçimde, varlıklarda yansıyan özelliklerin varlık kaynağı atomlar veya zerreler olamaz. Tıpkı kitaptaki kâğıt ve mürekkep gibi sadece manayı yansıtırlar. Portakalın özelliklerinin varlık kaynağı da onun zerreleri değildir. Portakal, zerrelerin bilinçli seçimi ve iradesiyle var olamaz. Portakalın zerreleri ve evrendeki diğer tüm zerreler arasındaki ilişkiler, bütün zerreleri Var Edeni işaret eder. Bütün kâinatı ve ondaki düzeni Var Eden, portakalı var eder.  Yine bir bilgisayarın parçaları, onun varlık kaynağı değildir. Bilgisayarı yapan, bu parçalardan farklı türdeki bir varlık, yani mühendistir. Kâinat işte böyle, farklı türden bir Varlık Kaynağı tarafından var edilmiş ve edilmektedir. İman, bu kadar açık ve net mantıki temellere dayanır. Ancak bu düşünme şekli, insanı aklen ikna eder.       

Bilincimiz, ruhumuz veya insan tarafımız, varlıkların var edilişindeki anlamı tasdik ettiğinde ruhumuz evrende tezahür eden özelliklerin manası ile iletişim kurar. Evren her an, belli bir düzen içinde sürekli yenilenir. Kâinattaki her şey fani olduğu için ölüm anında ruhumuz, geçici meskeni olan bedenden alınır. Fani olmayan nedir? Yaratıcının Mutlak özellikleri fani değil, bakidir. Örneğin, bir bilgisayar bozulup çalışmazsa yani ölürse bilgisayarı yapan mühendisin özellikleri de ölür mü? Hayır, mühendisin özellikleri ölmez, kalır. Benzetmeler, bağlama uygun biçimde anlaşılmalıdır. Yani evrenin Yaratıcısının varlığı Mutlaktır, ancak mühendis Mutlak değil acizdir ve sadece yaratılıştaki düzeni kullanır. Evren ve düzeninin varlık Kaynağı ise Mutlak olmalıdır ki var edebilsin. Bilgisayar kırıldığında veya çöpe atılacak hale geldiğinde, mühendisin bilgisayar yapma bilgisi de çöpe atılmış olmaz. Benzer şekilde, öldüğümüz zaman ruhumuz yok olmaz. Evren sürekli değiştirilerek var ediliyorken Varlık Kaynağı yok olur mu? Hayır. Ruhumuz, Varlık Kaynağını tasdik edip tanıdığı an Onunla irtibat halindedir. Onu tanıyıp tasdik etmeyen insan manasızlık, kimsesizlik ve yalnızlık gibi insanın yüreğini yakan ve Kur’an’da “cehennem” diye tarif edilen sıkıntılı hali yaşar. Yaratıcısını tanıyıp tasdik eden insanın ruhu ise kendisini Mutlak Olana ait hissettiği için emniyet, huzur ve itminan halini, Kur’an’daki ifadesiyle “cenneti” yaşar.

Kur’an ölümü, yeni yapının gerçekleşmesi için eski yapının yıkımı olarak tanımlar ve her an öldüğümüzü ima eder. Çocukluğumuz gitti. Bazılarımız için gençlik ve orta yaşlılık da gitti. Varlığımızın başlangıcını bilmediğimiz için yarın ne olacağını da bilemeyiz. Yaratıldığımız sürece varız. Biz bağımlı varlıklarız ama bilincimiz, evrenin Yaratıcısı ile sürekli iletişim halindedir. Burada düzene uyarak yaptığımız tüm işlerin karşılığı insaniyetimize yani bilincimize yansıyacak biçimde bize anında verilir. Sonuçları burada alırız. Öldüğümüzde bedenimiz çürür ama bedende tecelli eden özelliklerin varlık Kaynağı kalır. Yediğimiz bir portakal önemli değil ama portakalda tezahür eden özellikler önemlidir. Bu dünyada öyle yaratılmışız ki, yazılı bir kitap olmadan yazarla iletişim kuramıyoruz. Bilincimizin yazarın bilinciyle iletişim kurduğunun farkındaysak, aynı bilincimizin portakalın Yaratıcısı ile de iletişim halinde olduğunu fark ederiz. Ruhen muhatap olduğumuz herhangi bir şeyin Yaratıcısı ile iletişim kurabilme seviyemiz ne ise bize verilen manevi karşılık veya ücretin düzeyi de o kadar olacaktır. Her insan, kâinat okuluna kayıtlı bir öğrencidir. Mana, arayış ve gayretine göre bir derece veya diploma alır. Varlıkların maddi yönüyle muhatap olurken şahitlik ettiğimiz özellikleri ne kadar çok kâinatın Varlık Kaynağına atfedersek o kadar çok karşılık alırız. Bu şekilde hiçbir anlamlandırma faaliyetine girmeyip Varlık Kaynağıyla iletişim kurmazsak o zaman “hiçlik” veya “Cehennem” diploması alırız. Ruhumuz eğitilmemiş ve hiçbir şeyin farkına varmamışız demektir. Sanki bir kitabı alıp rafa kaldırıp hiç okumamış gibi oluruz. Hiç okumazsak mana türünden bir karşılık alma hakkımız olur mu? Hayır, hiçbir şey alamayız. Bu durumda ölen bir kişinin, ölürken ruhunun kitapta yazan anlamla hiçbir ilgisi yoktur yani yazarla hiçbir iletişim kurmamış demektir. Ruh, bedene hizmet etmek için değil bedenin ötesindeki manayı almak için vardır. Ruh bu şekilde bilinçlenmezse mesela portakal yerken, sadece portakalın maddi kısmıyla iletişim kurar ve fakat onda tezahür eden özelliklerin anlamıyla irtibat kuramaz, o lezzetler bittiği anda elem ve sıkıntı yaşar, bu da geçti gitti, der. Bu sonuç, bir mahkemenin veya hesaplaşmanın neticesidir. İşte din günü bu anları ifade eder. Dinin esası, insanın Yaratıcısıyla iletişim kurarak ruhunu Yaratanın özelliklerini tanıyıp tasdik etmesi için eğitmesi ve karşılığında Cennet veya Cehennem duygusunu yaşamasıdır. Bir okula kaydolup verilen görevlerin hepsini yapmanın karşılığı tam yani 100 puanla mezun olmaktır. Ama görevleri kısmen yerine getirip 75 puan veya geçmeye yetecek kadar bir puanla da mezun olmak mümkündür. Yani yapılan çalışma ve gayrete karşılık bir mezuniyet derecesi verilir. Okula kaydolduğu halde derslere hiç gelmeyen, verilen hiçbir ödevi ve görevi yapmayan bir kişi diploma alamaz fakat başarısızlık tasdiknamesi alarak okuldan ayrılabilir. Benzer biçimde kâinatla etkileşim halindeyken ruhen ne kadar tekâmül ettiysek o derece karşılık buluruz. Gayret etmeyip tembellik edersek okuldan ayrılma vakti yani ecel gelir ve bir derece sahibi olamadan ayrılmış oluruz. Derslere devam etmeyip, sınavları geçmediğimiz halde okuldaki görevlilere sadece öğrenci olarak kayıtlı olduğumuzu gösteren kimliğimizi göstererek diploma talep edemeyiz. Zira bütün ders notlarının dökümü ve başarı ortalaması tasdik edilmeden diploma verilmez. Görevliler (Kur’an’ın anlamlı ifadesiyle “melekler”) bu kayıtları tutmakla mükelleftir. Benzer biçimde kâinat okulunun görevlileri Yaratıcının silinmez ve yıpranmaz kalemiyle her işimizin kaydını tutarken yalnızca ben Müslümanım deyip Cennet hayaliyle diploma alamayız. Sadece kendimizi kandırmış oluruz. Öyleyse ciddi öğrenciler gibi çalışıp gayret etmemiz şarttır. Kendimizi bu şekilde tembellikle zaman geçirmiş halde bulduysak bunu uyanmaya fırsat bilelim. Allah’a inanmak başlı başına önemli bir aşamadır ve kâinat okulundaki iman eğitimine kayıt yaptırmak gibidir ama yeterli değildir. Daha üst sınıflara geçebilmek için önümüzdeki dersleri yani varlıklarda tezahür eden özellikleri her fırsatta çalışmalıyız. Hayatta bulunduğumuz her an mümkün olduğunca, Yaratıcıyla irtibat halinde yaşamak derecesine ulaşmak için çaba göstermeliyiz. Aksi halde, sadece okula kayıt yaptırmış olmakla diploma almaya hak kazanamayız. Derslere devam etmemek, zamanla okuldan ve konulardan uzaklaşmak yani okulu bitirememekle neticelenir. Kâinattaki düzen bunu gerektiriyor. Hem ciddi olmamak ve hem de okulu başarıyla bitirmek bu düzene aykırıdır. Bedenen sınıfta bulunup zihnen derslere katılmazsak ruhen eğitim alamayız. Derse katılmak demek konunun manası üzerinden kitabın yazarı ile iletişim kurmak demektir. Kitabı temin etmek, elinde tutmak hatta sayfalarına göz gezdirmek de yazarla etkili bir iletişim kurabilmek için yeterli olmaz. Okuyucu, kitabın her satırını ciddiyetle ve tam odaklanarak okumalı, düşünmeli ve ulaştığı manaları yansıtmalı ki yazarla iletişim kurabilsin. Namaz gibi gündelik ibadetleri yapıp alkol ve domuz eti yemek gibi belli haramlardan uzak durmak, kâinat kitabının Yazarıyla iletişim kurmak için ancak birer araçtır. Bu ibadetler ve davranışlar ancak bilinçli biçimde Yaratıcıyla iletişim kurmak için yapılırsa değer kazanır. İman ile imanın amele dönüştürülmesi arasındaki fark budur. Kitabı temin etmek ondaki manaya ulaşmanın bir aşamasıdır. Mana ve kitabın kendisi tamamen farklı mahiyettedir. Kitabı almak demek manaya da ulaşmak demek değildir. Kitabı aldık diye ondaki tüm mesaja vakıf olduk diyemeyiz. Bunun için ciddiyetle okuyup düşünmemiz ve anladıklarımızı hayatımıza yansıtmamız gerekir. İnancımızı yaşamaya dikkat edip hayatımıza uyguladığımız oranda imanın namaz ve oruç gibi ibadetlere yansımasına da şahit oluruz.           

İnanç ve şuurla yaşamaya dikkat edelim bu duamıza, orucumuza ve diğer işlerimize de yansıyacaktır. Amel ve ibadetlerimiz ancak her şeyin Yaratıcısı ile kurduğumuz bilinçli iletişimimiz kadar değer kazanır. Kâinat kitabını okumaya çalışalım. Yani karşımıza çıkan her şeyi dikkatle inceleyerek onda tezahür eden manalara ulaşmaya çalışalım. Böylece bu farkındalık, kıldığımız namaza ve diğer ibadetlerimize de yansıyacaktır. Bu anlayışa ulaşmazsak yaptığımız ibadetler sadece kitap taşımak gibi manayla irtibatsız hareketler olarak kalır ve yazarla iletişim kurmamızı sağlamaz. Yazarla iletişim kurmak istiyorsak kitabı bilinçli olarak okumalıyız. Yaratan ile herhangi bir şekilde iletişim kurup mana türünden bir alışverişte bulunmazsak sadece kendimizi “mümin” sanarak avutmuş oluruz.

Bir şeyi öğrenmeye çalışarak anladığımızda hemen mana türünden karşılığını alırız. İşte bu, Hesap Günüdür. Yaratıcı bu hesap şekliyle demek istiyor ki, “Eğer benimle bilinçli olarak iletişim kurarsanız size Ebedi Varlığımın zevkini sürekli olarak yaşatacağım. O halde varlığınızın manasını ruhunuzla arayın ve emniyete ulaşın. Aksi takdirde, nefsinizi terbiye etmeden ve ruhunuza kendi varlık Kaynağını tanıtmadan cahil ve eğitimsiz kalırsınız.”

Allah’a inanmak insan için bir ihtiyaçtır, ancak tek başına hiçbir şey ifade etmez. Bu inancın hayata geçirilmesi ve canlı tutulması gerekir. Kendini Müslüman olarak tanımlamak, inkâr etmemekten başka bir şey değildir. Esas olan, insanın ruhuyla yaratılışta tezahür eden manalar arasında bilinçli bir ilişki kurabilmesidir. İnsani tarafımızla yaratılışta tezahür eden özellikler arasında anlamlı ilişkiler kurabilmek için iman eğitimine girmemiz gerekir. Üzülerek görüyoruz ki, bu eğitime giren insanlara pek rastlanmıyor.

Çoğumuz için sıradan gözüken, bir yaprağın düşmesi dahil, şahit olduğumuz her yaratma eylemini sorgulayarak ne anlama geldiğini ve bu düzenin nereden kaynaklandığını düşünmemiz lazım. Neden bazı şeyleri sevip bazılarını ise sevmiyoruz? Kâinat kitabının yazarıyla mana türünden iletişim kurmadan geçen her saniye boşa gidiyor. Zamanımızı boşa harcamamalıyız. Varlık Kaynağımızı aradığımız sürece dahil olduğumuz her mana alışverişinin karşılığı anında ve hakkıyla ödenir. Bugün, Hesap Günüdür.

*Islam From Within Youtube kanalında yayınlanan “Quran-Universe Parallel Reading: Chapter Fatiha– Part 5–06/29/17” başlıklı videonun transkriptinin çevirisidir.

Bölümler: 12 3 | 4 | 5 | 6 | 7 | 8

Yazar hakkında

Yunus Erkan

Yaratılışın dilinden anlayabilmek için daha çok şahitlik yapmam gerektiğine kanaat getirdim. O gün bugündür varlıklara sizi var eden nedir sorusunu yöneltiyorum. Her biri burada bulamazsın, Onu kendinin ve kâinatın ötesinde ara diyor. Aramaya devam ediyorum.

Yorum yazın