Ha-mim’in geçtiğimiz hafta sonu (26. 06. 2022) yapılan Lahikalar dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=ac5lZv0OTh0), bir Lahika mektubunun daha iyi anlaşılması için geçilen Hutbe-i Şamiye’nin Mukaddimesindeki, “Bu zamanda iki dehşetli hal var” tespiti etrafında, aşağıdaki paragraf okunup müzakere edildi.
“Sonra küre-i arzın âlemi göründü. O seyahat-ı hayâliyemde, dine itaat etmeyen felsefenin karanlıklı kavânin-i ilmiyeleri hayâlime dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha sür’atli hareketiyle yirmi beş bin sene mesâfeyi bir senede gezip devreden ve her vakit dağılmaya ve parçalanmaya müstaid ve içi zelzeleli, çok ihtiyar ve çok yaşlı küre-i arz içinde ve o dehşetli gemi üstünde kâinatın hadsiz boşluğunda seyahat eden bîçâre nev’-i insan vaziyeti, bana vahşetli bir karanlık içinde göründü. Başım döndü, gözüm karardı. Felsefenin gözlüğünü yere vurdum, kırdım. Birden Hikmet-i Kur’âniye ile ışıklanmış bir göz ile baktım, gördüm ki: Hâlık-ı Arz ve semâvâtın Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve (Rabbü’s-semâvâti Ve’l-ard) ve (Müsahhirü’ş-şemsi Ve’l-kamer) isimleri, Rahmet, Azamet, Rubûbiyet Burçlarında güneş gibi tulû ettiler. O karanlıklı, vahşetli, dehşetli âlemi öyle ışıklandırdılar ki, o hâlette benim îmânlı gözüme küre-i arz gâyet muntazam, musahhar, mükemmel, hoş, emniyetli, herkesin erzâkı içinde bir seyahat gemisi; ve tenezzüh ve keyf ve ticâret müheyyâ edilmiş ve zîruhları güneşin etrâfında, memleket-i Rabbâniyede gezdirmek ve yaz ve bahar ve güzün mahsulâtını rızık isteyenlere getirmek için bir gemi, bir tayyare, bir şimendifer hükmünde gördüm. Küre-i arznın zerrâtı adedince “Elhamdülillâhi alâ nimeti’l-îmân” dedim.”
Gerek metnin genel anlamda izahı gerekse bu vesile ile altı çizilen usûl açısından moderatör ve katılımcılar tarafından önemli tefekkürler paylaşıldı. Bunların tamamını ilgili kayda havale edip bir-ikisini aktarmak istiyorum. Moderatörün takdiminden sonra bir müzakereci söz alarak şunları söyledi: “Okunacak parçanın daha iyi anlaşılması için şöyle bir hususun dikkate alınması faydalı olur diye hissettim. O da şu: İnsanlar sevdikleri bir şeyle karşılaştıklarında onun varlık kaynağını sorgulamıyorlar, onları alıp hemen değerlendirmek istiyorlar, ‘hoşuma gidiyor, eyvallah’ diyorlar. Fakat sevmedikleri bir şeyle karşılaşınca hemen itham edecek bir kaynak arıyorlar.. İnsan hep şikayet etmek ister ya, öyle bir damarımız var. Biraz daha açmak gerekirse, Allah’ı tanımayan, Onun emirlerine kulak asmayan, dünyanın zevklerine odaklanan insanların çok açık şöyle bir çelişkileri var: Eğer sevmedikleri bir olay olursa Yaratıcıyı itham ediyorlar, ‘Allah bunu niye yarattı’ diyorlar, ‘hani O rahmet sahibi idi’ diyorlar. Yani sevmedikleri bir olay başlarına gelince Allah’ı akıllarına getiriyorlar, sonra itham ediyorlar sonra da inkar ediyorlar. Fakat sevdikleri bir olayla karşılaştıklarında hiç, ‘Allah ne kadar güzel imkanlar veriyor, O ne güzel yediriyor-içiriyor, beni burada ne güzel ağırlıyor’ demiyorlar. Hatta sorsanız, ‘hep böyle oluyor’ diyor, ‘kendi kendine oluyor’ diyor, ‘biz düzenledik, biz yaptık’ diyor, ‘evrendeki eksiklikleri teknoloji ile biz düzeltmeye çalışıyoruz’ diyorlar. Hep ‘biz, biz, biz ve diğer insanlar’ diyorlar.”
“Bu çelişki, bakıldığında, çok bariz bir çelişkidir. Görmemek için kör olmak gerekir. Bu çelişkiyi dikkate almadığımız zaman çok şeyi kaçırmış oluruz. Neden Risale-i Nur diğer pek çok esere göre daha etkilidir? Bu sorunun cevaplarından birisi Risale-i Nur’un insan duygularını gerçekçi olarak dikkate almış olmasıdır. Bugün dünyada insanların kanaatlerini okşayan görüşler yaygın. Din adına, hak adına konuşanların hepsinin etki alanı var, -inkar etmeyelim, Allah hepsinden razı olsun-, fakat Risale-i Nur’un daha özel bir yeri var etkili olmada. Bakın usûl olarak metin, ‘Gördüm ki Hâlık-ı arz ve semavatın Kadir, Alim, Rab, Allah ve Rabbü’s-semavati ve’l-arz olan… sahibi var’ diye Allah’ı nasıl isimlerinden yani özelliklerinden bahsederek temellendiriyor. ‘İşte bak, şu kainatın yaratılışında sonsuz bir ilim, sonsuz bir kudret, sonsuz bir rububiyet yani evirip-çevirerek yönetme var’, diyor. Biz kainattaki yaratılış, ilim, kudret ve rububiyeti görürsek elbette bu sıfatların gerektirdiği Hâlık, Alim, Kadir, Rab olan yaratıcıyı görürüz. ‘Bak yaratılışa, her şey bunun şahitleriyle dolu’, diyor. Şu andaki varlık aleminden yola çıkarak bizi Varlık Kaynağına ulaştırmak için Ona çekiyor. Ondan sonra diyecek ki işte, a) bu kainatı var eden, b) seni var eden, c) sendeki tatmin olma duygusunu var eden bu Kaynak. İşte kainatın tümünü yaratıp yöneten, tanzim eden bu Kaynaktır. Ve insana insanî duygularının ihtiyaçlarını ancak O Kaynak karşılayabilir.’ Çok ikna edici değil mi?”
“Risale-i Nur bu usûlle önce varlık kaynağını araştırmak suretiyle, onların varlık kaynağını, sonra bizim varlık kaynağımızı, sonra da bizim duygularımızın varlık kaynağını sorgulayarak ortaya koyuyor. Ardından bize bazı şeyleri sevmeyecek şekilde verilmiş olan duygularımızdan hareketle, ancak bize bu duyguları verenin bu duyguların tatminini sağlayacağını ifade ediyor. İki örnekle destekleyelim. Birisi mideyle ilgili olsun. Gözlemimize dayalı olarak diyoruz ki mideyi yaratan, midenin ihtiyacı olan yiyecekleri yaratacaktır. Bu fiziki bir örnek. Şu da hissi bir örnek: Ölümü sevmeme duygusunu, geçici olanları sevmeme duygusunu yaratan ona beka verecektir. Kaynak! İşte kaynağı tanıtmak üzere Risale-i Nur gerçekçi, insanların içinde yaşadığı maddi alemin şahitliği altında bir takdim yapıyor. Bu takdim ile insan ‘ben bütün ihtiyaçlarımı, beni bu ihtiyaçlarla var eden Yaratana yönelttiğim zaman, Onun da sonsuz olduğunu anlayınca tatmin olacağım’ diyor. Ana iskelet olarak Risale-i Nur’u insanlara böyle, şu dünyadaki tecrübelerinden kaynaklanarak; insanların tasavvur veya hayal veya gelenekten elde ettikleri bilgiler ile değil, bizzat yaşadıkları gerçeklerden kaynaklanarak muhatap olduklarını dikkate alacağız. O zaman metnin bize ne kadar isabetli bir yol gösterdiğini de anlayacağız.”
Daha sonra metinde geçen, “karanlıklı dünyanın aydınlatılması” mealindeki ifade bağlamında aynı müzakereci şunları dile getirdi: “Karanlıklı dünyayı anlamak çok zor bir şey değil. Şimdi bilim geleneğinde, -her bilim adamı öyle olmamakla beraber-, insan duyguları ile çelişen bir takdim yapılıyor. ‘Dünya nasılsa bir şekilde oluşmuş, şimdi biz de böyle bir dünyada yaşıyoruz’ diyorlar. Direkt olarak ‘evren kendi kendine var oldu’ diyen yok da, ‘Bunu var eden bir faktör var mı’ deyince ‘böyle bir faktör görmüyoruz bu dünyada işte, böyle oluşuyor, gelişiyor’ diyorlar. Kapalı bir şekilde insanların sorgulamalarının önünü kesmek için dikkatlerden kaçırıyorlar. Şimdi artık görüldüğü kadarıyla, daha çok peşin hükümlü ‘bilim adamı’ iddiasındakilerin teşviki ile duyguların varlığını bedenin bir parçası olan beynin faaliyetine indirgemeye çalışarak inkar etme eğilimi başladı. Çünkü anladılar ki açık-seçik ifade edilmiş materyalist anlayışın insanlar tarafından kabulü mümkün değil. Bu sefer insanın kendi varlığındaki insani özelliklerini inkara kalkışıyorlar. Düşünce beynin bir fonksiyonu diyorlar. Hisler çevreden, etraftan etkileşimle kazanılmış şeylerdir diyorlar. Şuur da beyin ile ilgili olmalıdır, diyorlar. Bu konuda bazı Batı üniversitelerinde fizik ve biyoloji alanında özel çalışmalar yapıyorlar. Bu faaliyetleri yapanlar çalışmalarını farklı düşünenleri gayet yukarıdan bir üslupla, küçümseyerek, alaycı bir dille ortaya koyuyorlar. Niçin? İnsanları aşağılık kompleksi içine düşürmek suretiyle savunmasız bırakmak istiyorlar.”
“Ama kim ne çalışırsa çalışsın, üslubu ne olursa olsun ‘insan gerçeği’ değiştirilebilir mi? Bu insanlar, insan vakıasını çiğneyip atabilirler mi? Atamazlar. Neden? İnsan olarak hepimizin yaşadığı bir gerçek var, bir gerçeklik var. Ben mutlu olmak istiyorum. Yok olup gitmek benim içim anlamsız. Evime alacağım, söz gelimi, patatesin bile çürüyenini almak istemiyorum. Bunlar benim her zaman yaşadığım duygularım. Benim bu duygularımla onların bana sunduğu varlık yorumu çelişiyor. Metinde ifade olunan ‘karanlık’ buradan çıkıyor. Benim duygularımla uyumlu olmayan hiçbir anlayış beni tatmin etmez, etmiyor. Hiçbir ‘bilimsel’ adı takılan ve Yaratıcı Kaynağı inkar ile başlayan peşin hükümlü anlayış tatmin etmez, etmiyor. Evet, insaniyetimle uyumlu olmayan yaklaşımlar artık ‘bilimsellik’ iddiasındaki gelenekle geliyor. Felsefeye gelince, felsefe bu işlerden belli oranda elini-eteğini çekti. Felsefe soru sorma sanatı haline geldi. İnkarcı felsefi düşünceler iflas etti. Materyalist bilimci anlayış da iflas edecek. Çünkü insan gerçeğine aykırı.”
“Bunlar bilimsel çalışmalara kaşı olduğumuz şeklinde yorumlanmamalıdır. Kainatın çalışmasına odaklanmak, kainatın nasıl yaratılıyor olduğunu araştırmak kadar insana yakışan bir şey yoktur. Zira insan bu suretle Yaratıcıyı daha iyi anlar, Onun özelliklerini daha bariz şekilde kavrar. Fakat bugünkü bilim çevreleri, -elbette istisnaları olmakla beraber-, kainatın çalışmasındaki harikalıktan hareketle çalıştıranın varlığını ve özelliklerini gündeme getirmiyorlar. ‘Bir Allah var’ diyen kendilerinin Allah’ın gönderdiği elçiler olduğunu söyleyenlerden başka kimse yok. Dolayısıyla onların getirdiği mesaja, -yani vahye-, bakacağım. Bu, kainatı çöpe atacağım anlamına gelmez. Ben kainat içinde var edilmişim, kainat da benim için var edilmiş. Yani ‘yer yüzünde halifeler olarak yaratıldınız’ deniyor. Burada, kainatta bedeni ihtiyaçlarınızı karşıladığınız gibi, onun varlık alemine getirilişinden yani mânâsının gösterdiği hakikatten de insani duygularınızın ihtiyaçlarını karşılayacaksınız. Çünkü duygularınızın kainatın maddesiyle ve sınırıyla tatmin olması mümkün değil. Bedeni ihtiyaçlarınızın da bir sınırı var. En çok birkaç tabak yemek yersin de daha fazlasını yersen çıkarırsın. Ama yemeğin mânâsıyla yapmış olduğu ilanât yani ‘beni yaratan seni bilir, beni yaratan senin ihtiyacını görür, beni yaratan seni sever, beni yaratan şöyledir…’ diye yaptığı ilanat ile duygularını tatmin eder. Bunlar senin duygularına cevap olacaktır. Dolayısıyla bu duyguların sonsuz mutluluk istiyorsa, onların varlık Kaynağı olan ve sonsuz özelliklere sahip olduğuna kainatın şahitlik yaptığını gördüğümüz bir Yaratıcı senin ihtiyaçlarına cevap verecektir. İşte o zaman karanlık aydınlığa dönüşür. Yine bu suretle Yaratıcı ile baş başa olan, Yaratıcının getirdiği mesajı ulaştıranların (peygamberlerin) kıymeti ortaya çıkar. Ama bu mesajı kendi içinde mahkum etmemek, kainatın ve insan duygularının şahitliğinde çalışmak gerekiyor. Yoksa ‘mesaj böyle diyor’ demek insanın iradesi yokmuşçasına, sorgulaması yokmuşçasına taklide dayalı olarak takdim etmek demek olur ki bu doğru ve etkili bir usûl şekli değil artık. Onun için biz taklit ile değil, tahkik malzemesi kullanarak hem kendimize hem başkalarına muhatap olacağız.”
Derste, bu müzakereden ve gündeme gelen diğer müzakerelerden çok istifade etmiş olmakla beraber, “insan duygularına, duyguların kaynağına, ancak bu duyguları verenin bunların tatminini gerçekleştirebileceğine” dair vurgu, -benim kendi adıma-, en çok istifade ettiğim bir konu oldu. Allah razı olsun.