Yazıya hayalî bir muhatapla yaptığım konuşmayı aktararak başlayayım:
Bulunduğum yerde, tülün arkasından baktığımda yoğun bir “yağış” görüyorum. Önce, muhatabımın duyacağı şekilde,
-“Şu anda burada yağmur yağıyor!” diyorum ama hemen peşinden “estağfirullah” çekiyorum.
Muhatabım:
-“Neden ‘estağfirullah’ dedin ki?”
-“Çünkü ifadem hatalı oldu, ondan”.
Muhatabım, düzeltme yapıyor:
-“Evet, istiğfar etmekle haklısın, ‘şu anda burada yağmur yağdırılıyor’ demen gerekirdi”.
-“Hayır, ondan dolayı değil”.
Muhatabım bu sefer bir hadise gönderme yaptığımı düşünüyor:
-“Tamam, şimdi anladım, Resulullah’ın hadisini dikkate alarak, ‘her bir yağmur tanesini bir melek indiriyor’ demen gerekiyordu, haklısın”.
-“Yine anlamadın, sen hadisi lafzî olarak aktarıyorsun, mesele tam da bu hadisi doğru anlamakta” diyorum.
Muhatabım:
-“Her iyi niyetli düzeltmeme itiraz ediyorsun” diyor ve oradan uzaklaşıyor!
Evet, bu hadis her kelimesi hikmetli olan bir nakildir. Konuşan, Kur’an’ı öğretiyor. Kime? Bedeviye. Ne yapsın, hikmet gereği bedevinin anlayacağı seviyede konuşacak. Onu okur-yazar bile olmayan seviyeden kurtarıp kademe kademe bir eğitime tabi tutacak, sonra da Kur’an’a talebe olmaya hazırlayacak. Bu ortamda, bu düzeyde ancak hikmet gereği böyle konuşmak uygundur, belagattir!
Peki, bu hadisi anlamakta problem nerede? Şurada: “Bir melek var, yağmur damlasını taşıyor” deniyor. Doğru, peki, yağmur damlası ne yapıyor? Yağmur damlası nedir? Yağmur damlası kendi kendisine mi var oldu da melek onu indiriyor? Konunun daha başka yönleri de var, mesela, “düşme” ne demek, “damla” olmak ne demek vs.?
Unutmamak lazım. Kâinat, Mutlak Olan’ı tanıtıyor, “çok büyük, çok güçlü olan birisi”ni değil. Mutlak Olan’ı, her türlü zaman ve mekân kayıtlarından uzak olanı, her özelliği Sınırsız Olan’ı! Bu Kâinat “okumakla” bitecek bir şey değil, zannederim.
Varlık alemi nedir? Varlık alemi Esma-i İlahînin tecellisinden ibarettir. Yaratan’ın, varlık veren’in mutlak özelliklerinin tecellisinden başka bir şey değildir bu kâinat! Bu kâinatta tecellilerden bağımsız var olan bir zerre, bir hücre, bir parçacık göstermek mümkün müdür? Asla! Bu, tevhid anlayışının altına dinamit koyar!
Demek ki, yağmur damlası da bir “tecelli”ler bileşkesidir. Bu tecelli, Mutlak Olan’ın “rahmet”, “hikmet”, “adalet”, “irade”, “kudret” gibi esmasının yani özelliklerinin yansımış şeklinden, mahlûk olmuş hallerinden, şu fani, sınırlı alemde birer ilanat olmalarından başka bir şey değildir! Yoksa “bir tecelli var, bir de o tecellinin tecelli ettiği başka bir şey var” dersek çok problemli bir ifade kullanmış oluruz. O zaman düşünmek gerekir, tecelliden başka olan o şey nedir, nasıl var olmuştur? Böyle bir ifadeyle hem bu soruyu cevaplayamayız, hem de varlığı açıklayamayız. Mutlak Varlık dışında bir başka yaratıcı var ki, damlayı var eden odur, demeye gelen bir düşünceye kapı açarız. Bu anlayış da, Yaratıcının mutlak olması zorunluluğu ile çelişir. Birden fazla mutlak olduğunu kabul etmek insan aklı için mümkün değildir. Mutlak tek olur.
Tekrar yağmur olayına dönersek, ifademiz şöyle olabilir: “Şu anda burada rahmet, hikmet, kudret, ilim, irade… tecelli ediyor”. Yaygın halk diliyle konuşacak olursak, “…yağıyor, inzal oluyor”.
Evet, yağmur bir tecellidir. Biz bu tecelliyi değişik yönleriyle ele alabilir, ifade edebiliriz. Çünkü sınırlı yaratıklarız. Bizi böyle Yaratan ne demek istediğimizi anlar. Bir yönüyle ilk okulda (sebeplerin tesiri olmadığını vurgulamak üzere) “Yağdırılıyor” derim, doğru derim. Orta okulda, “Melekler damlaları taşıyor”, derim, doğru derim. Lisede, “Rahmet yağıyor” derim, doğru derim (Dikkat! bu aşamada “yağmak” da ayrı bir tecellidir). Üniversitede, “Rahmet, hikmet, ilim, irade … tecelli ediyor”, derim, doğru derim. Bunlar değişik kademelerde dile getirilen ifade biçimleridir.
Sözün özü, Kâinatın melekleri ölü, nasıl oldu da var olduğu belli olmayan bir kâinatı taşımıyor, bunu unutmamak gerekiyor! Herbir cüz’ü ile “küllî” bir tecelliyi taşıyor bu kâinat, yani bütün evren tecelliler bütünüdür. Her şey, her an diri olan, bütün halleriyle kendilerine varlık vereni ilan ediyorlar.
Kur’an’da birçok ayette “yerde ve gökte olanların Allah’ı tesbih ettiği” ifade ediliyor. Mesela, onlardan birisinde şöyle deniliyor:
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ وَالأَرْضُ وَمَن فِيهِنَّ وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ وَلَـكِن لاَّ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
“Yedi gök ve yer ile bunlarda olan kim varsa O’nu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin. Lâkin siz onların tesbihini anlamıyorsunuz. O ise hilim sahibidir ve çok bağışlayıcıdır” (17:44).
Burada bütün problem, وَلَـكِن لاَّ تَفْقَهُونَ yi “anlamazsınız veya anlayamazsınız” şeklinde yanlış tercüme etme hatasından kaynaklanıyor. Tembellik buradan besleniyor. Dikkat etmek lazım. “Dikkat etmediğiniz için anlamıyorsunuz” deniyor, aslında!
Ayetteki “kim” ile “hiçbir şey” vurgularına tekrar tekrar dikkat kesilmek gerekiyor. Kâinat akıllı, bilinçli bir yaratıklar, tecelliler bütünüdür. Kâinat da bir hayvandır, canlıdır.
Kâinat, Esma-i İlahî tecellilerinin bir enmüzeci, bir bileşkesidir. İstisnası olamaz. İstisnası var diyorsak veya kafamızda öyle tasavvur ediyorsak, tecelliden başka bağımsız bir varlıktan bahsediyoruz, demektir. Yanlıştır, Yaratıcının Mutlak olması zorunluluğuna aykırıdır, dikkatli olmak gerektir!
Bölümler: Önsöz | 1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7 | 8 | 9 | 10 | 11 | 12