Melek bahsi serisinde 12 yazı yer alıyor. Bu yazılar temelde, “melek kavramını varlık aleminde nereye oturtacağız” sorusunun cevabı etrafında gelişmiştir. Eğer bu soruya, genellikle ifade edildiği üzere, “bir kâinat var ve bir de ayrıca melekler var” şeklinde cevap verilirse, bu iddianın, şu dünya şartlarında ispatlanması mümkün değildir. Çünkü kâinatın dışına çıkamıyoruz ki ispatlayabilelim. Onun için insanlara, “Neden meleklere inanıyorsunuz” diye sorulduğunda cevap şu oluyor: “Kur’an öyle diyor”. Oysa bu anlayış, Kur’an’ın kendisinin bize gösterdiği delilleri değerlendirmeksizin ulaşılan bir sonuç olarak görünüyor! Zira Kur’an varlık aleminin dışında bir “melek” kavramından söz etmiyor!
Kur’an’a baktığımızda şu iki ifade türünün birbiriyle kesiştiğini, örtüştüğünü görüyoruz. Birisi, “bütün kâinat Allah’ı tesbih eder”, diğeri “melekler Allah’ı tesbih eder” şeklindeki ifadeler. Mesela, bir ayette,
“Yedi gök ve yer ile bunlarda olan kim varsa Onu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin. Lâkin siz onların tesbihini anlamıyorsunuz (tam inceliklerine inemiyorsunuz). O ise hilim sahibidir ve çok bağışlayıcıdır” (17:44) deniliyor.
Başka bir ayette,
“Gök gürültüsü Allah’ı hamd ile tesbih eder, melekler de Onun heybetinden dolayı tesbih ederler (13:13) ifadesi var.
Bir başka ayette de
“Göklerde ve yerde bulunan tüm hareket eden yaratıklar ve melekler Allah’a secde ederler ve büyüklük taslamazlar. Onlar, üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve kendilerine ne emredilirse onu yaparlar” (16:49-50) denilerek, okuyucu, kâinat ile melekleri aynı vazife başında görmeye davet ediliyor.
Görüldüğü gibi bu ayetler çok açık olarak işaret edilen örtüşmeye dikkat çekiyor.
Mesela, meali verilen son ayette, meleklerin “kendilerine ne emredilirse bunları yapan ve asla isyan etmeyen” varlıklar olarak zikredilmesi, bizi “emir” kavramına götürüyor. Kâinatta biz “emri” görmüyoruz fakat kâinatın bir “emir” neticesinde yani fizikî bir araç gerekmeksizin, yalnızca bir Mutlak İrade’nin yansıması sonucunda var edildiğini anlıyoruz. Tıpkı güneşin ışığının yansımasını görmek gibi. Bu yansımada fotonlar araç değil “güneşin özelliklerinin yansıma şeklidir”; zira yansıma olmasa foton olmaz. “Mutlaklığının” zorunluluğunu kâinatı gözlemleyerek onayladığımız Yaratıcı’nın da özelliklerinin, bizim gözlemleyebileceğimiz sınırlı ve geçici bu dünyada yansımasını (tecellisini), bu örnekteki günesin yaratılışına bakarak temsilen anlayabiliriz. İşte yaratılıştaki emrin tecellisini de biz kâinattaki yaratılışın taşıdığı “manadan” çıkartıyoruz. Demek ki bu mana bize emrin göstergesi, işareti, temsilcisi olarak sunuluyor. Güneş örneğindeki fotonlar nasıl günesin ışığının yansımasını bizim gözlemleyebileceğimiz şekilde bize taşıyorlarsa, Yaratıcının da özelliklerinin yansımasını bize ulaştıran, temsil eden ve ilan eden yaratıklar olmalı, diyoruz. Eğer emri alıp uygulayan bir yaratık varsa ve vahiy de bu yaratığa “melek” adını veriyorsa, “evrenin varoluşunda gördüğümüz bu manayı taşıyanlar melektir” demek gerekiyor.
Kur’an referanslı düşünmeyi şimdilik bir tarafa bıraksak bile, eğer melek diye bir kavram olmazsa kâinatta yansıyan mananın bize nasıl ulaştığını izah edemeyiz. Çünkü eğer bir şey bize ulaşıyorsa, bunu kâinat şartlarında ulaştıran taşıyıcı da var olmalıdır, diyoruz. Sesi, hava; enerjiyi elektromanyetik dalgalar taşıyorlarsa, peki, mananın bize ulaşmasında taşıyıcılar nelerdir, diye sormak zorunludur. İşte manayı bize taşıyan bu aracılar vahiy dilinde “kendilerine verilen vazifeyi aynen uygulayan yaratıklar” şeklinde de tasvir edilen “melekler”dir.
Dikkat edersek anlarız ki, “mülk”, “melekût”, “melik” ve “melek” kavramlarının hepsi Kur’anî kelimeler olup “M-L-K kökünden türemiştir. Demek ki, mülk (kâinat) ile melekût (mana) ve melek (mana uygulayıcıları, insanlara ulaştırıcıları, temsilcileri – Kur’an diliyle “tesbihçileri, ilanatçıları”) aynı kâinatın varoluş hamurunda yani mülk aleminde kaynaşmış vaziyettedir! Aradığımız anlamlılığın kâinattaki tezahürüne şahit olma çabamızda, biz insanlar nerede duruyorsak, yani bizim bakış açımıza bağlı olarak, kâinatın “melek” kavramının gerçekliğine yaptığı şahitliği görüyoruz. Yani, insaniyetimizin muhtaç olduğu anlamlılığın mülk alemindeki tezahürüne şahit olma çabamız, biz insanları, hangi düzeyde bir varlık alemi anlayışına sahip isek, o anlayışımıza göre bir melek kavramına ulaştırır.1Bir bakış açısıyla, “kâinatın melekût ciheti” deriz. Diğer yönüyle, “melekût cihetini temsil edenler” deriz. Bir başka yönüyle “eşyadaki anlamlılığın kendisi” deriz. Diğer bir açıya göre, “anlamlılığı bana ulaştıran araçlar (taşıyıcılar)” deriz. “Kâinattaki anlamlılığı ilan edenler” sonucuna ulaşmak da mümkün. Kur’anî ifadeyi kullananlar, “kâinatın varlık alemine gelişi bir tür fiil cinsinden konuşma şeklinde yansıyor. Kâinatın bu konuşmasını Yaratıcının özelliklerini ilana, yani tesbihe çeviren yaratıklar” derse yine itiraz edilmez. Bir diğeri, “Yaratıcıdan emir alanlar” der. Bir başkası, “emri alıp uygulayıcılar” der. Hatta şöyle bir sonuca ulaşmak da mümkün: “Meleklerin iki vechesi var. Melekler Mutlak Yaratıcının iradesini bir emir olarak alan yönü, bir de o emri bu mülk alemine dönüştüren yönü aynı zamanda kendilerinde bulunduran varlıklar”. Diğer bir bakış açısı ise, “kainat dediğin şey kendisi bir melekmiş” dedirtir. Bu tanımlara bir son vermek mümkün değildir. Çünkü insan kapasitesine son vermek mümkün değildir. Kainat bize bizim bakış açımızdan konuşur. Kâinatın Yaratıcısı bize “melek” diye adlandırdığı mahlukatı bu şekilde tanıtıyor!
Zaten bu serideki yazılarda, sıklıkla tekrar ettiğimiz kâinatın anlamlılığı ile”anlam” diye bir kavramın var olduğunu ifade ediyor ve fakat fiziksel olarak “anlam”ın varlığını müşahede edemeyip, ancak insanî duygularımızla varlığından emin olduğumuzu söylüyoruz. Nasıl ki, bu kâinat bir Var Edicisi’nin olmasının zorunluluğunu, insanlara varoluş biçimiyle bildiriyorsa, meleklerin var olduğunu da kâinatın varoluş biçiminden anlıyoruz. Böylece gerek Yaratıcının ve gerekse meleklerin varlıklarının zorunlu olarak onaylanması gerektiği sonucuna, fiziken şahit olduğumuzdan değil, insanî kapasitemizin bizi zorlaması ile ulaşıyoruz. Zaten biliyoruz ki, “iman” kelimesi fiziken varlığını gözlemlemememize rağmen, varlığından kesin emin olduğumuz varlıklar için kullanılır. Eğer fiziken gözlemleseydik “iman” değil, bilgisine sahip olma anlamında “bilgi” derdik. İmanın gayba olması, bu demektir.
Örneğin, ben elime bir kalem alıp size göstersem ve “Benim elimde bir kalem olduğuna inanıyor musunuz?” diye sorsam, cevabınız: “Görüyorum, biliyorum senin elinde bir kalem var” şeklinde olur, yani “İnanıyorum”, demezsiniz. Fakat masanın altında sizin göremeyeceğiniz şekilde, elimle bir şeyler yazıyor olsam ve sonra masanın altından kağıdı çıkarıp, “Bu yazıyı ben bir kalemle yazdım, inanıyor musun?” desem, siz de, “Evet, bu yazı bu kağıt üzerine bir kalemle yazılmıştır, buna inanıyorum, zira kalem ile yazılmasaydı bu kağıdın üzerinde yazı olmazdı” dersiniz.
Sıklıkla “bilgi iman değildir” veya “iman bilgi cinsinden değildir”, dememizin sebebi budur!
“Meleklere iman”ın aklen temellendirilmesi konusunda, tıpkı diğer “iman esaslarının” aklen temellendirilmesinde olduğu gibi takip ettiğimiz usulün özü şudur: Biz insanlar kâinata bakıyoruz ve anlıyoruz ki, bu eşya kendi kendine var olacak hiçbir özelliğe sahip değil. Fakat varlıklarının gerçekleşme şeklinden, bunların mutlaka bir Varlık Kaynağının olması ve bu Varlık Kaynağının da varlığı kendinden olan, sınırsız, mutlak özelliklere sahip olması gerektiğini anlıyoruz. Eğer varlık alemi, böyle mutlak bir Kaynak tarafından var ediliyor ise Mutlak’ın var etmesi malzemesiz, başka hiçbir şeye muhtaç olmadan, yalnızca varlığı dilemesi ile gerçekleşiyor olmalı, şeklinde bir sonuca ulaşıyoruz. Böyle bir Yaratıcı’nın insanlara bu kâinatı Var Eden olarak Kendisini tanıtması, onlara kâinatın anlamını nasıl kavramaları gerektiği konusunda da yardımcı olacak bir rehberlik yapması gerekiyor. Çünkü insan varlık aleminin kaynağının varlığın içinde olmaması gerektiğini anlıyor ve fakat kâinatın dışına çıkarak kâinatın içinde olmayan bir şeyi kavraması ve anlamlandırması mümkün olmuyor.
Kâinatın şahitliğinde, kâinatın Yaratıcısı’nın insanlara yaptığı rehberlik konuşması (vahiy, özelde Kur’an) ile haber verdiği imana dair konularını anlayıp, onaylayabilmek; bunların birbirleriyle kaynaşıp kaynaşmadıklarına dikkat etmek gerekir. Kullandığımız “Allah”, “melek”, “Allah’ın konuşması”, bu konuşmayı bize ileten “elçiler-resuller”, “kıyamet”, “öldükten sonra dirilme”, “kader” gibi terimler “inancı” ilgilendiren konulardır. Bu inanç konuların tümünün doğruluğuna, kâinatın şahitliği altında ulaşmamız gerekir. Ulaşılan sonuçların adlandırılması ise “Kur’an’ın diliyle” yapılır. Neden? Çünkü, bu sonuçların bizim tarafımızdan anlaşılıp onaylanabileceğini, onaylama yöntemini bildiren Kur’an’dır da ondan.
Eğer böyle bir mesaj almasaydık, o takdirde kâinatın şahitliği ile ulaştığım sonuçlara kendime göre bir isim takacak idim. Mesela, bu kâinatın bir yaratanı olması gerekir sonucuna aklen, insaniyetim ile ulaşmış isem, ona ben bir ad koyup, mesela, “Varlık Kaynağı” veya “Varlığın Ruhu” derdim. Onun için kendilerine vahiy ulaşmamış kabilelerde bu Kaynağı “Ormanın Ruhu” gibi ifadelerle dile getirirler, doğru derler. Bu kaynağın tanımlanmasını yapamazlar ve dolayısıyla da o kaynak ile kurmaları gerektiğini hissettikleri ilişkiyi, mesela memnuniyetlerini nasıl ifade edeceklerini bilemezler. Belki, duyduğumuz şekilde “ateş dansı” denilen bir çeşit fiili ifade tarzlarına başvurmak zorunda kalırlar.
Fakat şimdi Kur’an’ın mesajı bana ulaştı. Ben varlığından emin olduğum, kâinatın anlamlılığı ile delalet ettiği bir sonuç var, diyorum. Bu mana bana bildiriyor ki, varlık alemi bir Sonsuz İradenin kararıyla var olabilir. Kâinattan çıkarttığım ve benim idrakime ulaşan manaları bana ulaştıran araçlar olmalı diyorum. İşte bu ulaştığım sonuçların varlığından ve özelliklerinden bana haber veren bir kaynak var elimde: “Kur’an”. Kur’an bu anlamlılığın beni ulaştırdığı Sonsuz İrade Sahibine “Allah” ismini veriyor; ve İradenin emrini taşıyıp bana ulaştıran araçlara da “melek” diyor. Ben de bu haberi onaylıyorum ve aynı kelimelerle Kur’an’ın haberini onayladığımı ifade ediyorum.
Sonuç olarak bu seride yer alan yazılar, zor anlaşılan ve genellikle insanların “Kur’an’da bahsedildiği için inanıyorum” diyerek benimseyip geçiştirdikleri “melek inancı”nı, kâinata bakarak, insanî özelliklerimizle “tahkik etme” çabası niteliğindeki tefekkürlerdir. Elbette her tefekkür gibi bu tefekkür silsilesi de başka tefekkürlerle geliştirilmeye ve değerlendirilmeye açıktır!
Not. Melek bahsi 12 bölüm olarak yayınlanmak üzere İlyas Üzüm tarafından yayına hazırlanmıştır.
Bölümler: Önsöz | 1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7 | 8 | 9 | 10 | 11 | 12
Ic alemimiz melekut ve bedenimiz mulktur.Ic alemimizdeki vicdan, meleklerin hakikatinin misal-i musaggari, hayvani ruh ise seytanlarin misali musaggaridir. Kalp ise eger zat-i ilahiye muteveccih ise arsin ayinesi, gayrina muteveccih ise hayvani ruhun puthanesi…
Selamun Aleykum ve rahmetullah,
Bir suredir, Enfal suresi 12. Ayet kapsaminda Melekler ve emir konusunu inceliyorum. “…onlarin boyun koklerine vurun ve onlarin tum parmak uclarina vurun…” emrinin mahiyetini arastiriyorum.
Korkunun insan bedenindeki etkilerini, kalp, boyun kökü ve parmak uclari ilişkisini ayetler ışığında anlamaya calisiyorum.
Yazilarinizi takip edecegim…
Allah muvaffak kılsın.