Kâinatın fiziki yönü ile anlamlılık yönünü ifade etmek üzere kullanılan ikili kavramlar var: Madde-mana, mülk-melekût, varlık-tecelli, eşya-yansıma gibi. Her ne kadar bu kavramlar zihnimizde bir düalizm çağrışımına yol açıyorsa da gerçekte tek bir kategori var: Varlık ya da tecelli, diğer bir ifadeyle evren ya da yansıma. Daha açık ifade etmek üzere bir alem, bir de ondan ayrı bir mana, tecelli, yansıma yok!
Yansıma kelimesini biraz açalım: Yansıma, kâinatın Varlık Kaynağı’nın özelliklerinin, şu gözlemlediğimiz, deneyimlediğimiz, var edilmeye muhtaç alemde görünmesinden ibarettir, diyebiliriz. Bir tuvalde ressamın özelliklerinin görünmesi gibi. Ancak hemen belirtilmelidir ki bu temsil, resim-ressam ilişkisinde resmin, ressamın özelliklerini yansıttığını ifade etmesi bakımından doğru, fakat kâinata uyarlandığında mutlakiyeti ifade edemeyen ve derhal aşılması gereken bir örneklemedir. Çünkü bu temsilde bir tuval var, bir de ayrıca tuvale akseden ressamın özellikleri var. Fakat, dikkat etmek gerekir ki, kâinatta sabit şey var, bir de bunun üzerinde yansıyan Varlık Kaynağının özellikleri var, demeye geliyor. Böyle düşündüğümüz takdirde tuvalin yanı kağıdın varlığını izah edemeyiz! Daha açık ifade etmek gerekirse, bu düşünce, materyalizme kapı aralamanın ta kendisi olur. Evrenin maddesinin kendiliğinden sonsuz varlığa sahip olduğunu savunan ve fakat evrende sonsuzu gösteremeyen materyalistlerin iddiasıdır bu!
Bu tür hatalara savrulmanın bir sebebi, vahdet-i vücûd anlayışına düşme korkusu, bir sebebi de Yunan felsefesinin talebesi olma ifratı gibi geliyor bana. Orta yolu, hakkaniyetli noktayı bulmak gerekiyor.
Bir madde var, bir de mana var, deniyor (Pratik dildeki kullanımı kastetmiyorum). Mana Yaratıcıdan geliyor, güzel. Peki, madde nereden geliyor? “Kendiliğinden var zaten” demeye gelen bir tehlikeye yol açabiliyor, bu düşünce. Dikkat etmek gerekir!
Vahdet-i vucûd, varlığın tekliği demek. Yani kabaca tanımlarsak, “Yaratıcıdan başka yaratılmış bir şey yok, yaratılmış diye gördüklerimiz bizim yanlış algılamalarımızdan, hayallerimizden ibarettir” demeye gelen bir yaklaşım.
Peki, yansıma dediğimiz zaman biz ne kastediyoruz? Bir yaratık var, bu yaratıkların hepsi, bütün varlıklarıyla Yaratıcılarının mutlak olan özelliklerinin tecellisidir, yansımasıdır. Bu mutlak olan varlık kaynağının tecellisinin neredeyse sayısız görüntüsü var, ve de olmalıdır. İnsan kapasitesi ise sınırlıdır. Resim örneğini bu bağlamda değerlendirirsek, ressam, ressamlık özelliğini bir tabloda yansıtınca, o tablodaki resmin sanat tecellisi olduğunu söyleriz ve fakat bu tecellinin ressamın ressamlık özelliğinin tümünü yansıttığını söyleyemeyiz. Bir madde şeklinde görünen var, bir hava şeklinde, bir elektrik şeklinde, bir dalga şeklinde, bir ruh şeklinde, bir form şeklinde, bir cin şeklinde, bir melek şeklinde, bir hayal şeklinde vs görünenleri var. Fakat istisnasız hepsi tecellidir, hepsi yansımadır!
Yunan felsefesi bize, alemi cansızlar-canlılar; hayvanlar-bitkiler vs. diyerek bölmek ve kategoriye tabi tutmak suretiyle açıkladı. Biz de bu açıklamaların etkisinde kalarak, bir madde ve bir de mana var demeye başladık. Düşünmek ve sormak gerekmez mi, manayı Yaratıcıya verirsen, maddenin varlığını nasıl izah ediyorsun? Eğer doğru düşünür, onu da Yaratıcıya verirsek, o zaman tek bir çözüm kalıyor: Hem madde hem mana şeklinde görünen şu varlık alemi bir bütün halinde yansımadan ibarettir! İnsan zihninin kavrayıp onaylayabileceği sonuç da budur!
Basit bir ifadeyle açıklamak gerekirse, önce, “bu evi ben yaptım, kâinatı kim yaptı?” deriz. Ardından, “bu evi yapan ‘ben’i kim yaptı?”, deriz. Sonra, “ben de kâinatın bir parçasıyım, kâinatı kim yaptı ise onun içinde olan ‘ben’i de O yaptı” der; böylece ikiliğin kalktığını görürüz!
Said Nursi ruh, ruhânî, melek, cin gibi varlıkları aynı kategoride çalışıyor. Neden? Çünkü hepsi fiziki alemde varlıklarını bizzat deneyimlemediğimiz varlık türleri. Kimisini dokunarak, kimisini ise deneyim ile varlıklarından haberdarız. Bir kitabı okuyan kişi, kitaptaki bilginin varlığını inkar edebilir mi? Bir konuşma sesini duyan, o konuşmadaki sesin taşıdığı manayı inkar edebilir mi? Benim kulağıma bazı hava dalgaları çarptı, içinde anlam falan yoktu, diyebilir mi? Demek ki, birisinin varlığını anladığımızda diğerlerinin de varlığından emin oluruz.
Sözün özü, kâinatı parçalamamak gerekir. Varlıklardaki çeşitliliklerin hepsinin ortak paydası, yaratıcılarının tüm özelliklerinin (Esmasının) yansımasından ibaret olmasıdır. Bazılarında bu özelliklerin birisi diğerine göre daha belirgin olur, bir diğerinde, gözlemciye göre daha az belirgin. Fakat asla, hiç yok diye iddia edemeyiz. Çünkü yaratıcılarının bütün özellikleri mutlaktır. Mutlak’ın yansımasının sınırından bahsetmek mümkün değildir. Bizim ilgi alanımız, dikkatimiz, ihtiyacımız vs gereği biz, bir özelliğin yansımasını diğerine göre daha önde görebiliriz. Bizim beklentilerimiz, ihtisas alanımız değişirse, diğer bir özellik bizim için daha bariz olabilir. Benim gözümde bir taş sabit, cansız iken, bir fizikçinin gözünde aynı taş her yönüyle daimi hareketli ve canlı görünümü alabilir. Fizikçi, ihtisası gereği benim görmediğim özellik tecellilerini görür duruma gelmiştir.
Bu yansımaların tarifi, nitelikleri ayrı bir bahistir. Detayına girmeden, yansıma dediğimiz zaman, bir şeyin varlığının, ancak o şeyin varlık kaynağının özelliklerinin görünmesinden ibaret olduğu mantıkî sonucunu kastediyoruz. Başka türlü hiçbir şeyin varlığını izah edemeyiz. Çünkü eşyanın kendisinin var edecek bir özelliğe sahip olmadığını her insan tecrübesi ile anlar. Eşyanın kendisinde varlık verecek bir özelliği kimse gösteremez. Eğer eşyada varlık verme özelliği olsaydı, eşyanın, varlığı itibariyle mutlak, sınırsız özelliklere sahip olması gerekirdi.
Dikkat edilmesi gereken bir noktanın hatırlatılmasında fayda var: Bir şeyin varlık alemine getirilmesi ayrıdır, insan iradesinin hür bir şekilde kullanılması sonucu, o şeyin varlığının insan tarafından yorumlanma şekli ayrıdır. Bu yorumlamalarda tecellinin insan tarafından algılanmasında olumsuz ifadelerle de karşılaşabilir. İnsan, ışığın yansımadığı hale “karanlık” der, çünkü ışığı tanımış ona göre bir tanım yapıyor demektir. Yaratma işleminde yalnızca ışık vardır veya ışığın sonsuz denecek düzeyde tonları yansır. İnsan bu tonlar arasındaki farklılığı ya “yokluk” veya “olumsuz bir sıfat” ile tanımlar. Mesela, sağlığın noksanlığına veya yokluğuna “hastalık” der. Doğru söyler. Bir şeyi umduğu bir yerde bulamadığı veya o şeyin var edilmediğini ifade etmek istediği zaman “yok” der. Halbuki yokluk yoktur. İşte, insan her ne ad takarsa taksın, bir şeyin varlık alemine gelmesini ancak o şeyi varlığını “irade” edenin özelliklerinin yansıması olarak açıklamak zorundayız. Başka bir izah tarzını insan mantığı onaylayamıyor. Ana konumuzla irtibatlandırırsak, benim “melek” diye duya geldiğim şey, yaratıcının özelliklerinin bana ulaştırılmasında aracılık yapan ve varlığın anlamlılığını bana taşıyan yönünden başka bir şey midir? Bana göre “Hayır!”.
Evren var ve bu varlık aleminin varlığını ben ancak varlık kaynağının özelliklerinin tecellisi olarak izah edebiliyorum. Bu tecellinin benim tarafımdan algılanmasını sağlayan yönüne “melek” ismi veriliyor. Yani, şu yaratık aleminde bir kağıt, mürekkep var ve ayrıca bir de mana var değil, yalnızca mananın yansıma şeklinde bana görünüşü var. Bir resmin resim sanatı yönünü görüp de, ressamın resim sanatının içinde olduğunu söylemek ne kadar anlamsız ise, resim sanatının da ressamın sanat özelliğinin yansımasından başka bir şey olduğunu söylemek o kadar anlamsızdır. Demek ki, resim sanatını algılayan bir insan, sanat özelliğinin tecellisini algılar, resmi ressamının kendisi ile aynileştirmez (tek bir varlık gibi görmez).Yeter ki biz, yaratılışın bir yaratık olan insanın tuval ve boya kullanarak yaptığı resim ile aynı nitelikte gerçekleşmediğini anlayalım. Kâinatın varlık kaynağı mutlak olan’dır, ressam ise yaratılmaya ve malzeme kullanmaya muhtaç olandır.
Ne zaman ki biz, evrenin varlığını izah ederken, “onun mutlak olan yaratıcısının özelliklerinin yansımasından ibaret olduğunu” görürsek, işte bu sonuca bizi ulaştıran yönüyle konuştuğumuzda, yaratıcının özelliklerini bize tanıtan yönüyle, bu alemin bir melek olduğunu söyleyebiliriz. Bu melek alemin her bir andaki her bir parçacığının da ancak bir melek tarafından temsil ediliyor olduğunu anlarız.
Kâinatı tefekkür ettiğimiz oranda anlarız ki, bu yansımalar birer “vechelerden” ibarettir, fakat gerçekte bu vecheler “yansımadan” başka bir şey değillerdir. Hepsinin görevi benim beklentilerime, algılama kapasiteme göre farklı. Bir yönüyle “müşahit”, bir yönüyle “şahit”, bir yönüyle “dellal” gibi.
Nursi’ye göre, mesela, ruh bir emir olmasına rağmen, “gılaf” giymiş bir emirdir. O, bu yaklaşımı ile “Ruh kâinatın sahibi olan Rabbimizin emrindendir” (17: 85) ayetini nasıl anlamamız gerektiğine yardımcı olur. Yani, evreni yaratanın özelliklerinin bir tür tecellisidir. Ruh da bir emirdir, melek de bir emirdir, dünya da bir emirdir, “gılaf” da bir emirdir, ağaç da bir emirdir. Hepsi Mutlak’ın yansımasıdır. Yansıma olarak mahluktur.
Mahlukat içinde ikilik yoktur, düalizm yoktur! Sadece mahluk vardır. Hâlık ise kâinat cinsinden olmayan Mutlak Varlık’tır. Mahluklara öyle özellikler verilerek yaratılmışlardır ki, onlar kendilerinde yansıyan özellikleriyle Hâlık’larına şahitlik yapar, O’nun tecellilerine müşahittirler, aynı zamanda dellâldırlar.
Baktığımızda, bir ağaç gerçekten dellâl değil mi? Bir insan şahit ve müşahit değil mi? Melek denilen bir tür yaratık var, o da hem müşahit hem dellâldir. Neden olmasın? Mutlak olan varlık kaynağı, yani Var Edici, her tür varlığa özelliklerini yansıtmış, birisinde bazı özellikler diğerinden daha önde görünebilir, bizim ilgi ve kabiliyetimize göre. En sonunda hepsi O’ndan yansımış özelliklerdir. Bizim görevimiz her bir varlık hakkında hangi özellikler (esmâ) var, hangileri yok diye karar vermek değildir. Görevimiz, varlıkların tümünün aynı kaynağın yansıması, eseri oluğunu anlamak, kâinatta hiçbir şeyi yansıma dışı görmemektir!
Evrende gördüğümüz taş, toprak, bitki, hayvan, insan, bunlar değişik yansıma türleridir. Kaynak sonsuz, mutlak olduğuna göre öyle de yansıtır, böyle de. Unutmamak lazım: Kaynak mutlak. Mutlak kendi özelliklerini istediği gibi yansıtır.
Önemli olan kâinatta bir taş var ve bir de şuurlu insan var, taş yaratıcısına şahitlik, müşahitlik, dellallık yapmaz ama insan yapar, değil! Hepsi yapar da, biz insanlar onu fark etmiyor olabiliriz.
Dikkat edelim! Bir taraftan Allah’a iman, meleklere iman, diğer taraftan müşahitliği, tesbihi, dellallığı olmayan taş var! Ne biçim bir varlık anlayışıdır bu! Taş neye var edilmiştir, o zaman? Bir yansıma olan taş, nasıl olur da yansıttığını ilan etmez, bir taş olarak? İşte bu ilan, taşın melekutiyetidir. Bu kadar!
Kur’an bize böyle bir kâinat anlayışı takdim ediyor diye anlıyorum. Değilse, ikicilikten, düalizmden kurtulamıyorum, ben. “Kâinat, Kur’an’ın “tusebbihu” (tesbih ediyor, ilan ediyor) sedası ile canlandı” ifadesi bu demek diye anlıyorum.
Sonuç olarak düalizmden kurtulmanın yolu doğru bir kâinat, doğru bir tecelli veya yansıma ve doğru bir melek anlayışına sahip olmaktan geçiyor!
Bölümler: Önsöz | 1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7 | 8 | 9 | 10 | 11 | 12