İşarat-ul İ’caz’da Fatiha’daki عَلَيْهِمْ kelimesindeki عَلَى edatı hakkında şöyle bir parça var:
“عَلَيْهِمْ’deki عَلَى enbiyaya yükletilen risalet ve teklif yükünün pek ağır olduğuna ve sahraları faidelendirmek için yağmur, kar ve fırtınaların şedaidine mâruz kalan yüksek dağlar gibi, peygamberlerin de ümmetlerini feyizlendirmek için risalet zahmetlerine mâruz kaldıklarına işarettir.”
Bu cümle hakkında yapılan dersin şu kısmından itibaren gayet kıymetli paylaşımlar yapılmış. Kur’an’da ve risalelerde sıklıkla geçen “yük” kavramının önemine binaen, müzakerede değinilmeyen bazı konulara da değinerek konuyu kendim için netleştirmek istedim. Cevap bulmak istediğim soru şu: din ve iman bize herhangi bir yük yükler mi ve bizi zahmete sokar mı?
Yük kavramının Kur’an’daki merkezi rolünü örneklendirmek için aşağıdaki ayet sanırım yeterli olur:
اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُۜ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا
“Gerçek şu ki, biz emanetleri göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalim, çok cahildir.” 33:72
Ortada çok önemli bir emanet var ve onu birisinin yüklenmesi gerekiyor. Demek ki emanet yüklenilen bir şey. Öte yandan, emaneti yüklenen insan zalim ve cahil sıfatlarıyla tanımlanıyor. Bunun neden böyle olduğu önemli ve bunu bir soru olarak kenara not edelim.
Risalelerde yük konusunu işleyen kritik temsillerden biri şöyle:
“O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra, şu bahtiyar nefer sağa gider. Bir batman [az bir] ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise askerliği bırakır, nizama tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur; fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir.”
İlk bakışta bu temsile göre yük taşımaktan kurtuluş yok ve askerin önünde iki seçenek var: ya ordunun nizamına itaat edip nisbeten az bir yük (silah ve erzak) taşımak, ya da nizama uymayıp, ordudan istifa edip ağır bir manevi yük taşımak. Her ne kadar askerin taşıdığı yük cismani gibi gözükse de, parçanın devamını okuduğumuzda bahis konusu yükün manevi kavramlar olan ibadet ve takvayı temsil ettiğini görüyoruz:
“O çanta ve silâh ise, ibadet ve takvâdır. İbadetin çendan zahirî bir ağırlığı var. Fakat mânâsında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, tarif edilmez.”
Namaz, oruç, zekat, vs. gibi ibadetleri fiilen gerçekleştirdiğimizden, bunların hayatımıza maddi bir yük getirdiğini düşünülebiliriz. Fakat yukarıdaki cümlenin de belirttiği gibi, bu yükler aslına tamamen zahirde. Hakikatte ise ibadetlerin taşıdıkları mana itibariyle hayatımıza ciddi bir hafiflik ve rahatlık vermesi gerekiyor. Günlük âdetlerimizi de güzel bir niyet ile yani onların vechesini Rabbe çevirerek onları hârikulâde (حارك العادة – âdeti kıran) bir ibadete çevirebildiğimizi düşünürsek, ibadetler üzerimize yük olmak bir yana, zaten üzerimizde olan anlamsız âdet ve sıradanlık yükünü bizden alıyor olmalı.
Eğer bu mantıklıysa, başta alıntıladığım cümlede geçen ve ibadetlerin en büyüğü olan ağır risalet yükü ve zahmeti ile kastedilen nedir? Bu hususta ilk akla gelen, rasullerin verdikleri büyük mücadele ve çektikleri zorluklar. Bununla ilgili mesela Lem’alarda şu hadise yer verilmiş:
“En ziyade musibet ve meşakkate giriftar olanlar, insanların en iyisi, en kâmilleridir.”
2:214 de benzer bir mesaj veriyor. En büyük musibetlere giriftar olan ve risalet gibi büyük bir ibadetin sorumluluğunu yüklenenlerin en ağır yükleri taşıması gerekir, öyle değil mi? Bu soruya “evet, maddeten zahmet çektiler, fakat ruhen çok rahattılar” cevabı verilebilir. Zaten bahis konusu müzakerede buna benzer paylaşımlar olmuş. Fakat bu cevaba yönelik iki adet itiraz aklıma geliyor.
Birincisi, 2:214 rasul ve beraberindekilerin ruhen de pek rahat olmadıklarını söylüyor. O kadar ki, “Allah’ın yardımı ne zaman?” (مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِ) diye feryat edecek derecede zorlanıyorlar. Bir insan hem Allah’ın yardımının bir türlü gelmeyişi karşısında tereddütlere düşebilir, hem de aynı zamanda ruhen gayet rahat olabilir mi? Bence hayır.
İkinci bir husus, risalelerdeki temsillerde risaletin eğitimine giren kimselerin maddeten dahi zahmet ve meşakkat çekmediği söyleniyor. Mesela,
“İşte şu mübarek akıllı zât gidiyor. Fakat biraderi gibi sıkıntı çekmiyor. Çünkü güzel ahlâklı olduğundan güzel şeyleri düşünür, güzel hülyalar eder, kendi kendine ünsiyet eder. Hem biraderi gibi zahmet ve meşakkat çekmiyor. Çünkü nizamı bilir, tebaiyet eder, teshilât görür. Asayiş ve emniyet içinde serbest gidiyor.” 8. Söz
ve
“…o biçarenin aklı başına geldi. Yükünü yere (gemiye) koydu, üstünde oturdu. ‘Oh, Allah senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum’ dedi.” 23. Söz
ve
“Zahmet ve külfetleri padişahın kanununa bırakıp, kemâl-i safâ ile o cennet-misal bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip, padişahın merhametine ve idare kanunlarının güzelliğine istinaden herşeyi hoş görür, kemâl-i lezzet ve saadetle hayatını geçirir.” 26. Söz
ve
“Acaba şu ücretli miskin adam o zâta dese, ‘Bana zahmet veriyorsun. Eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun. Beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun’ demeye hak kazanabilir mi? [Hayır!]” 26. Söz
Tüm bu temsillerde vahyin terbiyesine girmeyen kimse zahmet ve meşakkat çekiyor; vahyin terbiyesine giren ise gayet rahat. O halde tekrar soralım: rasul ve beraberindekiler herhangi bir yük taşıyorlar mı ve zahmet çekiyorlar mı? Taşıyor ve çekiyorlarsa, bu neyin yükü / zahmeti ve neden temsillerde vahyin tarafındakiler yük taşımıyorlar ve zahmet çekmiyorlar?
Fatiha’da عَلَيْهِمْ’den hemen önce gelen اَنْعَمْتَ kelimesini dikkate alırsak, rasul ve beraberindekilerin nimet yükünü taşıdıkları ve nimetin zahmetini çektikleri söylenebilir. Nimet de zümrüt gibi kıymetli olduğundan, kıymetli bir şeyi taşımanın kimseye hakiki anlamda zahmet vermeyeceği düşünülebilir. Taşınan şeyin kıymeti nisbetinde çekilen zahmetin azalacağına katılıyorum, lakin halen 2:214’deki manzarayı açıklayabilmiş değiliz. İlaveten, eğer ki risalelerdeki temsillerin hakikati yansıttığını düşünüyorsak, vahyin terbiyesine giren kimsenin herhangi bir yük taşımaması ve herhangi bir zahmet çekmemesi lazım – her ne kadar bahis konusu yük / zahmet kıymetli olsa da. Mesela gemi temsilinde yükünü gemiye bırakan kimse etrafı tenezzüh ile rahat rahat seyrediyor. Hiçbir yük taşımıyor ve zahmet çekmiyor. Asker temsilinde taşınan erzak ve silah da, öğrenci kimliği gibi, manevi bir hüviyet mahiyetinde, zira erzağını ve silahını bırakana asker denmez. Her temsilin hakikatin tüm zenginliği karşısında eksik kalacağının farkındayım, fakat bahsettiğim hususlar detay (furu’at) diye geçiştirilemeyeceğinden, elimizdeki temsillerin sorduğum soruları da açıklamaları gerektiği kanaatindeyim. O halde bu temsiller üzerinde biraz daha düşünmemiz ve onları kendimiz için biraz daha anlamlı hale getirebilmemiz gerekli.
“Ağır bir yük taşıyor ama taşıdığı yük çok kıymetli olduğundan kafası rahat” açıklaması bizi bir yere kadar götürüyor ve fakat hedefi tam onikiden vurmuyorsa (her insan kelamı bir yönüyle eksiktir), bence yapılması gereken yükün varlığının neden gerekli olduğunu ve onun hamili olan insanın neden zalim ve cahil diye nitelendiğini de temellendirmek. Nitekim moderatör görevini yerine getiren Yakup Karaşahan müzakere esnasında böyle bir eksikliği hissetmiş ve Yavuz Sarı da ona hak verip “herhalde varlığın şifresini çözen rasullerin zahmet ve sıkıntı çekmemesi gerektiğine dair yanlış bir anlayışım var” demiş (bu iki link sizi direk bu iki katılımcının çekincelerini dile getirdiği noktaya götürür). Bize öyle bir açıklama lazım ki, “en ağır yükü onlar yüklendi, en çok onlar zorlandı, zulüm ve cehaletlerini en iyi onlar farketti ve en çok onlar rahat etti” dedirtsin ve emaneti yüklenmeye sadece ve sadece zalim ve cahil insanın ehil olduğunu derk ettirsin.
Benim bu doğrultuda önerebileceğim çözüm, statik bir modelden dinamik bir modele geçilmesi gerektiği şeklinde. Nasıl ki istidatlarımız bize onları hakiki sahibine satalım diye verilmiş, eşya üzerindeki malikiyetimiz onun vehmi olduğunu anlayalım ve kendimiz dahil herşeyin malikiyetini hakiki sahibine verelim diye verilmiş, fiillerimizin bidayeti bize onların hayırlı olanlarını fail-i hakikiye (Fe’âl olana) verelim diye verilmiş, aynen öyle de, bize takatimiz olmayan bir varlık yükü yüklenmiş ki, onu taşımaya muktedir olan Zat’a iade edelim:
رَبَّنَا وَلَا تَحْمِلْ عَلَيْنَٓا اِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِنَا
“Ey Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi takatimiz olmayan yük yükleme!” 2:286
“Bizden öncekiler” tabirinden evvela ve her şeyden önce vahyin terbiyesine girmemiş halimi, sola giden biraderi (halimi), gemiye yükünü bırakmayan yolcuyu (halimi), orduyu terk eden askeri (halimi) anlamıyorsam, hem Kur’an’a hem de risalelere olan yaklaşımımda ciddi bir problem var demektir. Benim haricimde bir yük var da, iman yolunu seçince o bana yükleniyor değil. Tüm problem, zaten üzerimde olan varlık, cüzi irade ve istidatlar yükünü ne yapacağım. Değilse, 2:286’ya bakıp alemlerin Rabbinin birilerine taşıyamayacağı yük yüklerken, bize kıyak geçtiğini düşünmemiz işten bile değil. فَمَا ظَنُّكُمْ بِرَبِّ الْعَالَم۪ينَ 37:87 Yukarıdaki dua ile bize ayrıcalık yapmasını değil, şu ana kadar aldığımız eğitime binaen, daha önce yüklendiğimiz ve fakat takat getiremediğimiz yükleri üzerimizden almasını O’ndan istiyor olmalıyız.
İşte bunun için zorluktan bağımsız bir kolaylık düşünülemiyor:
فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
“Kolaylık (sadece ve sadece tecrübe ettiğin) zorlukla beraberdir. [Hayır anlamadın, bir daha tekrar edeyim:] Kolaylık (sadece ve sadece tecrübe ettiğin) zorlukla beraberdir.” 94:5-6
Neden? Çünkü kolaylığın kolaylığı ancak zorluk kanvasında parlar ve anlaşılır. Önce zorluk bilinir (ma’ruf olur – ال), sonra ondan ilk etapta meçhul olan kolaylık çıkarılır. Yük taşımaya takat getiremediğimizi ve o yüklerin bizim için taşınmasının kıymetini, ancak o yüklere bir el attıktan, maddeten zahmetini ve meşakkatini çektikten ve ruhen rahatsız olduktan sonra anlayabiliyoruz. Bu aleme gelip de maddeten, manen ve ruhen rahatsız olmayana hiçbir nimet yok, hele ki cennet ve ru’yetullah gibi nihayetsiz yüksek fiyatlardan başkasıyla tatmin olmayan insan için.
Rasuller de bizim gibi insan olduklarından, onlar da bizim gibi zahmete, meşakkate ve rahatsızlığa duçar oluyorlar. Onların bizden farkı, “ben”den “biz”e geçtikleri için, biz sadece kendi derdimizle dertlenirken, onlar herkesin derdiyle dertleniyor ve rahatsız oluyorlar. Biz başımızdaki cüzi irade ve belimizdeki istidat yüklerini gemiye bırakmayı öğrenirken, onlar velayetleriyle kendi yüklerini bıraktıkları gibi, risaletleriyle de herkesin yükünü bırakacağı bir gemi inşa etmeye koyuluyorlar. Onlar geminin nokta-i istinadı olan deniz (Rabb) ile direk muhatap olurken, biz nokta-i istinadımızı onların inşa ettiği gemi üzerinden tanıyoruz. Ne onların ne de bizim aslında en ufak bir yük taşımaya takatimiz yok. “Taşırım” diyen zulüm ve cehalet içinde ve fakat bunu ancak taşımaya çalışarak farkedebiliyor. Rasullerin nokta-i istinadı tüm yükleri gemiyle beraber kaldırırken (ağır risalet yüküne işaret; o yükü vahyin rehberliğinde inşa edilen iman-ı billah gemisi taşıyor, rasul değil), bizimkisi sadece kendi bıraktığımız yükü kaldırıyor (rasullerin hakiki sevabı ile bir abd-i mü’minin sevabının kıyası için bakınız).
Başta değindiğim 33:72 emaneti yüklenen insanın zalim ve cahil olduğunu söylüyor. En zalim ve cahil halimiz, üzerimizdeki varlık yükünden tamamen gafil olduğumuz veya bir parça farkındaysak da onu taşıyabileceğimizi düşünerek kendimize zulmettiğimiz hal. İnsaniyetimizi tanıdıkça üzerimizdeki yükleri birer birer farkediyoruz, zahmetini ve meşakkatini çekiyoruz, taşımaya takatimiz olmadığını anlıyoruz ve vahyin eğitimi nisbetinde onu iman-ı billah gemisine bırakıyoruz. Nokta-i istinadımızı tanıdıkça, tanımanın ve yükümüzü bırakmanın verdiği lezzet bizi üzerimizdeki diğer başka yükleri farketmeye, onların da bize zahmet verdiğini görmeye ve onları da gemiye bırakmaya teşvik ediyor. Aslında herkesin üstünde nihayetsiz ağır bir yük olsa da, herkes onu hissetmiyor.1 Binaenaleyh, yükü farketme, altında ezilme ve gemiye bırakma dediğimiz süreç bir kerelik statik bir hadise yerine, şiddeti artarak devam eden dinamik bir proses şeklinde düşünülmeli.
Dilerseniz bu noktada rasullerin toplumları için inşa ettiği gemiler ile en başta alıntıladığım parçada onların dağlara benzetilmesini de birbiriyle bağdaştıralım:
وَلَهُ الْجَوَارِ الْمُنْشَاٰتُ فِي الْبَحْرِ كَالْاَعْلَامِ
“Denizde cereyan eden (yüküyle beraber akarak giden) dağlar gibi inşa edilmişler (gemiler) O’nundur.” 55:24
Herkesin derdiyle dertlenenin derdi dağ gibi olur. Şiddetli talep durduk yere edilmez.2 Yüksek bir dağ gibi bir derde mukabil gelen derman dağa çıkarak ve peyderpey inşa edilir ve herkesi dağ gibi dalgalardan koruyarak (11:42) emin bir sahile ulaştırabilmesi gerekir.
Son bir noktaya daha değinip bu yazıyı nihayetlendireyim. Buraya kadar anlattıklarıma şöyle bir itiraz gelebilir: madem hiçbir şeyi taşımaya takatimiz yok, neden emanet insana yükleniyor? İnsan Rabbin arzdaki halifesi ise, vahyin eğitiminin ardından emaneti taşıyabilmesi gerekmez mi?
Bu gayet mantıklı bir soru ve bu hususta aşağıdaki ayetten yardım alabiliriz:
مَثَلُ الَّذ۪ينَ حُمِّلُوا التَّوْرٰيةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ اَسْفَارًا
“Kendilerine Tevrat yüklenenler ve sonra onu taşımayanların durumu, sırtına kitaplar yüklenmiş [onların ağırlığını çeken ve fakat manasından habersiz olan] eşeğin durumu gibidir.” 62:5
Birincisi, “taşımayanlar” kelimesi taşıma kabiliyetinin varlığına işaret ediyor. İkincisi, ayet Tevrat dese de, problem herkesin problemi. Kainat kitab-ı kebir olduğundan ve herkese hususi bir alem verildiğinden, hepimizin sırtında büyük kainat kitabı kadar ağır bir yük var. Onun ağırlığını (yükünü) manasından habersiz olduğumuzda çekiyoruz ve çektiğimiz sürece de manasını okuyamıyoruz – gemideki yolcunun üstündeki yükün ağırlığından etrafı tenezzüh içinde seyredememesi gibi. Ne zaman ki yükünü bırakıyor, o zaman seyrediyor, yani olan bitenin manasını okuyabiliyor ve okuduğunu taşıyabiliyor (“Fakat mânâsında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, tarif edilmez”). İnsan, değil başkalarının, kendi varlığının yükünü dahi taşımaya muktedir değilken, tüm kainatın manasını dimağında taşıyabiliyor – meyvenin kalbindeki tohumun tüm ağacın genetik bilgisini özet halinde taşıması gibi. İman-ı billah gemisini vahyin rehberliğinde inşa ve tebliğ eden rasuller, geminin kaptanı olarak kainatı en yüksek bir zaviyeden seyrediyorlar ve en kapsamlı manayı taşıyorlar. Mahiyeti itibariyle nihayetsiz hafif olan mana, insana hiçbir zaman “yük” olmuyor.
O halde, iman bize hangi yükü yükler? Bunun en kısa ve basit cevabı: HİÇ. Bilakis iman, zaten üzerimizde olan ve taşıyamayacağımız var olma ve varlığını koruma yüklerini bizden alır, tüm kainatın hafif manasını lezzet ile bize taşıttırır. En çok yükü yüklenip, en çok zahmet ve meşakkat çekip, “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek derecede tereddüt edip ve kendinden şüpheye düşüp, bu tür ademi tecrübelerin eğitime bakan gerekliliğini ve dahi kıymetini tasdik edip, tüm bunların akabinde ve vahyin rehberliğinde tüm kainatın yükünü onun nokta-i istinadı olan iman-ı billah gemisine ve denizine bırakabilen ve bu sayede en çok manayı mümkün olan en yüksek zaviyeden okuyup taşıyabilen ve hıfzedebilen kimseler, yani kitab-ı kebir-i kainatın manevi hafızları kazanıyor buradaki müsabakayı. Başka bir ifadeyle, şerrin tecrübesi olmadan, varlığın kıymeti ne tartılabiliyor ne de anlaşılabiliyor.3
Bahis konusu müzakereye eleştirel yaklaşmam umarım katılan arkadaşların emeğini takdir etmediğim şeklinde yorumlanmaz. Bilakis, başta da belirttiğim gibi, benim burada değinemeyeceğim gayet kıymetli katkılar yapılmış ve bu yazıyı onların katkıları olmadan yazamazdım. Yapıcı geri bildirimi (constructive feedback) uhuvvete en kıymetli bir katkı olarak görüyor ve biliyorum. Eğer bu konu ilginizi çektiyse, yukarıda linkini verdiğim müzakerenin tamamını dinlemenizi tavsiye ederim.
- “Şu zamanın gafleti o derecede kalınlaşmış ve öyle uyutucu bir tarzda iptal-i his etmiş ki, medenîler, evvelki yolun elîm elemini hissetmiyorlar. Lâkin, hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdü ile ve mevt-âlûd inkılâbatın ikazatıyla şu perde-i gaflet parçalanacaktır.” Nurun ilk kapısı ↩︎
- “Elhasıl, yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur’âniyenin lemeâtındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, devâ Kur’ân’ındır.” 28. Mektup ↩︎
- Ademi tecrübelerin (şerrin) kıymetinin daha detaylı açıklaması için Şerrin Kıymeti başlıklı yazıya bakılabilir. ↩︎