Sevdiğimiz kimseden gelen bir demet çiçeğe baktığımızda, “çiçekte sevgiyi görüyorum” mantığını, kâinat çiçeğine uyguladığımızda, kâinata bakan bir kimse “ben bunun mesajlarını” görüyorum derse, evet gördüğü varlık bu anlamda melektir, diyebiliriz. Ama mesaja değil, çiçeğin kendisine odaklanan bir zihin ya da böyle bir zihin ile kâinata bakan bir kimse elbette meleği göremez ve görmüyordur!
Varlık ile melek arasındaki ilişkiyi görmek için varlığa bir bütün halinde, yani varlığın fiziki yönü ile taşıdığı anlamlılığı ‘birlikte’ değerlendirebilme anlayışına ulaşmak gerekiyor! İnsan olarak elbette böyle bir donanımımız var. Sanat eseri bir tabloya baktığımızda sanatkarın özelliklerini tabloda açıkça görebiliyoruz. Sanatkarı takdirimiz zaten tabloda onun özelliklerini görmemizin bir sonucudur.
Aynı bakış açısıyla evrene bakmamız gerekir. Zira evren ve evrende bulunan her varlık bir tablodur! Varlık tablolarına baktığımızda varlığın fiziksel, maddesel yönüne mi odaklanıyoruz yoksa Sanatkarının tablolardaki özelliklerine mi? Maddesel yönüne odaklanıyorsak melekleri hissetmemiz hiçbir şekilde mümkün değildir. Melekler hakkında dünya kadar bilgiye sahip olduğumuzu iddia etsek bile. Ama tablolara bir bütün halinde bakıyor, onlarda yansıyan “hilkat, tasvir, kudret, ilim, güzellik…” gibi özellikleri fark ediyor, okuyor, anlıyorsak artık varlığın “melekûtiyetine” ulaşıyor, gözlemleme açımızdan “meleklerle” temasa geçiyoruz, demektir.
Bu vesile ile konunun çağrıştırdığı birkaç Kur’an ayetini anlamaya çalışalım:
Bunlardan ilki, “gökte ve yerde olan şeylerin Allah’ı tesbih ettiği” ile ilgili ayetler grubu. Bu ayetler (bizim gözümüzde) kâinatı meyyit yani ölü görmekten kurtarıyor ve insanların varlık anlayışını çok sağlam bir şekilde yeniden inşa ediyor. İşte onlardan birisi:
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ وَالأَرْضُ وَمَن فِيهِنَّ وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ وَلَـكِن لاَّ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
“Yedi gök ve yer ile bunlarda olan kim varsa O’nu tesbih eder; O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, ancak siz onların tesbihlerini kavramıyorsunuz [kavramamak sizin tembelliğiniz]. Şüphesiz O, halim olandır, bağışlayandır.” (İsra Suresi, 17:44)
Bu ayette geçen مَن Arapça kuralları gereği şuurlu varlıklar için kullanılır ve “her kim” demektir. Ayet cansız varlıklar için kullanılan مَا (her ne) demiyor. Demek ki kâinattaki her bir varlık şuurlu bir şekilde Yaratıcılarının övgüye (hamd) layık, kusursuz olduğunu ilan ediyor. Biz onların cesedine değil, bu şuurlu ilanına muhatap oluyoruz. Eğer onları şuursuz, madde yığını görüyorsak veya evrenin bir manası var ve bir de nereden geldiği belli olmayan ayrıca bir madde yığını var diyorsak, bu, bizim beyinlerimizin yıkanmış olduğundandır! Biz aynı varlık aleminin iki yönden (vecheden) algılanmasının mümkün olduğunu anlıyoruz: Madde yığını algılaması veya şuurlu bir yaratılış işleminin yansıması olduğu yönüyle algılaması. Unutmamak gerekir ki, aynı, tek bir varlık aleminin insanlar tarafından iki ayrı şekilde algılanabilirliğinden bahsediyoruz. Bir algılama biçimi insan aklıyla çelişirken, diğeri yine insan aklının onaylamasının zorunlu olduğu algılama biçimi.
Bazı alimler buradaki مَن in kâinattan ayrı melekler olduğunu iddia etmişler. Eğer ben kâinatın şahitliğine müracaat etmezsem ve kâinat da kendindeki özelliklerle bana şahitlik yapmazsa, ben melekleri nereden bilip de bu ayetin içeriğini tasdik edeceğim, “Şahit oldum ki, melekler vardır” diyebileceğim? İmkânsız!
Bu tür kaçışlar, kâinatın şahitliği ile Kur’an’ın, kâinatın Hâlıkının yaptığı bir konuşma olduğunu bilinçli şekilde tasdik etmeyip, belagatından veya müslüman bir toplumda doğduğundan dolayı Kur’an’a inandığını söylemekten kaynaklanır.
Biz zannediyoruz ki, gözlemlemelerimizin sonucunu insan aklı kendisi üretiyor, aslında varlık aleminin böyle bir özelliği yok. Peki, insan aklı bu işi nasıl yapıyor? “Kim” veya “ne” bu çıkarıma ulaşıyor, maddenin kendisi mi, yoksa insanda maddi olmayan özelliklerin çalışıyor olması mı, ben bunun fiziken varlığının farkında değilsem bile? Gerçekten akıl dediğimiz şey, maddi bir şeyde, özelliklerin varlığını nasıl algılasın? Bu algılama maddi dediğimiz şeylerin kendilerinin yaptığı bir işlem midir? Maddenin kendisinde böyle bir özellik yansıması yoksa bu sonuca nasıl ulaşıyor? Sorular, sorular… Sormak ve düşünmek gerekiyor! Değilse, “akıl düşünür” deyip geçiştiriyoruz. “Nasıl düşünecek ki bir et parçası?” diye bir türlü sorgulamıyoruz, bir et parçasında o özellikler yok ise (yani aklı yaratanın düşünme özelliğinin yansıması olarak aklın fiziki varlığını algılamıyorsak). Bunlar ciddi konulardır, geçiştirilmemesi lazım!
Şu ayetlere de bakalım:
وَوَرِثَ سُلَيْمَانُ دَاوُودَ وَقَالَ يَا أَيُّهَا النَّاسُ عُلِّمْنَا مَنطِقَ الطَّيْرِ وَأُوتِينَا مِن كُلِّ شَيْءٍ إِنَّ هَذَا لَهُوَ الْفَضْلُ الْمُبِينُ
وَحُشِرَ لِسُلَيْمَانَ جُنُودُهُ مِنَ الْجِنِّ وَالْإِنسِ وَالطَّيْرِ فَهُمْ يُوزَعُونَ
حَتَّى إِذَا أَتَوْا عَلَى وَادِي النَّمْلِ قَالَتْ نَمْلَةٌ يَا أَيُّهَا النَّمْلُ ادْخُلُوا مَسَاكِنَكُمْ لَا يَحْطِمَنَّكُمْ سُلَيْمَانُ وَجُنُودُهُ وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ
“Davud’a vâris olduğunda, Süleyman “Ey insanlar,” dedi. “Bize kuş dili öğretildi ve her şeyden bir nasip verildi. Bu ise apaçık bir lütuftur.”
“Derken Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan meydana gelen ordusu toplandı. Hepsi de düzenli bir şekilde sevk ediliyordu.
“Karınca vadisine geldiklerinde, bir karınca “Yuvalarınıza girin, karıncalar,” dedi. “Tâ ki Süleyman ve ordusu, farkında olmadan sizi çiğnemesin.” (Neml Suresi, 27: 16-18)
Bazı müfessirler, kuşların konuşması değil de, Süleyman’a onların hayat şartlarında takip ettikleri “mantıklarını” anlama kabiliyeti verildi, diye anlamışlar. Olabilir. Demek ki kuşlar konuşma değil de mantıklı davranma özelliğine sahip kılınmış. Bu daha harika bir özellik! Gerçi karıncalara gelince, “konuşuyorlar” diye açıkça ifade edilmesi de bu meselenin bir başka yönü. Tartışmaya gerek yok, lüzumsuz bir tartışma olur. İnsanda bir özellik var, mantığı anlıyor, kuşta bir özellik var, ya konuşuyor ve mantıklı davranıyor veya karıncada da bir özellik var, konuşuyor!
Bu ayetin gerçeği ifade ettiğine nasıl inanıyoruz? Demek ki, bu varlıklarda bu özellikler var deniyor. Bakarsanız, yansımaların izlerini görebilirsiniz, fiziken değil. Zaten fiziken hangimiz kendinde sevgi, korku, düşünme, konuşma kabiliyetinin somut görünüşünü gözlemliyor ki? Göz görmez, göz ayrıdır, o bir araçtır, görme özelliği başkadır.
Burada, “tamam, insanda ruh vardır, görmesi ondan”, diyebiliriz. Peki, karınca, göz, kulak, kuş, bunların kendilerine has “ruhları” (yani kendilerinde gözlemlediğimiz özelliklerin kaynağının yansıması) olmadığını nereden çıkarıyoruz? Demek ki, gözlemlenen tüm özellikler kaynaklarının özelliklerinin yansımasından ibarettir. Yansıyan özelliklerin dışında ayrıca kendi kendine var olan bir tür varlık yoktur, olamaz. İnsan mantığı, hiçbir varlığın kendi kendine var olduğunu onaylayamaz. (Bazı kişilerin iddia etmesi ayrıdır, eşyanın kendi kendine var olduklarınının ispat edilmesi ayrıdır.)
Şimdi de bu vesile ile konumuz açısından peygamber mucizelerine işaret edelim: Resul-i Ekrem’in elinde taşların tesbih etmesi, ağaçların onu dinlemesi, hayvanların dile gelmesi, mesela bir devenin onunla konuşması, üzerinde hutbe okuduğu bir odun parçasının inlemesi, Hz. Musa’nın değneği, beyaz eli, Davud peygamberin sapan taşı, rüzgarın Hz. Süleyman’ı taşıması vs. gibi gerek Resulullah’ın gerekse diğer peygamberlerin elinde meydana gelen ve çeşitli varlıkların hayattar tavırlarını gösteren yüzlerce mucizeler…
Bunları ezbere biliyoruz. Peki nasıl inanıyoruz? İnanamayanlar zaten inkâr ediyorlar mucizeleri. Çünkü madde’nin özelliklerini yalnızca anlamsız madde yığını olarak biliyorlar. Bunlar konumuz dışı. Bize gelelim, Peygamber mucizeleri insanlar için bir rehber, “Haydi siz de araştırın, kuş dilini öğrenin, uçak yapın, ateşte yanmayan elbise yapın, demiri eritin, havada uçun, hayvanların dillerini öğrenin vs gibi teşvikler içeriyor, diyoruz. Peki, bu eşyada böyle özellikler olmasa ben nasıl onlardan faydalanabilirim? Açık bir örneği, “su gemiyi yürütür mü”? Evet, öyle bir özelliğin varlık aleminde yansımasıdır su. Hava, ağır maddeyi kaldırır, taşır mı? Evet, öyle bir özelliğin varlık aleminde yansımasıdır hava. Bir şeyi, bir anda, bir yerden bir yere taşımak mümkün mü? Evet, dalgacıklar, elektromanyetik dalgalar, bir anda her yerde aynı görüntüyü taşıyor; senin televizyonun, telefonun, internetin açık örnekleri bunların.
Peki, bütün bunlar melekler konusu ile ilgili olarak bize bir şey söylemiyor mu? Düşünmek lazım, sorgulamak lazım! Duyduklarımıza ya da aktarılanlara bakarak değil, kâinatın şahitliğinde, aklın rehberliğinde, Kur’an’ın bize yaptığı düşünme kılavuzluğunda ne gibi bir sonuca ulaştığımızı, yani inandığımızı iddia ediyorsak, imanımızı tahkik ve takviye etmemiz lazım!
Bölümler: Önsöz | 1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7 | 8 | 9 | 10 | 11 | 12