Kur’an, “Musa ve Hızır” arasında geçen bir hatıra olarak bilinen “kıssa”yı naklederek insanın, yani benim, senin yaratılış maksadına ulaşmamız için nelere ihtiyacımız olduğunu Kehf suresinde bir temsil ile sunar.
Kehf suresinin bu bölümü, bir toplumun cezalandırılma gerekçelerini anlattıktan sonra konuyu buraya getirir ve “kıssa”yı nakletmeye başlar. Yani böylesi yaratılışların arkasında yatan rahmet ve hikmeti görmemize davet eder.
وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِفَتَاهُ لَا أَبْرَحُ حَتَّى أَبْلُغَ مَجْمَعَ الْبَحْرَيْنِ أَوْ أَمْضِيَ حُقُبًا
“Hani, Mûsa genç yoldaşına: ‘Ben iki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar yıllarca yürümeye kararlıyım,’ demişti.” (18: 60.
Ömür boyu bitmeyecek bir yolculuktayız. Amacımız “iki denizin birleştiği yer”e ulaşmak olmalı. Nitekim benim Yaratıcım bana yaptığı rehberlik konuşmasında hikaye anlatacak değil ya! Beni ilgilendiren çok esaslı bir görevimi hatırlatmak için bana konuşuyor: “İki denizi buluşturmak.” Acaba “iki deniz” benim hangi yönlerimi temsil ediyor olmalıdır?
فَلَمَّا بَلَغَا مَجْمَعَ بَيْنِهِمَا نَسِيَا حُوتَهُمَا فَاتَّخَذَ سَبِيلَهُ فِي الْبَحْرِ سَرَبًا
“Fakat iki [denizin] birleştiği yere vardıklarında balıkları bütünüyle akıllarından çıktı ve denize dalıp gözden kayboldu” (8: 61).
Düşünüyorum, acaba benim “balık”ım nedir? Ne zaman bilerek değil fakat onu unutacak kadar “iki denizin birleştiği yer”e ulaşma özlemi dünyamı kapsayacak?
فَلَمَّا جَاوَزَا قَالَ لِفَتَاهُ آتِنَا غَدَاءنَا لَقَدْ لَقِينَا مِن سَفَرِنَا هَذَا نَصَبًا
“Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ beraberindeki genç yoldaşına, ‘yemeğimizi getir, bu yolculuğumuzdan dolayı çok yorgun düştük’ dedi” (18: 62).
Ben de iki denizin birleştiği yere ulaşmak için gösterdiğim gayretlerden dolayı hiç yorgun düştüm mü, ki artık oturup rahat bir yemek hakkım olsun? Peki, acaba yemekleri neydi ki?
قَالَ أَرَأَيْتَ إِذْ أَوَيْنَا إِلَى الصَّخْرَةِ فَإِنِّي نَسِيتُ الْحُوتَ وَمَا أَنسَانِيهُ إِلَّا الشَّيْطَانُ أَنْ أَذْكُرَهُ وَاتَّخَذَ سَبِيلَهُ فِي الْبَحْرِ عَجَبًا
“(Genç yoldaşı) ‘Olacak şey mi, bu’ dedi, ‘O kayanın yanında dinlenmek için durduğumuzda, nasıl olduysa, balığı unutmuşum. Bunu olsa olsa bana Şeytan unutturmuş olacak!” Tuhaf şey, nasıl da yol bulup suya ulaştı!” (18: 63).
Ahh, yemekleri “balık”mış! Yemek bedeni besler değil mi? Genç yoldaş çok üzgün olmalı ki kendisine “balığı” unutturanın Şeytan olduğunu fark etti. Musa’nın gözünde “yemeği, yani balığı” unutmak, bu yolculukta kötü bir şey miydi acaba? “İki denizin buluştuğu yer”i bulmaktı hedef. Fakat balığı unutacak kadar yolculuğa devam etmek acaba doğru bir davranış mıydı? Neden Şeytan ”balığımızı” unuttursun ve bu yolculukta ilerlememizi istesin? Şeytanın beklediği ne olabilirdi?
“İki denizin buluştuğu” denge noktasını hangi istikamette olursa olsun aşmak Şeytanın özelliği olmasın? Çünkü Şeytan herkesi kendisine benzetmek ister, ta ki kendisinin Yaratıcısının iradesine tabi olmamasını haklı göstersin, bunun için herkesi de aynı hataya düşmeye davet eder. “Bak herkes benim gibi” diyebilsin. Bana içinde bulunduğum medeniyetin önemli bir dayatmasını hatırlattı bu hal: “Topluma uy, modayı takip et, sivrilme toplumda, işine bak, gününü gün et herkes gibi!”
قَالَ ذَلِكَ مَا كُنَّا نَبْغِ فَارْتَدَّا عَلَى آثَارِهِمَا قَصَصًا
“(Musa) ‘Demek, aradığımız yer orasıydı!’ dedi. Ve izleri üzerine hemen geri döndüler” (18: 64).
Musa anladı ki, yemeklerini unutacak kadar fazla ileri gitmişler. Hatamızı kabul edip tövbe edelim, geri dönelim hatamızı düzelte düzelte. “İki denizin buluştuğu yer”in dengesini bozmuşuz. Dönelim geriye, denge noktasına!
Ben hayatımda “iki denizi buluşturmak” için hiç bu kadar gayrete girişip yemeğimi unuttuğumu hatırlamıyorum, fakat böyleleri de olabilirmiş. Dikkat etmeliyim!
فَوَجَدَا عَبْدًا مِّنْ عِبَادِنَا آتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِندِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْمًا
“Orada kullarımızdan bir kul buldular ki, katımızdan ona bir rahmet vermiş, tarafımızdan bir ilim öğretmiştik” (18: 65).
Dengeyi bozan her davranışımızdan sonra tövbe (geri dönmek demektir) edip kendime ve Rabbime itiraf ettikten sonradır ki “iki deniz” birleşir! “İki denizin birleştiği” yer burasıymış! Nedir özelliği? Ben sorularımın cevabını arama yolculuğuma çıkarsam ve eğer “yolumu kendim bulacağım” iddiamdaki hatalarımdan tövbe edip dönersem, ancak bu durumda Yaratıcımın bizzat Kendi rahmetinden ve ilminden gönderdiği rehberlik konuşması bana ulaşır. Demek ki, bu ayetteki “ilm-i ledun” diye meşhur olmuş “ilim” bana konuşan Yaratıcımın ”rahmetinden Kur’an vahyi ile bana ulaştırdığı ilim” demek olmalıdır. Çünkü hatırlıyorum ki, Kur’an diğer ayetlerinde kendisini bana şöyle tanıtıyordu: Senin yaratıcın beni bir “rahmet” olarak sana gönderdi. “Ey insanlar! Rabbınizden size bir öğüt ve kalplerdeki her tür (mânevî hastalık) için bir şifa; inananlar için de bir rehberlik ve bir rahmet gelmiştir.” (10: 57.) Ve, “O rahman ki Kur’a’ı öğretti” (55: 1-2.). Demek ki, Kur’an rahman olan Rabbimin ilmindendir.
Şimdi anladım ki, “iki denizin birleştiği yer”de, benim bu dünyada bulunuş maksadımı gerçekleştirmek için bir araştırmaya girişimde, eğer kendime güvenmek yerine Yaratıcımın rehberliğine güvenirsem, Yaratıcımın bana rahmetinden ve ilminden gönderdiği ‘vahiy rehberliği’ ile buluşurum.
قَالَ لَهُ مُوسَى هَلْ أَتَّبِعُكَ عَلَى أَن تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْدًا
“Musa ona: ‘Neyin doğru olduğu konusunda sana verilen bilgiden bana da öğretmen için senin peşinden gelebilir miyim?’ dedi” (18: 66).
“İki denizin birleştiği yer”e dönmem, yani benim için dengeye gelmem gerekir. Kendi kendime yeterli görüp gerçeği ben bulacağım veya tam tersine, zaten gerçek diye bir şey yok, keyfine bak, deyip ‘başıma buruk yaşamayı’ tercih etmemeliyim. Kendimi şartlandırmadan gerçek olana tabi ve teslim olmak için, ifrata ve tefrite, yani her iki yönde de aşırıya gitmeden dengeyi koruma ihtiyacımı kabul etmeliyim. Ne rehber arama yolculuğumda tembellik yapacağım ve ne de yemeğimi unutacağım! Bu denge noktasına ancak bir şartla ulaşılır: Kendi kendime insanî sorularımın cevabını bulmada yetmez olduğumu görüp itiraf etmem! Kıssadan bu mesajı alıyorum!
Bakıyorum, sonu “izm” ile biten akımların fikri temellerini kuran teorisyenlerin hiçbiri insanın muhtaç olduğu gerçeğin, mutlak gerçek olan insanın Yaratıcısından gelmesi gerektiğini haber veremiyor. Hatta bir kısmı “gerçeği zaten bulamazsın ki” deyip, insaniyetin gerçeğe olan susuzluğunu, “Senin gerçeğin bu, kabul et, kendin ile çelişkili yaşamak zorundasın” diye Yaratıcımın rehberliğine olan arayışın önünü kesiyorlar. Hem hiç kimse gerçeği bulduğunu iddia edemez diyor hem de sanki gerçeği bu sonucuyla kendisinin bulduğunu iddia ediyor. Ne yaman çelişki! Gerçeğe susayacak şekilde insanı yaratanı kabul etmemekle, ayrıca gerçeği kendi bulacağı iddiasında inat ettiği için, içine düştüğü çıkmaza Şeytan gibi herkesi davet ederek, kendi inatçı yüreğine su serpiyor. Dikkatli olmam ve ”iki denizin buluştuğu yer”e gitmem gerekir!
Kur’an’da Musa’nın tavrıyla dile getirilen hale ulaşmalıyım. Yani, sonsuz mutluluğa uzanan insanî beklentilerimi tatmin için arayışa çıkmalıyım. Önce hatalı davranışlarımı itiraf edip onları tek tek geri dönerek düzeltme tevazuunu benimsemeliyim. İnat etmemeliyim. Beni Yaratanın beni yalnız bırakmayacağından emin olmalıyım. Bendeki iradenin önünde her daim iki alternatif olduğunu tecrübe etmeme rağmen, sanki iki alternatifim yokmuş da tek yönde gitmek zorundaymışım gibi tavır takınmaktan kaçınmalıyım!
İşte ancak o zaman beni bu dünya şartlarında yaratıp eğitim almama imkan veren Yaratıcımın, bana rahmetinden yapacağı ve ilminden göndereceği rehberliğe aklım, duygularım, kalbim, ruhum açılacaktır.
Bu “iki deniz” ne olabilir ki birleştirilecekleri yeri arayalım? Çok ikiler saymak mümkün. Fakat en önemlilerini şöyle sıralayabiliyorum:
*Yaratılmışlığım, Varlık kaynağım olan Yaratıcı;
*Acizliğim, Yaratıcımın benim yardımıma koşması;
*Kendi kendime yetmezliğim, Yaratıcımın bana sordurttuğu sorulara cevap vermesinin benim için zorunlu oluşu;
*Yanlışlarımda ısrar etmeme kararım, Yaratıcımın affederek karşılık vermesi;
*Bedeni ihtiyaçlarım, sonsuza açılan ruhumun yani insaniyetimin ihtiyaçları;
*Aklımın soruları ya da sorgulama özelliğim, ruhumun Yaratıcısının cevapları yani Yaratıcımın konuşarak verdiği cevaplar (vahiy);
*Maddenin kendi kendine bir özelliğe sahip olmaması (mülk), onlara varlık veren Yaratıcılarının özelliklerinin (esmasının) onlarda yansıyan yönleri (melekût);
*Fani olan ve devamlı değiştirilen madde, baki ve varlığı sabit olan Yaratıcısı;
*Merhamete muhtaç olan ben, rahmeti ile bana muamele ederek ihtiyaçlarımı karşılayan Yaratıcım;
*Hakikatin bilgisinin kaynağının “ben” olamayacağım gerçeği, hakikatin bilgisinin kaynağı olan benim Yaratıcım;
*Ben gerçeği kendi başıma bulamam fakat gerçeğe muhtacım vakıası, gerçeği bildiren olarak Yaratıcım;
*Benim rehberliğe olan muhtaçlığım, Yaratıcımın bu maksatla bana gönderdiği rehberin (resul)un zorunluluğu;
*Abd olan ben, Mabud olan Yaratıcım…
İşte Kur’an bu ve benzeri bütün iki yönlerin birinci kanadını “la ilâhe”, ikinci kanadını ise “illallah” diye özetler.
Özellikleri itibariyle birbirlerinin zıddı ve fakat tamamlayıcısı olan dünya hayatım, bu iki yönü “birleştirmem gereken yer” diye anlıyorum. Bu iki yönü birleştirme kararı alıp almamak, bu maksat ile çalışıp çalışmamak bana bırakılmış bir tercihtir. Seçimime göre bu hayatımı ya mesut kılar, ya da çelişkiler içinde kalıp ruhî ıstırap içinde yaşarım. Tercih benim. Sorumlusu da benim!
Ara not: Kur’an’daki bu ”kıssa”da, iki denizin buluştuğu yerde Hz. Musa “Allah’ın Kendi ilminden öğrettiği ilme sahip kişi” ile karşılaşır. Konu devam eder. Kısaca, “Allah’ın Kendi ilminden öğrettiği kişi” Musa’ya kendisinin bu ilme göre yaptığı uygulamanın gerisinde yatan bilgiye tahammül etmesinin zor olacağını bildirir. Fakat Musa, Rabbinin ilmine muhtaç olduğunun farkında olduğu için ısrar eder. Allah’ın katından ilim öğretilen kişinin uygulamaları karşısında Musa şaşırır ve itiraz ile karşılık verir. Alışkanlıklarından henüz vazgeçmemiş Musa’nın problemi, Yaratıcının ilmindeki olan boyut açıklanınca cevabını bulur, çözülür. Musa Yaratıcının ilmine muhtaç olduğundan emindir artık.
Demek ki, bu iki denizin birleştiği dünya hayatında ben her yaratılanda, Yaratıcının sonsuz ve zaman sınırı tanımayan bilgisini ilk etapta, vahyin eğitimine girmediğim takdirde apaçık göremeyeceğim. Ben kendi hayatımda, bu kıssada açıklandığı gibi, kendi kafama yatmayan yaratılış biçimine hep itiraz ettiğimi hatırlarım. Fakat bu ‘öğretilmiş kişi’ Musa’ya Yaratıcısının mutlaka bilmesi gerektiğini kavramasını öğretir. Demek ki ”O bilerek yapandır” diye anlayıp Onun eğitimine girmem yani kendi kafama göre gitmekten vazgeçmem gerekiyormuş. Değilse, bu dünyayı kendi kendime, Yaratıcımın ilminin yardımı olmadan anlamaya çalışmam, beni yaratılanlara itiraz etmeye sevk eder.
Peki, bu iki deniz birleşince ne olur? Sonucu nedir?
Bu sorunun cevabını Rahman suresindeki meşhur iki ayette bulmaktayız:
مَرَجَ الْبَحْرَيْنِ يَلْتَقِيَانِ
“İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir.” (55: 19).
Bu yaratılış biçimimde ben kendimi bu “iki deniz”in içinde buluyorum. Yaratılış gerçeğimde, her iki denizin de aynı anda önümde bir seçenek olarak durduklarını görüyorum. Ya ihtiyaçlarımı karşılayan bir kaynağa muhtacım, ya da ihtiyaçlarımı karşılayan benim. Ya gerçeğin bilgisini ben kendi başıma bulurum veya hiç bulunmaz olduğunu iddia ederim, ya da gerçeğin bilgisi bana ancak benim Yaratıcımdan ulaşır olduğunu kabul ederim. Ya kendimi “bedenden ibaretim” diye tanımlarım, ya da insaniyetimle yani ‘beden ve ruhumla ben bir insanım’ diye tanımlarım. Ya kendi yolumu kendim çizerim, derim, ya da bana yolu göstermesi için Yaratıcımdan rehber konuşma (vahiy) ve rehber öğretmen (resul) göndermesine olan ihtiyacımı kabul eder ve onları ararım. Siz gerisini devam ettirin. İnsan yapacağı her tercihte kendisini bu iki denizden birinin içine kendini atar.
بَيْنَهُمَا بَرْزَخٌ لَّا يَبْغِيَانِ
“Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmazlar” (55: 20).
Fakat gerçek, hakikat odur ki bu iki alternatif hiçbir zaman birbiri içinde karışık hale gelmez. Ben ya “abd”im ya da “Mabud”um. Hangisini seçeceğim? Biraz ondan biraz bundan olamazlar. Ben ya yaratığım ya da Yaratıcıyım. Ortası, ‘karıştığı bir hal’ yoktur. Yapacağım tercihte biraz hakikat biraz da vehim karışık olamaz. Ya hakka ya da kendi vehmime tabi olurum. Hakikat yok diye iddia ettiğim zaman kendi vehmimle yaşar giderim. Varlık alemi ya kendi kendine var, ya da varlığı verilmiştir. Ortası, ‘karışık olduğu bir hali’ yoktur: Yaratıcı yaratmış da şimdi artık yaratıklar kendileri yaratmaya devam ediyorlar gibi.
Şimdi önemli bir soruya geliyorum: Peki, bu gerçeği kabul ettikten sonra hayatım bana ne kazandırır bu dünya şartları içinde?
Cevabını yine Kur’an verir:
يَخْرُجُ مِنْهُمَا اللُّؤْلُؤُ وَالْمَرْجَانُ
“O ikisinden inci ve mercan çıkar” (55: 22).
Şimdiye kadar okuduğunuz bütün bu yazılanlar bu ayeti anlamak içindi.
Bu “iki deniz”in buluştuğu ve fakat hiçbir zaman karışmadığı şu dünya yaratılış biçimini saptırmadan değerlendirdiğim sürece şu dünya hayatının zevkini, saadetini temsilen Kur’an’da bahsedilen inci ve mercan çıkar hayatımda. Ben çıkartmıyorum dikkat etmeliyim, onlar kendileri hayatımda belirirler, ben de mutluluğu yaşar bulurum kendimi (Kur’an’da sıklıkla mutluluğu temsil etmek için kullanır inci ve mercan; bakınız: 22: 23; 35: 33; 52: 24; 56: 23; 76: 19).
Çünkü bu iki deniz bende buluşurlar. Ben abd’im, Mabuda ihtiyacım var. Ben yaratığım, Yaratıcıma ihtiyacım var. Ben muhtacım, ihtiyacımı karşılayana ihtiyacım var. Ben gerçeği bulamam, gerçeği bana bildirecek olana (Yaratıcımın vahiy ile konuşmasına) muhtacım. Ben öğrenciyim, öğretmene (resule) ihtiyacım var!
Vahyin eğitimine girdiğim kadar vahiyden faydalanabilirim. Yani benim yaratılışımda yerleştirilmiş istidadımı, irademi kullanarak ne kadar vahyin eğitimine tabi tutarak geliştirirsem ancak o kadar vahiyden faydalanabilirim. Ne Yaratıcımın ilminin ve ne de bendeki istidadımın sonuna gelebilirim! Sınırlarımın bilincinde olup ”gerçek bendedir veya gerçek benim” iddiasına girişemem! Ben yalnızca yaratılışın mülk yönünü görürüm, vahyi dinleyip Resulün örnekliğine tabi olursam, yaratılışın melekutiyet yönünü de geliştirdiğim kapasitem kadar (yani, kendi kabım kadar) görebilirim!
Gerçekten sınırsız bir okyanus gibi olan Kur’an’ın öğretmenliğinden anladığım bir damlacığı sizinle paylaşıveriyim de incilerle, mercanlarla tezyin edilmiş bir hayatı birlikte yaşayalım istedim. Fakat incilerle, mercanlarla tadına doyum olmaz bir hayat programını Kur’an’dan çıkarmak benim gibi muhtaç olan bir kişi için kolay olmuyor. Fakat bu sınırlılık gerçeğim, yola koyulmama engel olmamalıdır diye öğreniyorum Resulün (sav) hayat tecrübesinden.
Kendini bile tarif edememiş zavallıların, çaresiz inatçıların kendilerini tatmin etmek için ileriye sürdüğü gerekçeleri, yani “Unutma ki seslerin en itici olanı eşeklerin sesidir.” (31: 19) diye Kur’an’ın tarif ettiği kişilerin sesleriyle kendimi meşgul etmemeliyim. Bir de Kur’an’ı daha çok çalışmalıyım. Şimdi kendimin Kur’an’ı çok ihmal ettiğimi anladım. Rabbim beni affetsin, tövbe ediyorum.