Kur'an Okumaları Usûle Dair

Kâinat Şahitliğinde Kur’an Okuma Denemeleri: Tekasür Suresi-1

Kâinat Şahitliğinde Kur’an Okuma Denemeleri: Tekasür Suresi-1 | Ha-Mim

Kur’an’ın nüzul sırasına göre 16. suresi olan Tekasür’ün kelime manası, çokluğa tamah etmek demektir. Fakat geniş bir mana yelpazesine sahip bu kelime, insanın kendini çok çeşitli ve farklı şeylerle sürekli meşgul etmesi ve zamanını boşa harcamasına da atıfta bulunur. Peygamberliğin ilk yıllarında nazil olan bu sure, Kur’an’ın biz dahil tüm insanların zihinlerine nasıl şekil verdiğinin ilginç bir örneğidir. Bu ayetler, alışılmış dini kavramları hiç kullanmayıp doğrudan doğruya insanın dünya, hayat ve kâinattan ne anladığına değinir. Bunun için de insanı varlığını sorgulamaya, nasıl var edildiğini düşünmeye ve uğruna hayatını feda ettiklerinin kendisine mana verip vermediğini düşünmeye davet eder. Kur’an’ın ve dolayısıyla İslam’ın temelinde ve aynı zamanda insaniyetin de gereği olarak, hayatın manasını anlamak yer alır. İnsan nedir? Nasıl var oluyor? Buraya nerden geldi? Burada bulunmasının gayesi nedir? Soruları, insanlığın varlığı ve hayatı sorgulamasına yol açan temel sorulardır. Kur’an bu sorulara kâinat, Peygamber (SAV) ve insanın kendi insaniyetini de şahit tutarak cevaplar verir. Böylece insanın düşünmesini ve fikrini şekillendirmesini sağlar. Herhangi bir insan, bu temel sorulara cevap bulmadıkça içinde yaşadığı kültür ve medeniyetin değerlerine göre şekillenmiş bir anlayışla hayatını tamamlar.

İnsanın aklen ve kalben mutmain olmaya ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacı gidermenin sonucunda varlığının kendisine kasıtlı olarak verilmiş olduğunu anlar. Modern yaşama biçimleri insanın bu sonuca ulaşmasını çok zorlaştırmıştır. Belirli bilgi ve iletişim biçimleri ve bunları yöneten güçler, insana bir sürünün üyesi gibi davranmayı öğretir. Kalabalığa uyan ve güncel alışkanlıkları benimseyerek yaşayan insanlar ne kendilerini ne de hayatı sorgularlar. Halbuki, her insanın inançla ilgili kendine özgü soruları ve cevapları olmalıdır. Örneğin, insan acıktığı zaman başka birinin bir şeyler yemesiyle karnı doymaz. Bizzat kendisinin gidip yiyecek bulup yemesi gerekir. Aynı şekilde birilerinin varlık ve hayatı izah etmek için bulduğu cevaplar başka bir insanın ihtiyacını gidermez fakat yiyeceklerin benzer olması gibi bulunan cevaplar da benzer olabilir. Ancak bu soruları sorarak cevap arayan bir insanın bulduğu cevapların doğruluğuna ve kendisinin de uygulaması gerektiğine bilinçli bir tercih ile ikna olması gerekir. Önemli olan soruları sormak ve cevabı bizzat aramaktır. İçinde yaşanılan toplumun gelenek ve kültürünü düşünmeden, doğru olup olmadıklarını sorgulamadan benimsemek bu sorulara cevap bulmak manasına gelmez çünkü çoğu insan hiç sorgulamadan topluma uyum sağlayıp hayatını sürdürür. Oysa varlığı ve hayatı sorgulamak her insanın kendi insani görev ve sorumluluğundadır. Çocukların sürekli “neden? niçin?” sorularını sorması tesadüf değildir. İnsan, yaratılıştan sormaya ve araştırmaya meyillidir. Fakat bir insan cevap bulamazsa veya yeterince sorgulamazsa çocukluktan itibaren başkalarını taklit etmeye alışır ve kendisine verilmiş yetenekleri köreltir. Kur’an bu bakımdan insanın zihnine ve psikolojisine hitap eder. Ayetlerin çoğu insanın varlığındaki özelliklerin neler olduğunu ve varlık gayesinin ne olduğunu açıklar. Bu iki unsur, vahiy öğretisinin temelidir. Gündelik alışkanlıklarla yerine getirilen ritüellerin insaniyetin gelişmesine çok bir faydası yoktur. Ancak bir başlangıç olarak değerlidir ve geliştirilmeyi bekler. Zira insan, varlığının hakikatinin farkında olmadan da genel bir kabul ile ritüelleri yerine getirebilir. 

أَلْهَىٰكُمُ ٱلتَّكَاثُرُ

102:1. “Çoklukla övünmek sizi oyaladı.”

حَتَّىٰ زُرْتُمُ ٱلْمَقَابِرَ

102:2. “Ta ki, kabirleri ziyaret edinceye/ölünceye dek devam ettiniz.”

كَلَّا سَوْفَ تَعْلَمُونَ

102:3. “Hayır! İlerde bileceksiniz.”

ثُمَّ كَلَّا سَوْفَ تَعْلَمُونَ

102:4. “Yine hayır! İleride bileceksiniz.”

كَلَّا لَوْ تَعْلَمُونَ عِلْمَ ٱلْيَقِينِ

102:5. “Hayır! Kesin bir bilgiyle bilseydiniz (kaçınırdınız).”

Bu ayetler, bir binanın temeline yerleştirilen köşe taşları gibi inancın temelini tesis ediyor. Aynı zamanda insan psikolojisine de hitap ederek duygu ve isteklerini tarif ediyor. Buradaki tek kelime veya kısa cümleler, insana derin mesajlar taşıyor. İnsan, bu varlık aleminde her neyi görüp yaşıyorsa bir anlık lezzet alıyor sonra her ne yaşadıysa elinden çıkıyor geride anılar kalıyor. Yaşananlardan geriye insana sadece, eğer devşirilebilmişse manaları kalıyor. Dün, yaşandı bitti artık bir daha geri gelmeyecek. Hiç kimse dünkü yaşantılarını geri getiremez. Eğer insan, manaya değil de maddeye odaklanırsa her şeyi ebediyen kaybeder. Varlıkların sadece suretine ve maddesine bakarak hayatına yön veren bir insan kendini kandırır. İnsan, eğer yaşadığı deneyimlerinden elinde hiçbir şey kalmadığına dikkat edip ders almazsa her an yaklaşmakta olan ölüme hazırlıksız yakalanır. Bu durum insanı, içinde bulunduğu anı ve lezzeti yaşayarak kendini meşgul etmeye ve gerçekliğinden uzaklaşmaya veya düşünmemeye alıştırabilir. Buna alışmış bir insan, her an elinden çıkıp gittiğini tecrübe ede ede yaşadığı halde yine de hep bu dünyada kalacak malzemeleri toplamakla meşgul olur. Fakat elinden gittiğini ve sonunda da hiçbir şey kalmayacağını hatırlatan insani duygularının tatminsizliğini sürekli hissederek yaşar ve sonunda ölüp gider. “Kesir” kelimesi çokluk manasına gelir. “Tekasür” ise kendini gittikçe artan sayıda ve çeşitlilikteki meşgalelere boğan “çoğaltma” çabasını ifade eder.

Hayatın güzelliklerine bigâne kalamayız. Bir güzellik karşısında sadece hayrete düşmüş olmak için hayret edilmez. İnsaniyetimizde mündemiç ebediyet duygusuyla ilişkilendirilmediği müddetçe güzellik duygusu bir anlam ifade etmez. Ebedi var olma arzusu, insanı kâinatın devamlı elimizden çıkıp giden ve yalnızca bedenimizle ilgili maddi görünümü ötesinde insani duygularımızda yerleşecek olan “mana yönünü” aramaya sevk eder. Ölünce bitecek olan bir şey için yaşamak anlamlı değildir. Dünyayla kayıtlı kalmak ölünce yok olmaya razı olmak demektir. Oysa insan vicdanı, ebedi yokluğu kabul etmez. Bir milyon yıl yaşasa bile sonunda diğer bir milyon yılı arzu eder ve ebediyen yok olmayı istemez. Hasta olan annemizin hayatını sağlıklı bir şekilde devam ettirmesi için gerekli her türlü imkânları zorlarız. Neden? “Sonunda ölüp yok olacak zaten bırak ölsün” diyemeyiz. Neden? Her insan bu dünyada olanla yetinip yetinemeyeceğini kendisi sorgulamalıdır. İnsan yaşlanmak istemiyor, ölmek istemiyor ve hep mutlu olmak istiyor. Bu özellikler ebediyet arzusunun varlığına delalet eder. Sadece bu dünyada iyi bir iş bulup mutlu bir aile kurarak yaşayıp sonunda ölüp ebediyen yok olmak, insanın isteyeceği bir şey değildir. İnsanın özünde ötelere ve ebediyete uzanma arzusu vardır. Eğer hayat anlamsız ve kötü bir şaka değilse, manasını sorgulamalı ve ebediyetle olan bağlantısını kurmalıyız. Ebediyetle bağlantı kurmak için bedenin ötesinde, insaniyetimizdeki özellikleri kullanmalıyız. İnsaniyetimizdeki bu özellikler, bizim ebediyeti arzulayacak duygularla donatılarak yaratıldığımızı gösterir. Ebediyet arzusunu karşılamak için ebedi bir hayat türünün olması lazımdır. Bu dünyadayken, ebedi hayatın burada mümkün olmadığını her an yeni bir yaratılış türüyle bunun gerçekleşeceğini tecrübe ederek ebedi bir hayata ihtiyacımız olduğunu anlıyoruz. Gündelik dilimizdeki “hayatta kalmaya çalışıyoruz” ifadesi bizim gerçeğimizi dile getirir. Sonu gelmeyecek bir şekilde mutlu olarak hayatta kalmayı kim istemez ki? Kur’an ile Yaratıcımızın gönderdiği mesajdaki “Cennet” vaadinin, bizim bu duygularımızın hedefini gösterdiği açıktır. Kur’an’ın hayatımıza istikamet verdiğini anlıyoruz. İnsanın sonsuz mutluluk için yaratıldığını bütün duygularımız haykırıyor, kendini şartlandırarak sağırlaşanlar hariç, herkes bu sesi içinde hisseder. Kur’an bu haykırışın hedefini bir isim vererek gösterir. Seni Cennete namzet olsun diye yarattım, kendini ‘beden’ olarak değil, ‘insan’ olarak tanı. “Ey insan kendini bir kitap gibi oku!” (17: 14) der.

Dünya şartlarında ebedi mutluluk ve lezzet yaşamak istesek bile bedenimiz buna uygun değildir. Bir müddet sonra iyice yaşlanıyoruz ve yıpranmış organlarımız düzgün çalışamaz oluyor. Bu haldeyken nasıl sonsuz lezzetleri yaşayabiliriz? Demek ki varlığımız bedenimizle sınırlı değil. Bizi var eden Yaratıcımızın hem ebediyet arzusunu verip hem de bunu karşılamaması hikmetsiz olur. Bu kâinatın özellikleri ve varlık biçimi, Yaratıcının hikmetsiz bir şey yaratmadığına şahittir. Öyleyse bizim ebediyet arzumuz da karşılanacaktır ama yeni bir yaratılışla bu gerçekleşebilir. Çünkü bu dünya şartlarındaki varlığımız ebediyen mutlu olarak yaşamaya uygun değildir. Halbuki, her alışverişimizde en güzelini ve en dayanıklısını seçeriz; geçiciliği, mutsuzluğu tercih ederek yaşamayız. Bu dünyadayken sadece ebediyeti isteme özelliğimiz var, fakat onu yaşama imkânımız yoktur. Hal böyle iken öldüğümüzde toprağa giren bu ebediyet arzusuna benzeyen insani özelliklerimiz değil, yalnızca bedenimizdir. İnsani özelliklerimiz ebediyeti ister ve bu dünyayla sınırlı kalmaz. Hücreler, yalnızca bedenimizin yapı taşlarıdır. İnsaniyetimizin veya duygularımızın, bilincimizin yapısı, beden hücrelerinin yapısından ontolojik olarak farklıdır. Ruh farklı bir varlık türüdür. Beden ise cismen bu dünyadaki maddelere benzer. Dünyanın maddesinden olan, dünyanın maddesinde kalır. Dünyanın maddesinden tamamen farklı bir varlık olan ruh ise kendi alemine gider. Dolayısıyla, beden kabre girer ruh ise ebediyet arzusunu tecrübe etmek üzere bedenden ayrılır. Artık bir madde yığını olan beden canlılığını kaybedip çalışmaz hale gelince, madde olmayan insan duyguları da yeni bir bedene ihtiyaç duyar. Kur’an’ın “Eğer Yaratıcınız dilerse sizi yok eder ve yepyeni bir yaratılışla tekrar var eder” (35: 16) ayetiyle haber verdiği gibi yepyeni bir beden ile ruhumuz buluşturulmalıdır. Değilse, sonsuz mutluluğu vererek böyle bir yaratılış vaadinde bulunan Yaratıcımızın kendi vaadiyle çelişeceğini zannederek yaşamak, yaratıcıyı tanımayıp kendimizi inkâr etmek olur. Bu da kendi gerçeğimizle çelişmek manasına gelir.

Dünyadaki bu varlık biçiminin ebediyeti karşılayacak nitelikte olmaması, ebedi nitelikte bir yeni yaratılışın olacağına delalet eder. Zaman kavramı bu kâinat şartlarında varlıkların sürekli yenilenmesinin ifadesidir. Bir elma yediğimizde aldığımız tat ve lezzet elmanın kendisinden değildir. Elma cismen çürür ve toprağa karışır niteliktedir fakat elmanın tadını maddi bir varlık olan dilimiz aracılığı ile insani duygularımız algılar ve bu tat hafızada kalır. Elma çürüse de bu tat kaybolmaz. Elmanın lezzetini ebediyen alma arzusu da kaybolmaz ve insanla birliktedir. Elma, cismen ebediyet duygusunun tecrübe edildiği yerdir. Alınan tat elmaya ait değildir onu Yaratana aittir. Elmanın maddesi, maddi olmayan tadın varlık kaynağı olamaz. İnsan bedeni de buna benzer biçimde ebediyeti tatma yeridir, ebediyetin varlık kaynağı değildir. Ebediyet bu kâinatın ötesindedir. Tıpkı bir tablodaki güzelliğin boya ve tuvale ait olmaması gibi ebediyet de mana cinsinden olup dünyayla sınırlı değildir.

İnsan varlığının kaynağını ve ne için var olduğunu kesin bir bilgiyle (ilmel yakin) bilmek ister. Materyalist yaklaşım, her şeyin bir kara deliğe doğru sürüklenip yok olduğunu iddia eder. Kara delik nedir? Maddenin ebediyen yok olması manasında kullanılan bir terimdir. Peki, gerçekten öyle mi? Kabre giren beden gibi maddenin kara deliğe düşmesine rağmen, maddede gözlemlediğimiz özelliklerin hala evrende varlığının devam etmesi, onların varlıklarıyla bize haber verdikleri Var Edicinin Özeliklerinin devam ettiğinin kanıtıdır. Burada bulunan her şey tamamen anlamsız ve rastgele hareket eden parçacıkların eseri mi? İnsani beklentilerimizin karşılanması gerekiyor. Nereden gelip nereye gidiyor olduğumuza cevap bulmalıyız. Elmadan aldığımız tadın elmaya değil onu tadıyla birlikte Yaratana ait olması gibi bizim varlığımızın manası da varlığımızı Yaratana aittir. Tıpkı sanat eserinin sanatçıya ait olması gibi. İnsaniyetimiz yeme, içme gibi hayvani faaliyetlerin ötesini yani yaşamanın manasını arar. Buradaki yaşantıların nihai amacı bu özelliklerin işaret ettiği, kâinat türünden olmayan, mutlak nitelikleri olan Yaratıcıyı tanımaktır. Dünya hayatını tecrübe ederek Yaratıcımızın özelliklerini fark ediyoruz. Bir resim tablosunu sevmekle, orada sergilenen sanatı, boya ve diğer malzemelere değil ressama atfetmiş oluruz. Buna benzer biçimde, bu dünyada şahitlik ettiğimiz her şeyi onların varlık kaynağı olan Sanatkâra atfettiğimizde duygularımızı onların manası ile buluştururuz.

İnsan ruhen, kendisine mana veren kaynağa yani Yaratıcısına ait olduğunu anlamak ister. Bu dünyada sadece bedenle kayıtlı kalmak ona anlamlı gelmez. İnsaniyet tarafı ebediyeti isterken kâinattaki her varlık geçiciliği ve fenayı ilan ediyor. Bu çelişik halden kurtulmanın yolu, varlığı ve ondaki manayı sorgulayarak, maddi sınırların ötesinde maddenin yaratılışında gerçekleşen o maddenin Sanatkarına işaret eden yönüne geçebilmektir. Fakat maddi sınırlar içerisindeki varlıklarda bulunan çokluk ve onlara duyulan tamah, eğer onların varlığındaki anlamlı mesajlar okunmazsa, insanı bu yola girmekten alıkoyabilir. Ev, araba, yeme-içme, giyim-kuşam, tanınırlık, unvan, mevki-makam, para, güç gibi insanı cezbeden ne varsa ruhun aradığı ebedi huzuru veremez. Ebedi mutluluk ihtiyacı karşısında bütün bu çeldiriciler anlamsız ve insanı terk edip giden vefasız varlıklardır. İnsan bunlar için değil, kendine ebedi huzuru sağlayacak olan Varlık Kaynağını tanıma ve O’na yaklaşma gayreti için tamah etmelidir. Daha fazla huzur ve daha fazla emniyet istemelidir. Çünkü, insanın gerçekte aradığı ebedi mutluluktur. Geçicilik, insanı terk edip gidiyor. Varlıkların madde itibariyle faniliği aynı zamanda insana mesajdır. İnsan bu dünya şartlarında her neyi mutluluk ve huzur kaynağı olarak görürse bir süre sonra onun kendisini terk ettiğini görüyor. Parlak manalar verecekmiş gibi görünen ne varsa, bir müddet sonra sönmeye başlıyor. Oysa insanın ruhu, sönüp giden şeyleri sevmez. Mutlu edecek diye yediğimiz yemek, yediğimiz anda bizi terk etmeye başlar. Sonsuz olarak bizde kalsın istediğimiz lezzet, ancak o lezzetin Yaratıcısının sonsuz lezzet yaratma özelliğinden geldiğini fark edersek, bizim duygularımıza cevap verebilir. Demek ki insanın aradığı, bu varlıkların ötesinde ve mana alemindedir. Mana veren ise varlıkları var eden Yaratıcının özeliklerinin yansımasıdır. Her varlıkta yansıyan özelliklerden onu var eden Sanatkâra ulaşabilmek, insana ebedi huzurun kapısını açar. Dünyada tecrübe ettiği her şey, kendisini ebedi mutluluğa ulaştıracak Yaratıcısını tanıması gerektiğine işaret eder.

*Islam From Within Youtube kanalında yayınlanan “Quran-Universe Parallel Reading: Chapter Takathur – Part 1 –03/06/19” başlıklı video kaydı çalışılarak hazırlanmıştır.

Yazar hakkında

Yunus Erkan

Yorum yazın