Ders Notları

Kur’an’daki “Mîzân” Kavramının Kapsamı: Meleke-i İlmî

Kur’an’daki “Mîzân” Kavramının Kapsamı: Meleke-i İlmî | Ha-Mim

Ha-mim’de geçtiğimiz hafta sonu (05. 08. 2023) yapılan Divan-ı Harb-i Örfî dersinde, “Kırk Dokuz Sene Evvel Devr-i İstibdâd ve Said Nursî” başlıklı bölümün müzakeresine devam edildi. Burada siyah puntolarla yazılan “Dört nokta şüpheyi davet etmiş; onları, bilerek bazı hikmet-i hafiye için yapmışım” şeklindeki kısmın “İkincisi” diye başlayan şu paragrafı ile ilgili olarak önemli müzakereler paylaşıldı:

“Ulema ile olan münazaramdır. Onun sebebi İstanbul’a geldim, gördüm ki; sair şuabâta nisbeten medâris terakki etmemiştir. Bunun da sebebi; kitaba nazarla istinbât-ı mes’ele etmek olan isti’dadı, meleke-i ilim yerinde ikâme olunmuş. Ve talebelerde adem-i münazara ve sual ve cevap sebebiyle; şevksizlik ve melekesizlik ve atalet gibi bazı hali intâc etmiş…” (Divan-ı Harb-ı Örfî, [Eski Said Dönemi Eserleri içinde], İstanbul 2017, s. 142.

Metin, görüldüğü üzere medrese eğitiminin diğer eğitim kurumlarına göre geri kaldığını zikredip bunun sebeplerine değiniyor. Başlıca sebep olarak da medreselerde kitaba bakarak “mesele istinbât etme”nin “meleke-i ilim” yerine konduğuna, öğrenciler arasında soru-cevaba dayalı olarak münazaraya yer ver verilmediğine, bunun sonucunda da öğrencilerde şevk ve motivasyon kaybı ile tembelliğin devreye girdiğine dikkat çekiliyor. Metnin devamında medrese eğitiminin eksiklikleri daha derin tahlile tabi tutularak, bunun üzerinden nitelikli ve güçlü eğitim usullerinin neler olduğuna işaret ediliyor. Derste bu konularla ilgili olarak gerek moderatör gerekse katılımcılar önemli tefekkürler paylaştılar. Ben bunların tamamını ilgili video kaydına havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=cRGj48HZmR0) “meleke-i ilim” terkibi üzerinden yapılan tefekkürlerin bir kısmına işaret etmek istiyorum.

Düşündüğümüzde anlıyoruz ki, Allah sadece alış-verişlerdeki ölçü ve tartıdan bahsetmiyor. Şöyle diyor: Kainatta mîzân var, ölçü var, adalet var. Sen de devamlı ölçülü ol, adaletli ol. Adalet sadece mahkemelerde aranan bir özellik değildir. Hayatın her alanında adaletli ol, ölçülü ol. Her konuda adaletli ol, ölçülü ol. Kainatla, kainattaki varlıklarla ilişkilerinde adaletli ol, ölçülü ol. Kainatın Yaratıcısının özelliklerine şahitlik yapan eşyanın değerini bil, onlara haksızlık yapma, adaletsiz davranma. Basit şekilde, ‘Sizi de yaratan var’ veya ‘siz anlamsız, kendi kendine gelişmiş madde yığınısınız’ deyip geçiştirme. Onların haklarına tecavüz etme. Onların varlıkları ile Yaratıcıları hakkında sunduğu mesajının hepsinin hakkını ver. Dolayısıyla kendi nefsanî menfaatine gelince, ‘Ben şunu yaptım, bunu yaptım’ diye kendi payını artırma. Yaratıcının payına gelince onu da ya inkar edip veya genel bir ifadeyle geçiştirerek azaltma, eksiltme.

Moderatör “meleke-i ilim” terkibinin en alt bir kategorizasyon olarak “teorinin pratiğe yansıması” şeklinde anlaşılabileceğini belirtti. İlmin ya da bilginin teoride kalıp pratiğe yansımadığı sürece somut sonuçların elde edilemeyeceğini vurguladı: “Mesela inşaat mühendisliğinde, ‘şu kadar kalınlığında bir sütun şu kadar ağırlığı taşır’ diye bir bilgiye ulaşan öğrenci, sütun sayısının ne kadar olması gerektiğini araştırır, onların taşıyacağı ağırlığı hesaplar, orada kalırsa fiilen inşaat yapılmış olmaz; oysa önemli olan inşaatı yapmaktır. Bunu mesela ilahiyat alanına taşıdığımızda, ‘Bak kainatta her şey ne kadar ölçülü, adaletli, sen de ölçülü ol, adaletli ol’ der, orada kalırsam pratiğe gelmemiş olurum. Oysa önemli olan buradan pratiğe gelerek benim de hayatımın her alanında adaletli ve ölçülü olmamdır. Meleke-i ilim terkibiyle buna işaret ediliyor diye anlıyorum.”

Bunun üzerine bir müzakereci şunu paylaştı: “Ben bu yaklaşıma bir ilavede bulunmak isterim. Medrese ürünü olan çalışmalara baktığımızda genelde fıkhî hükme işaret etmekle yetinildiği görülüyor. Mesela az önce verilen örnek üzerinden giderek Mutaffifîn suresinin ilk ayetlerine bakalım: ‘Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar insanlardan bir şey ölçüp aldıkları zaman tam ölçerler. Fakat kendileri onlara bir şey ölçüp yahut tartıp verdikleri zaman eksik ölçüp tartarlar’ (83: 2-3). Yani bazı insanlar bir şey satarken daha az ürün vermek için, -eskiden öyle yaparlardı-, mesela ürünü hızlıca teraziye koyar, böylece ağır gelmesini sağlar, daha az ürün verirlerdi. Veya mezura ile kumaş ölçerken kaydırmak suretiyle 5-10 cm. daha az kumaş verirlerdi. Medresede bu şöyle öğretiliyor: ‘İşte bu yanlıştır, ölçerken ve tartarken dikkat etmek lazım, harama girmemek lazım’. Bu sonuç elbette yanlış değildir ama burada kalındığında ‘meleke-i ilim’ haline gelmiş olunmuyor. Bu hükmü ilgili benzer alanlara taşıyarak etraflı tahlillere girmek gerekiyor. Esasında ayetler bunun işaretini de veriyor. Mutaffifîn suresinde hem bir şeyin alımı hem bir şey satımı sırasında ölçü ve tartıya dikkat etmek gerektiği söylenirken, ayetlerin devamında insanların alemlerin Rabbinin huzurunda hesap vermek üzere diriltileceklerine değinilip füccârın (geçeği saptıranlar) kayıtlarının ‘siccîn’de (en adilerin kayıtlarının arasında) olacağı belirtiliyor. Önce ‘ne alakası var’ diyorsunuz, sonra düşününce buradaki ölçü ve tartıya dikkat etmenin ticarî hayatla sınırlı olmadığını, olmaması gerektiğini anlıyorsunuz. Veya paralelindeki başka bir sureye atıf yaparsak, Rahman suresinde şöyle deniliyor: ‘…Semayı yükseltti ve ‘mîzân’ı, ölçüyü koydu. Siz de ölçüde haddi aşmayın. Tartıyı adaletle yapın, teraziyi eksik tutmayın’ (55: 7-9). Önce göklerde her şeyin ölçülü, dengeli olduğu belirtiliyor, ardından bizim de alım-satımlarda ölçüye dikkat etmemiz isteniyor. Eğer meleke-i ilim söz konusu olmazsa bunu fıkhî bir hüküm olarak söylüyor, ‘aman ticarî ilişkilerde dikkat edelim’ diyerek sınırlıyoruz. Oysa ayet göklerdeki ‘ölçü’, ‘adalet’ ve ‘denge’ye dikkat çektikten sonra bu hükmü söylüyor. Kaldı ki şimdi artık her şey mekaniğe döndüğü için alış-verişlerde ölçerken ve tartarken hile yapmak da mümkün değil. O halde bu ayetlerin arka plânına, bize verdiği evrensel mesajlara odaklanmamız lazım. Bu da meleke-i ilim ile gerçekleşir.”

Müzakereci şöyle devam etti: “Düşündüğümüzde anlıyoruz ki, Allah sadece alış-verişlerdeki ölçü ve tartıdan bahsetmiyor. Şöyle diyor: Kainatta mîzân var, ölçü var, adalet var. Sen de devamlı ölçülü ol, adaletli ol. Adalet sadece mahkemelerde aranan bir özellik değildir. Hayatın her alanında adaletli ol, ölçülü ol. Her konuda adaletli ol, ölçülü ol. Kainatla, kainattaki varlıklarla ilişkilerinde adaletli ol, ölçülü ol. Kainatın Yaratıcısının özelliklerine şahitlik yapan eşyanın değerini bil, onlara haksızlık yapma, adaletsiz davranma. Basit şekilde, ‘Sizi de yaratan var’ veya ‘siz anlamsız, kendi kendine gelişmiş madde yığınısınız’ deyip geçiştirme. Onların haklarına tecavüz etme. Onların varlıkları ile Yaratıcıları hakkında sunduğu mesajının hepsinin hakkını ver. Dolayısıyla kendi nefsanî menfaatine gelince, ‘Ben şunu yaptım, bunu yaptım’ diye kendi payını artırma. Yaratıcının payına gelince onu da ya inkar edip veya genel bir ifadeyle geçiştirerek azaltma, eksiltme. Eğer böyle yaparsan füccârdan yani fâcirlerden olursun. Karşılığını da görürsün. Eğer böyle yapmayıp kainatla ilişkinde, kainatın Yaratıcısı ile ilişkinde -deyim yerindeyse- hak-hukuk gözetirsen, adaletli, ölçülü olursan ‘ebrâr’dan olur, karşılığını görürsün… İşte bu medrese ilminin ötesinde, konunun fıkhî boyutunun ötesinde meleke-i ilim oluyor diye anlıyorum.”

Önemli olan ilmin ya da bilginin bize mal olması, özümsenmesi ve içselleştirilmesidir. Anladığım kadarıyla ‘meleke-i ilim’ bir adım daha ileri giderek bunun ustalık ve maharetle ilgili alanlara taşınarak daha kapsamlı, daha etraflı tahlillerle zenginleştirilmesidir. Zira bilindiği gibi “meleke” tabiri sözlükte “yatkınlık” anlamına geliyor. Meleke-i ilim bu anlamda ilimle gelen hakikatin ilgili bütün alanlara kolayca, insiyakî olarak, zorlama yorumlara girişmeden yaygınlaştırılması, teşmil edilmesi anlamına geliyor. Meleke haline gelmeyen ilim iğreti bir malumat olarak kalıyor, insanî pratiğimize yansımıyor.

Ders bu minvalde canlı tefekkürlerle devam ediyor. Ben kendi adıma dersten çok istifade ettim. Zira ilim yahut bilgi dediğimiz şey nakillerden ibaret değildir. İster medresede ister başka yerde, nerede yapılırsa yapılsın ilim nakli yanlış olmamakla beraber insanı kemale eriştirmiyor. Önemli olan ilmin ya da bilginin bize mal olması, özümsenmesi ve içselleştirilmesidir. Anladığım kadarıyla ‘meleke-i ilim’ bir adım daha ileri giderek bunun ustalık ve maharetle ilgili alanlara taşınarak daha kapsamlı, daha etraflı tahlillerle zenginleştirilmesidir. Zira bilindiği gibi “meleke” tabiri sözlükte “yatkınlık” anlamına geliyor. Meleke-i ilim bu anlamda ilimle gelen hakikatin ilgili bütün alanlara kolayca, insiyakî olarak, zorlama yorumlara girişmeden yaygınlaştırılması, teşmil edilmesi anlamına geliyor. Meleke haline gelmeyen ilim iğreti bir malumat olarak kalıyor, insanî pratiğimize yansımıyor. İfade etmek gerekir ki derste ayetlerin üzerinden verilen örnek benim için yeterince aydınlatıcı oldu. Hatta buradan hareketle şöyle bir sonuca ulaştım: İmanî bilgi bile meleke haline gelmiyorsa kuru, zayıf ve iğreti halde kalıyor, meleke haline gelen “ilm-i imanî” ise hem bütün alanları kuşatıyor hem bütün insanî duygularımızı sarıyor. Bu ise bir müzakerecinin dile getirdiği gibi olup-biten ve hemen son şeklini alan bir olgu değil, hayat boyu devam eden, giderek güçlenen ve artan bir süreç olarak görülüyor.

Allah razı olsun.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın