Kainat ve İnsan

Bereket Kavramını Nasıl Anlamak Gerekir?

Bereket Kavramını Nasıl Anlamak Gerekir? | Ha-Mim

Evren deterministik değildir

Mühendislikte kullanılan hesaplamalar değişmez kurallara göre yapılır ve fakat her ev, her makine farklıdır. Her canlı, düzenin belli kurallarına göre büyür, fakat her yavru, her filiz diğerinden farklıdır. Her insana aynı organlar verilmiştir, fakat her insanın organları biraz da olsa farklı çalışır. Her insan aynı yüz organlarına (ağız, diş, yüz, kulak, burun, göz, kaş vs.) sahip kılınmıştır, fakat her insanın yüz görünümü farklıdır. Herkes konuşur fakat herkesin ses tonu ve konuşma şekli farklıdır. Her galaksi aynı kurallarla var edilmiştir fakat her birinin şekli, yıldızlarının özellikleri ve sayısı farklıdır. Güneşin etrafındaki gezegenlerin hepsi belli bir kural ile dönerler fakat her birinin dönüş hızı ve yörüngesi farklıdır.

Bunlar neyi gösterir?

Bu dünya deterministik (varlığı kendiliğinden sabit, monoton ve değişmez) bir varlık âlemi olamaz. Kâinat var edilmeye muhtaçtır, kendisini var edecek hiçbir özelliğe sahip değildir. Kâinatın varlığına karar veren bir Kaynak olmalıdır. Niçin? Çünkü bir taraftan düzende bir değişiklik görmüyoruz, fakat bir taraftan da düzen içerisinde varlık verilen eşyanın hiçbiri diğerinin aynısı değil.

Kâinatta iki boyutlu bir düzen görülüyor. Kâinatın bir anlık varlığına baktığımızda, görüyoruz ki her şeye bir düzen içerisinde varlık veriliyor. Fakat bu düzenli varlık devamlı değişikliğe tabi kılınıyor. Mesela, insan organları bir düzen içinde çalışırken, bu organlar daima biraz farklılıkla daha yaşlı halde var ediliyor. Yani varlıkta sabitlik yok, daimî bir değişikliğe tabi kılınma var. Zaman içindeki değişiklik de bir düzen içinde gerçekleşiyor.

Varlık aleminin yapı taşlarının, kendilerine varlık verecek, tercih yapacak bir özelliğe sahip olmadıklarını gözlemliyoruz. Bu sonsuz düzenlerin Kaynağı, varlık alemi cinsinden olmayan, Mutlak (Sınırlanamayan) bir İrade olmalıdır. Mutlak İrade ise zaman ve mekân ile sınırlı olamaz. Bilakis zamanın ve mekânın varlık kaynağı olan, zamansız ve mekânsız bir İrade tecellisi olmalıdır bu alem.

Böyle Mutlak bir İrade, evreni bir düzen içerisinde, insanların deneyimledikleri zamanı ve mekânı aynı anda içerecek şekilde var etmiş olmalıdır. Bizim için sebepler zincirini takip etmek söz konusu iken, O’nun için bütün sebepler zincirini bir anda var etmiş olma söz konusudur. Çünkü Mutlak’ın yaratma işlemi, tanım gereği, sınırsız olmalıdır. İnsanlar ise düzen içinde var edildikleri için düzene tabi olmak zorundadırlar. Yani, zaman ve mekân sınırlamalarına tabi olmaktan başka bir seçenekleri yoktur.

Benim, bana göre gelecekte yapacağım bir tercihin sonucunda yaratılacak diye beklediğim netice, Düzenin Yaratıcısının İradesinde zaten zaman ve mekân sınırı olmaksızın vardır. Evren zaman ve mekânı aynı anda içeren bir “paket” halindedir. İnsanı hür seçim özelliği vererek Yaratanın İradesi ile insanın iradesinin yaptığı seçimler arasında tam bir zıt ilişki olmak zorundadır. Yaratan’ın İradesi ve Bilgisi zaman ve mekâna tabi olmaması zorunlu iken, insanın hür seçim yapan özelliği ve bilgisi zaman ve mekân içinde gerçekleşmek zorundadır. İnsan, mekânı zaman içinde algılarken, Yaratıcı hem mekânın ve hem de zamanın Mutlak Varlık Kaynağı olması nedeniyle, zamana tabi olmadan varlık “paket”inde ne varsa, hepsinin Varlığını İrade eden olmalıdır. Bu zıtlıkların, biz insanların içinde yaratıldığımız düzene tabi olarak algılama yapmaya alışmış olmamızdan dolayı kavranması zor gibidir. Fakat Yaratıcı ve yaratık tanımları, yani Mutlak ve sınırlı tanımları bilinçli bir şekilde yapılırsa insan için anlaşılması hiç de zor olmayan bir kavramlaştırmanın söz konusu olduğu görülür.

Mutlak olması zorunlu olan Yaratıcı, benim zamana tabi olarak yapacağım tercihin sonucuna göre, zamanı ve mekânı aynı anda içeren bir düzen kurmuş olması gerekir. Benim geleceği bilememem, Mutlak İrade’nin de geleceği bilememesi anlamına gelmez. Bu zıtlık Mutlak’ın ve bağımlının tanımları gereği zorunludur.

Bir başka deyişle, Mutlak İrade için ancak bir anda gerçekleşen Var etme söz konusu olur. İnsan ise zaman içerisinde sonsuz varlık tercihlerini izler. Mutlak Olan ile zaman ve mekâna bağlı olan yaratık arasındaki fark da sonsuz olmak zorundadır. İnsan mantığı bu zıtlığı anlayabilecek kabiliyette yaratılmıştır. Her ne kadar deneyimlerimizle Mutlak’ın mahiyetine ulaşamasak bile, alışkanlıklarımızı ve dolayısıyla ön kabullerimizi sorgulayarak bu anlaşılması kolay meseleyi mantıken kavrayabiliriz. Yeter ki açık fikirli ve şartlanmamış olalım.

Demek ki, biz yaratıklar, kâinatı zaman içinde seyrederken, adeta sonsuz sayıda özelliklerin sınırsız bir şekilde tecelli ettiğini görüyoruz. Her bir varlığı, her bir anında yepyeni bir varlığa büründürülüyor olarak gözlemliyoruz. Bir örnek ile anlayalım: İnsanlar, bilgisayar belleğinde kayıtlı üç saatlik bir filmi ancak bu kadar süre boyunca seyretmeleri sonucunda filmin içeriğini takip edebiliyor. Oysa filim bir bütün halinde bellekte kayıtlı. Kâinatın Yaratıcısı ise, Yaratıcı olmanın tanımı gereği, Mutlak, Sınırsız olması nedeniyle, zaman ve mekân boyutlarının tümünü bir anda ihata eder, O’nun için önce ve sonra, geçmiş ve gelecek gibi kavramlar söz konusu olmaz.

Yaratma, zamanı ve mekânı aynı anda varlık aleminde sergileme demektir. Mutlak olandan başka hiçbir şey yaratma özelliğine sahip olamaz. Yaratıklar ise kendilerine verilen kabiliyetlerin sınırları dahilinde, yaratılanlar arasından hür bir şekilde seçim yapma özelliğini kullanırlar. Fakat hiçbir şeye varlık veremezler.

Evrendeki düzenin bilebildiğimiz ve bilemeyeceğimiz yönleri

Yaratılış düzeninde insanların tespit etmelerinin mümkün olduğu ve mümkün olmadığı iki ayrı alan vardır: a) Düzenin değişmez kanunları. Buna yaratılış kuralları diyoruz. “Su yüz derece sıcaklıkta normal bilinen şartlarda kaynar” örneğinde olduğu gibi. b) düzenin değişmeyen kanunları kadar bize berrak olmayan özel kanunlar. Mesela, tohumu eken ve belli miktar ürün alacağını uman bir çiftçinin, bir kuşun veya kurdun gelip de o tohumu yiyip yemeyeceğini bilememesi gibi.

Risale-i Nurlar’da bu ayırım için geliştirilen iki kavram var: aa) “kader-i bedihî” (kâinattaki düzenin kanunlarının insanlar tarafından tespiti yapılabilen yaratılış şekli); bb) “kader-i nazarî” (İnsanlar tarafından öğrenilebilen sabit yaratılış kanunları dışında gerçekleşen yaratılışlar).

Şu veya bu oranda diğer canlıların da iradelerini kullanarak yaptıkları tercihlerin sonuçlarını biz insanlar kesin olarak tespit edemiyoruz. Çünkü onlar da iradelerini kullanmada hürdürler, yani robot gibi değiller. İnsanlar böyle bir yaratılış türünün olduğunu da gözlemleriyle biliyorlar. Fakat bu yaratılış türünün nasıl gerçekleşeceğini bilemiyorlar.

Örneklendirelim: Bir otomobilin ömrü diyelim ki 20 yıl. Kullanılan maddeler bu süre kadar dayanacak şekilde imal edildi: “kader-i bedihî.” Fakat bu otomobilin bir sarhoş sürücü tarafından çarpılarak bir hafta sonra kullanılmaz hale gelmesi de söz konusu: “kader-i nazarî.”

İşte, biz insanların bilemeyeceği “kader-i nazarî”nin tamamen Mutlak Yaratıcının Bilgisi dahilinde kâinatın yaratılış düzeninde yerleştirildiğini Mutlak olmanın tanımı gereği anlıyoruz. İnsanların şu dünyada yapmış olduğu tercihlerinin sonuçlarını bu dünya şartlarında kesin kurallara bağlayamayacağımızı da unutmamalıyız.

Bir ara sonuç: Kader-i nazarînin hangi durumda nasıl gerçekleşeceğini biz insanlar bilemeyiz. Fakat ne ki vardır, yaratıktır ve dolayısıyla Mutlak Olan Yaratıcının bilgisinde olması zorunludur. Değilse, kâinatın varlığını izah edemeyiz. Bilmeyen yaratamaz.

Evrenin düzenindeki kanunların bilinebilen yönüne (kader-i bedihîye) bakarak insan ümitle tercihlerini yaptığı halde bu tercihlerin sonuçlarının farklılığını görür. Düzen anlamlı sonuçlar verecek şekilde kurulduğuna göre, farklılığın olması kastedilmiştir, rastlantı sonucu olamaz. Bu farklı sonuçlar Yaratan’ın İlmi ve İradesi altında gerçekleşmiş olmalıdır. Varlığın rastlantı sonucu gerçekleştiğini ve düzenin kasıtsızlığını iddia edecek elimizde hiçbir delil yoktur.

Bu temel prensiplerden sonra “bereket” kavramını anlamaya ve açıklamaya başlayabiliriz

“Bereket” Kavramı

Evrende hiçbir şey varlığını koruyamıyor. Her şey bir düzen içerisinde sürekli değişime tabi tutuluyor. Düzen sabit kurallara dayanmasına rağmen her bir varlık diğerlerinden birazcık da olsa mutlaka farklı özelliklerle var ediliyor. Bilinen örneğiyle, her bir kar taneciğinin şekli mutlaka diğerlerinden farklı gerçekleşiyor. Bir portakal ağacını tanıyabiliyoruz. Bu bir portakal ağacı diyebiliyoruz. Diğer ağaçlarla karıştırmıyoruz. Fakat her portakal ağacı diğerinden farklı ve o portakal ağacının her bir yaprağı diğerlerinden farklı olarak var ediliyor. Demek ki, her bir varlık özel bir muameleye tabi tutuluyor.

Düzenin kuralları değişmiyor. Fakat bu değişmeyen düzen içinde her bir varlık her an birazcık da olsa değişik var ediliyor. Demek bu düzene ve eşyaya Varlık Veren her bir şeyi var ederken aynı zamanda sayısız varlıkların her biri için özel karar veriyor. Sayısız yaratma işlemini birbirine engel olmadan, sıraya koyarak değil de aynı anda gerçekleştiriyor. Böyle bir yaratma işlemini gerçekleştirenin Mutlak olması gerektiği sonucuna ulaşmak insan için kaçınılmazdır.

Şöyle özetleyebiliriz:

*Evrendeki düzenin kuralları sabittir.

*Her şey devamlı değişiyor, hiçbir şey varlığını koruyamıyor, demek ki Var Eden onları devamlı değiştiriyor.

*Hiçbir şey bir diğerinin aynısı değildir.

*Evrene Varlık Veren her bir şeye aynı anda değişik bir varlık vererek Kendisinin Mutlak olduğunu gösteriyor.

Böyle Mutlak bir Yaratıcı, evrenin düzenine koyduğu kuralların mahkûmu olmadığını, hem değişmeyen düzenin Kurucusu olduğunu ve hem de Sınırsız Hür, Mutlak İrade Sahibi olduğunu biz insanlara bildiriyor.

Demek ki, bu evrenin var ediliş maksadı Yaratıcısının Mutlak olduğunu tanıtmaktır. Bu maksadı gerçekleştirmek üzere, her şeyi özel olarak Yaratanın, bilinçli yarattığı insanlarla bu yaratılış koşulları içerisinde özel ilişkiye geçmesi beklenir. Bu ilişkinin iki boyutlu gerçekleştiğini her insan kendi deneyimiyle anlar:

i. İnsan varlık alemiyle bedenen ilişkiye geçerken, düzenin kurallarına göre muamele görür. Örneğin, suyu yüz derecenin altında kaynatamaz.

ii. Herkes, insanî özelliklerini kullanırken çok değişik duygular besler. Hür irade ile yaratılmış insan, evreni ve kendisine verilmiş özellikleri kullanarak varlığına anlam kazandırmak ister. İradesi ile yaptığı tercihe göre ümitler, endişeler, sevgiler, korkular hisseder. Eğer kendisinin var edilmeye muhtaç olduğunu anlarsa, Var Edicisi ile ilişki kurmaya başlar. Eğer evreni rastlantı sonucu kendi kendine var olmuş diye anlamayı tercih ederse, kendisini de rastlantı sonucu var olmuş bilir ve yine rastlantı sonucu yok olacağını düşünür. Hayatını bu anlayışa göre düzenler. Yaratıcısı ile olan ilişkisine veya ilişkisizliğine göre hür şekilde yaptığı tercihin sonuçlarına katlanarak yaşar. Fakat Yaratıcısı onu kendi haline bırakmaz. Duygu dünyasında insanı yaratmasındaki maksada ulaştırmak için sürekli teşvik edici ve caydırıcı sonuçlar yaratarak yardımcı olur. Yaratıcı her bir insan ile özel olarak ilişkili olduğunu gösteriyor. Nasıl ki, her bir kar tanesi ile özel olarak ilişkili olduğu gibi.

Yaratılışta gözlemliyoruz ki, eğer bir insan kendisine verilen duyguları veriliş maksadına uygun olarak kullanmayı tercih ederse, o kişi mutluluk hissedecek şekilde yaratılıyor, yani teşvik ediliyor. Eğer duygularına ters düşecek tercihler yaparsa mutsuzluğu, ümitsizliği yaşayacağı bir yaratılış ile muamele ediliyor.

Yaratılışta şöyle bir kural işlediğini her insan fark eder: Yaratıcı, evrendeki kurallara uymamayı, onları tanımamayı tercih edeni, başarısız yaratıyor, mutsuz ediyor, yanlış tercih yaptığını bildirerek bu tercihinden vazgeçirecek bir sonuç yaratıyor. Yani, insanı hiçbir zaman kendi başına, başı boş bırakmıyor. Her bir insanla, her bir anda, tek tek ilgilenen bir Mutlak Yaratıcımız olduğunu bildiriyor.

İşte bu özel muamele gereği insanlar ya teşvik edici veya vazgeçirici bir yaratılış ile bu dünya hayatında eğitiliyorlar. Bir öğretmenin başarılı öğrenciyi teşvik edici, başarısızları da başarısızlığa götüren tavırlardan vazgeçirici tedbirler alması gibi.

Görünüşteki şu çelişkili yaratılışa dikkat etmek gerekiyor:

*Hem evrendeki düzen değişmiyor ve hem de Düzeni Kuran, her bir şeye özel olarak varlık veriyor.

*Hem insan iradesi hürdür ve hem de Yaratıcı, insanı değişmeyen düzenin kurallarına tutsak etmiyor. Her bir insan ile özel olarak ilgileniyor. İnsanı varoluş maksadına ulaştırmak için, hür iradesiyle doğru tercih yaptı ise teşvik, yanlış tercih yaptı ise caydırıcı sonuçlar yaratıyor. Yaptığımız tercihlerin sonucunda, başarı, başarısızlık; zevkler, acılar; sevgiler, korkular; ümitler, ümitsizlikler; heyecanlar, şevksizlikler yaratıyor.

Bu özel muamelenin üç boyutta gerçekleştiğini görüyoruz:

1. Her bir kişi için “bereket”

Yani teşvik. Yaratılışta iki türlü özellik gerçekleştiğini ifade etmiştik: Birisi, düzenin değişmeyen yaratılış kuralları. İnsan bu kuralları tespit eder ve çevresi ile ilişkisini bu kurallara uyarak kurar. Uymazsa başarısız olur.

Fakat bir de insanın bilemeyeceği ve tahmin edemeyeceği nedenlerle dünya ile kurduğu bedensel ilişkisinin sonuçları gerçekleşiyor. Bu bilinmeyen alanda Yaratıcısı insana özel muamelesini gerçekleştiriyor olmalı ki, sonuçta hem kurallar değişmiyor ve hem de teşvik edici veya caydırıcı sonuçlar yaratıyor. İnsan bu sonuçları duygu dünyasında değerlendiriyor ve ona göre tercihlerini tekrar gözden geçirme imkânı tanınıyor. Yaratıcımız bizi ne düzenin değişmez kurallarına tutsak ediyor ve ne de başı boş bırakıp, sanki “Haydi ne halin varsa gör, seninle ilgilenmiyorum” diyor. Her bir varlığı özel olarak Yaratan, her bir insana da özel muamele ediyor.

Yaratıcıya inanan ile inanmayanın dünyanın maddi yönü ile kurduğu ilişkilerinin farklılığı:

İnsanî duygular sonsuz mutluluğu arzu eder. Sonsuz olmayan mutluluğun insan için tatmin edici bir özelliği olmaz. Fakat pratik hayatta insanlar hür iradelerini kullanarak düzenin değişmez kuralları ile çeşitli ilişkiler sergilerler. Bunları çok kabaca şöyle bir sınıflandırmaya tabi tutabiliriz:

a) Varlığı yalnızca bu dünyada rastlantı sonucu olduğuna bağlayanlar. Bu sınıfa girenler de iki değişik tavır sergileyebilirler:

i.  Anlamsız bir hayatta dünyadaki kurallara uymak suretiyle elde edeceği neticenin de anlamsızlığını gördüğü için, düzenin kurallarına karşı kayıtsız kalmayı tercih edenler. Bunlar minimum düzeyde kurallara uyarak hayatının maddi ihtiyacını karşılamaya çalışabilirler veya tamamen ilgisizliğe itebilirler. Yaratıcı bu kişilere maddi bazda tam bir başarısızlıkla caydırıcı sonuç yaratır (Duygusal olarak da caydırıcı olarak tam bir ümitsizlik yaratılır).

ii. “Rastlantı sonucu da olsa madem varım, ölünceye kadar da var olacağım, hiç olmazsa şu varlığımın tadını çıkarıyım”, diyenler. Bu insanlar düzenin kurallarına tam uyarak başarılı olmayı hedeflerler. Yaratıcı da düzenin gereği bu insanlara maddi hayatlarında tam başarı yaratır (Duygusal olarak ise yalnızca bu dünya hayatında verilen başarının zevki yaratılır. İnsanî duyguların ebedi arzulayan yönü ise caydırıcı olarak hiç tatmin edilmez. Bu kişiler genellikle kendilerine geçici de olsa bir ebet yolu ararlar. Gelecek nesillere güzel bir dünya bırakayım da onlar memnun olsunlar, gibi bir anlayış ile duygularını tatmine çalışırlar).

b) Evrenin Mutlak olan bir Yaratıcının İradesiyle var olduğunu anlayanlar: Bu kategorideki insanlar da iki değişik tavır sergilerler:

i. Evrenin Yaratıcısını kabul ettiği halde, evrendeki düzen ile olan ilişkisini kurarken bu düzeni O’nun İradesi olarak görmeyenler. Bunlar da kendi içlerinde iki kategoriye ayrılır. Birincisi, Yaratıcıyı tanıyıp düzene uymayı inancıyla bağdaştıramayanların düzen ile ilişkisi zevksiz, ümitsiz bir ilişki olacağı için başarısı da o derece düşük olacaktır. Neticede Yaratıcı bu kişi için başarısızlık yaratarak yanlış tercih yaptığını bildirir (Duygusal olarak caydırıcı bir sonuç yaratılarak zevksiz, ümitsiz bir dünya hayatı yaşarlar ve fakat kendilerini inandıklarını söyledikleri ölümden sonraki hayatta başarılı olacaklarını düşündükleri için bu düşüncelerine göre orantısal olarak ileride gerçekleşecek bir ümit yaratılır). İkinci grup ise “madem düzen böyledir, uyarsam bu hayatta memnun olacağım sonuç alıyorum, o halde düzene uymalıyım” kararı alanlar. Sonuç olarak bunlar düzene uymanın mükafatı ile ödüllendirilirler, bunlara maddi başarı yaratılır (Duygusal olarak bu maddi başarılarının zevki ile teşvik edilirler. Fakat sonsuz mutluluğun tadından mahrum edilerek insanî duygularının tam tatmin olmayacağı bir caydırıcı yaratılış gerçekleştirilir).

ii.  Evrenin Yaratıcısını kabul edip, evrendeki düzen ile olan ilişkisini kurarken bu düzenin Onun İradesi olarak görenler. Bu kategoride olan insanlar düzenin kurallarına aslında Düzenin Kurucusunun İradesine, kendi hür iradesini tabi kılma bilinciyle uyarlar. Bu durum onları hem bu dünya hayatında maddi başarı ve hem de duygusal alanda tam bir tatmin yaşamalarını netice verecek bir yaratılışa ulaştırır (Duygu dünyasında Yaratıcının Mutlakiyetini onayladığı için beklentilerinin bu Mutlak tarafından karşılanacağını da bilirler. Neticede hem bu dünya hayatının maddi yönünde ve hem de duygusal alanda tam bir teşvik ile mutluluk kazanacakları bir hayat yaratılır).

Bu son kategorideki insanların, kendilerinden beklenilen varlık amaçlarını gerçekleştirdikleri için teşvikleri de bu amaca tam uygun olacak şekilde yapılmaktadır. Yaratıcıları bu insanlara yaptıkları tercihin doğruluğunu onayladığını da bildirmesi gerekir. Yani onlara özel ikramlarda bulunarak teşvik etmesi beklenir. Nasıl ki, insanlar bir konuda tam başarı sağlayan kişilere ödüller verirler, özel ayrıcalıklı mükafat uygularlar, hatta görevlerinde bir üst düzeye yükseltilirler. Bu insanî duyguyu Yaratan, Kendisinin de böyle muamele eden olduğunu bize bildiriyor olmalıdır. Değilse, bu duygu neden insana verilmiş olmalıdır ki? İnsan duygularının Yaratıcısı ancak evrenin Mutlak Yaratıcısı olabilir.

[Gerçek hayatta çok az insan yukarıdaki kategorilerin yüzde yüz takipçisi olurlar. İnsanlar genellikle az veya çok bir kategorinin takipçisidirler.]

2. Sınırlı bir grup için “bereket”: keramet

Evrenin yaratılış maksadının gerçekleşmesi için Yaratıcının teşviki gerektiğini çalışmıştık. Genellikle insanlar kendi hayatlarının şu veya bu şekilde devamı için çabalarlarken bazı insanların bu maksadın gerçekleşmesine katkıda bulunmak için teşebbüste bulunduğunu görüyoruz. Bu insanların muhatap oldukları kişilere yardımcı olmak için hayatlarını harcamalarına karşılık, Yaratıcının bunları mükafatlandırmasını beklemek yaratılış maksadına uygundur. Yaratıcı da Kendisi yaratılış maksadına uygun davranışları teşvik ediyor, ters düşenleri caydırıyor. Bu dünyanın düzeninin değişmez kurallarından birisinin bu olduğunu konuştuk. İnsanî duygularını doğru hedefte kullananlar mutluluk ile, yanlış kullananlar caydırıcılık ile sonuçlanan bir yaratılışı herkes bizzat kendi hayatında gözlemliyor, tecrübe ediyor.

“Keramet” adıyla anılan Yaratıcının bir başka tür teşviki de olmalıdır. Keramet, Yaratıcının bir kişiye özel durumundan dolayı “ikramda bulunması” anlamında kullanılır. Bu özel durum nedir? Eğer bir kişi yaratılış maksadını kendisi bizzat kavramış ve onaylamış ve şefkatinden dolayı aynı maksada ulaşmaları için diğer insanlara yardımcı olmayı tercih etmiş, bencilce davranmamış ise, evrendeki düzenden anlaşılıyor ki, bu kişiyi Yaratıcının mükafatlandırması gerekir. Düzene uyan mükafatını alır, bir tohum ekene yüz belki bin misli ikram edilir. Düzenin kuralı budur. Bu kural iki şekilde gerçekleştirilir. Ya insanlar tarafından bilinebilen kuralların (“kader-i bedihî”) veya bilinemeyen kuralların (“kader-i nazarî”) uygulanmasıyla gerçekleştirilir.

Kerametler diye anılan özel teşvik yaratılışlarının, bereket adıyla çalıştığımız özel teşvik özelliğini de içermesi gerektiğini anlamak zor olmasa gerek. Keramet ile özel ikramda bulunan Yaratıcının bu keramete bereket katması Onun Cömertliğinin, Rahmetinin sonucudur. İnsanlara Kendisini tanıtıp, onlara Sonsuz Merhametiyle muamele etmeyecekse, şu varlık alemini yaratması tamamen lüzumsuz bir uğraş olmaz mı?

Bu kişilerin hem kendilerinin ve hem de muhatap olduğu insanların yaratılışın maksadına uygun hareket ettiklerini bildirmek üzere Yaratıcının teşvik etmesi düzenin değişmez kuralıdır. Düzeni Kuran Yaratıcı’nın evreni bir “paket” halinde yarattığını konuşmuştuk. Bu paketin içinde böyle kişilerin yaratıldığını Bilen Yaratıcının, bu özel durumları da içerecek şekilde bir “paket”in varlığını Mutlak İradesi ile gerçekleştirmesi gerektiğini ve bu sonucun Onun Mutlakiyetinin tecellisi olduğunu da belirtmiştik.

3. İnsanlığın gereksinimlerine yardımcı olmak için görevlendirilen mesaj taşıyıcısı elçileri için “bereket”: Mucize

Yaratılışın amacını gerçekleştirmek için insanları teşvik ettiğini bu dünya düzeninde gözlemlediğimiz Yaratıcının, böyle bir maksada hizmet etmek üzere elçiler göndermesi gerektiğini de anlıyoruz. Şöyle ki: İnsanlara sonsuz varlık, sonsuz mutluluk gereksinimi duyacak duygularla donatan Yaratıcı, bu duyguların beklentilerine karşılık verecek koşullarını yaratmıyor. Duygularıyla evren koşullarının çatıştığını gören insan ümitsizliğe kapılıyor. Halbuki yaratılışın amacı insana ümit vermek olmalıdır. Evrene baktığımızda onu Var Eden’in hiç de insanları ümitsizlikle cezalandıracak bir Yaratıcı olmadığını anlıyoruz. Her şey insana hizmet etmek için var edilmişken bir de bakıyoruz ki, insana sonsuz mutluluk gereksinimi verilmiş ve bu evrende sonsuz mutluluk yok. Bilakis, ölüm var. Böyle bir Yaratıcıdan Kendisinin insana verdiği bu ihtiyacı da karşılaması beklenmez mi?

İşte bu insanî gereksinimin karşılanacağını insana haber vermek için mesaj göndermesi beklenir. Nasıl ve nedenlerini açıklaması ve konuşma özellikleriyle yarattığı insana Konuşması ile bildirmesi gerekir. Bu Konuşmayı bir insan ile diğer insanlara iletmesi bizim varlık koşullarımıza uygundur. Biz konuşmadan anlayacak ve konuşarak anlaşacak özellikte var edilmişiz. Bizi bu özellikte Var Eden’in Kendisinin de Konuşması kadar insan aklına uygun ne olabilir ki?

Yaratıcının Konuşarak insan gereksinimlerine karşılık vermesi için görevlendirdiği elçilerin muhatap oldukları toplumlarda kolayca kabul görmemesi de insan gerçeğine uygundur. Nereden bileceğiz ki bu elçi olduğunu söyleyen kişi gerçekten doğru söylüyor? O çağdaşlarının kuşkulanmamaları insanî değildir. Herkes böyle bir iddiada bulunabilir. Mesajın tümü gelmemiş ki incelesinler veya inceleme ihtiyacı hissetsinler.

İnsanların bu gereksinimlerine karşılık vermek için Yaratıcının görevlendirdiği elçilerine özel bir teşvik muamelesi ile çağdaşlarının güvenini kazandırması gerekmez mi? Düzenin Kurucusu, insanın Yaratıcısı olarak bu durumu Mutlak İlmiyle bilmesi ve evren “paketini” böyle bir yaratılış türünü de içerecek şekilde kurması gerekmez mi?

İşte bu teşvikin adına insanların dilinde “mucize” yani Yaratıcının bizzat Kendisinin yaptığı “şahitlik, delil, işaret” denir. Yaratıcının Konuşmasının içinde de böyle işaretler, deliller, ayetler yarattığını ifade eder.

Bu mucizelerin aynı zamanda hem bereketi ve hem de ikramı, yani kerameti içermesi de Onun Sonsuz Rahmetinden, Şefkatinden beklenmez mi?

Mucizelerin nakillerinde evrenin düzeninin geçici olarak değiştirilerek yaratıldıkları belirtiliyor. Yani, bilinen düzen kurallarının değiştirilmesi söz konusu. Burada yalnızca bereketin kişiler için düzenin bilinemeyen yönünde gerçekleştiğini, kerametin bazen bilinemeyen, bazen bilinen yönünde gerçekleştiği, mucizenin ise düzenin bilinen yönünde gerçekleştiğini duyuyoruz. Gerçekleşmelerin niteliğinden daha çok, mümkün ve de gerekli olduğunu düzendeki işleyişten anlıyoruz. Kısaca, düzende gözlemliyoruz ki, insanlar yaratılış maksadına uygun seçimler yaparlarsa teşvik ediliyor, mükafatlandırılıyor, ters seçim yaparlarsa caydırıcı sonuçlar yaratılıyor.

Evrenin düzeninde böylesi teşvik ve caydırıcı yaratılışların olmasını beklemek insanî bir gereksinimdir.

Önemli bir farklılık: Bizzat çağdaşlarının gözlemledikleri bu tür alışılmış düzenin dışında gerçekleşen olayların (mucizeler) bizzat gözlemlendiği rivayet edilir. Gözlemlenmesi de gerekir. İnsanlar nereden bilecekler ki, daha mesaj tam önlerine sergilenmeden görevlendirilmiş elçilik iddiası gerçektir? Fakat sonraki kuşakların durumu farklıdır. Mesaj bütün halinde gözlerinin önündedir ve elçi artık bir insan olarak ölmüş, mesajını bırakmış gitmiştir. Sonraki kuşakların görevi, mesajı inceleyip, bu mesajın, evrenin Yaratıcısının insanın sorularına cevabı olduğunu onaylayıp onaylayamayacaklarına dikkat etmeleridir.

Mucizelerin bize bakan diğer bir yönü de evrenin Yaratıcısının, evrenin varlığına yerleştirdiği düzenin mahkumu olmaması gerektiğini anlamaktır. Bu anlayışa ulaşmak da çok zor değildir. Yukarıda evrenin düzeninde gözlemlenen ve bilinen kuralların yanı sıra insanın bilemeyeceği irade sahibi yaratıkların yaptıkları tercihleri içerecek şekilde, evren her an yeni bir düzen olarak karşımıza çıkmaktadır. Örnek verecek olursak, bugün ben bir ağaç çekirdeğini toprağa ektim. Yarınki evrende bu çekirdeğin filizlenmiş bir şekliyle yaratıldığını görüyorum. Demek ki bu yeni filizin bulunduğu bir evren düzeni kuruldu. Her şey bu yeni filize göre tekrar düzenlendi. Canlı varlıklar bu filize konacaklar, onu yiyecekler, ondan faydalanacaklar vs. hepsi yeni düzenin içinde gerçekleşecek. Evrenin düzeni bu yeni yetişen filiz tarafından bozulmuyor. Evrendeki denge bu yeni yetişen filize göre yeniden düzenleniyor. Demek ki, evrende gözlemlediğimiz düzenin her an koruyucusu olan Mutlak bir Yaratıcısı olmalıdır. Madem bu ulaştığımız sonuç, evrenin Yaratıcısının Mutlak olması gerektiğini onaylamayı zorunlu kılıyor, yani her an her bir varlığı aynı anda var eden Yaratıcı Mutlak olmalıdır. O halde bu Mutlak olan Yaratıcı evrende olup bitenlerin hepsini aynı anda sonsuz İlmiyle biliyor ve bu düzeni her iki boyutuyla da (zaman ve mekan) bir “paket” halinde Sonsuz Bilgisi ve İradesiyle bir “an”da (“an” insan koşullarında geçerli olan bir kavramdır) var ediyor, olmalıdır. Yaratıcıyı kendi yarattığı zaman boyutunun mahkûmu zannetmek, Yaratıcının Mutlak olması gerektiğini kavramamak demektir.

Mucize denilen olaylar da böylesi bir yaratılış biçimidir. Sonsuz İlim, bizim için bir zaman gelecek bir elçiye insanların alışık olmadıkları olağanüstü bir yaratma sergileyecek. Yaratıcı için ise, bu mucize denilen olay, zaten “paket’in içinde olan bir yaratma İradesidir.

Mucize anlatımlarına dikkat ettiğimiz zaman görüyoruz ki, bu mucizeler anlayabildiğimiz kadarıyla düzende mevcut olup da insanların henüz farkında olmadıkları bazı kuralları da içererek, sonradan gelen kuşaklara mesaj veriyor. Mesela, Yaratıcının Konuşması olarak nakledilen kaynaklarda Süleyman isimli bir elçinin havaya bindirilerek uçurulduğu, bir kraliçenin tahtının anında bir yerden bir yere nakledildiğini, Nuh isimli elçinin gemiye bindirilerek suda boğulmasına engel olunduğu, Musa isimli elçinin eline bir “asa” (değnek) verilerek kendisine karşı çıkanlara karşı galip getirildiği, diğer bazı insan topluluklarının ise, değişik yaratılış örnekleriyle bu dünya hayatlarına son verildiği anlatılır.

Bu anlatılanların hiç birini ben şimdi gözlemlemiyorum. Fakat dikkat ettikçe anlıyorum ki yaratılış düzeninde bunların izleri var. Bana da bir mesaj veriyor ve böylece de elçi olduğunu iddia eden kişilerin doğru söylediklerini anlama olanağına sahip oluyorum. Bu sonuca iki şekilde ulaşmam mümkün:

Birincisi, havaya ve suya verilen kaldırma özelliklerini, bir şeyin bir yerden bir başka yere anında nakledilebileceğini, bir Yaratıcıya güvenerek Onun evrende gösterdiği doğrultuda tercih yapınca, yanlış fikirlerin yanlış olduğunun sergilenebileceğini öğreniyorum. Havanın, suyun, bir şeyin anında naklinin özelliklerini araştırıp buluyor ve böylece Yaratıcının kurduğu düzende gerçekleştirdiği özellikleri keşfedebiliyorum. Uçak yapıyorum, gemi yapıyorum, ses, şekil nakli yapacak özellikteki yaratılış düzeninin ne kadar da harika olarak kurulduğunu görüyor ve Yaratıcının Sonsuz Bilgisinin nasıl ve nerelerde Kendisini bana tanıttığını ben de şimdi bizzat gözlemliyorum, uyguluyorum. Yani şimdi benim için de elçinin getirdiği mesajın gerçekleri ifade ettiğini “yaratılış mucizelerini” gözlemleyerek onaylayabiliyorum.

İkincisi: Bu evren öyle var ediliyor ki, her şey Yaratıcısının Mutlak olduğunun tanıklığını yapacak özelliktedir. Yaratıcının mesajını taşıyan kaynaklar, varlıkların bu özelliklerini, elçilerin çağdaşlarına eylem cinsinden gösteren mucize denilen yaratılışlar sergilendiğini naklediyor. Fakat çağdaş olmayan kuşaklar açısından ise, bu eylem cinsinden sergilenen mucizelerin, bir de yaratıkların taşıdığı anlam cinsinden de algılanabileceğini gösteriyor. Mesela, bir keçi, elçinin iddiasının gerçekliğine tanıklık yapmak üzere konuşmuş deniyor. Evet, şimdi ben keçinin varlığını inceleyerek anlıyorum ki, bir keçi varlığı ile bana da konuşuyor. Hava da, su da, “asa” da bana şahitlik yapıyor. Sıradan gibi görünen bir dal parçasını (değnek) inceleyin, Yaratıcısının ancak tüm evreni yaratan olduğunu size haber verir.

Nursi açıklamasında maddenin bir Yaratanı olmadan kendiliğinden var olduğunu iddia edenlere karşı, maddenin bizzat kendisinin yaptığı tanıklığı göstererek, bu iddianın onaylanamaz olduğunu sergiliyor.1Bu usûle “küfrü çıktığı yerde boğma” adı verilebilir. Ve bu sergileme işlemine Musa elçinin “asa”sı ismini veriyor. Kitabına “Asa-yı Musa” adını veriyor. Demek ki, maddenin bir Yaratıcısı olmadığını savunan en inatçı inançsızlara, maddenin bizzat kendisi “mucize” yaratılışıyla cevap verip reddediyor. Öyle ya, bir değneğe bile evrenin bizzat kendisi varlık verme özelliğine sahip değildir. Evren, var edildiği düzen içerisinde var olmak zorunda olan bir yaratıktır. Evrenin temel yapı taşlarının hiçbirisinde, varlığı tercih edecek ne bir irade, ne bir ilim, ne bir kudret gözlemliyoruz. Var edildikleri şekliyle var olmak zorunda olan bir yaratık.

Deterministik bir varlık anlayışına sahip bir kişi mucizeyi, kerameti veya bereketi maddi dünya koşullarında imkânsız görmek durumundadır. Yaratıcısının kendisi ile doğrudan ilgilenmediğini sanan kişi, düzenin kurallarının mahkûmu olduğunu düşünmek zorunda kalır. Böylesi bir anlayış insanı ümitsiz, sıkıntılarla dolu bir hayata iter ki, Yaratıcı böyle bir sonucu yaratarak caydırır bizi. İnsanî gereksinimiz olan huzur ve ümidin kapılarını kapatır. Bu da yaratılış gerçeğimizle çelişir.

Eğer Yaratıcımızın Rahmeti, Şefkati ile bu dünya şartlarında tanışmamış isek, ileride karşılaşacağımızın da delillerinden kendimizi mahrum ederiz. Bu dünyada izleri deneyimlenmeyen bir Mutlak İrade’nin bir sonraki yaratılışta deneyimleneceğini ummak yalnızca bir beklentiden ibaret kalır. Mutlak İrade’nin hür tasarrufuna bu dünyanın düzeni içinde tanık olmak mümkündür. Bu dünyanın düzeninden anlıyoruz ki, Yaratıcıyı nasıl tanıdı isek, o şekilde muamele görüyoruz. Teşvik ve caydırıcılık sonuçlarına dikkat etmek gerekiyor. Anlamsız, şefkatsiz, merhametsiz bir dünya düzeni insanı mutlu etmiyor. Demek ki bu sonuç yanlış seçim yaptığımızın hatırlatılması olan caydırıcı bir yaratılıştır.

“Kader-i nazarî”nin tasarrufunu da Mutlak İradenin kontrolü altında görmemek, İradenin mutlakiyetine ters düşer. Bir insan olarak bilemediğim bir şeyi Yaratıcısının da bilemeyeceği ve dolayısıyla kontrol edemeyeceği anlayışının çelişkisi açık değil midir?

Not. İlyas Üzüm tarafından yayına hazırlanmıştır.

Yazar hakkında

Ali Mermer

Yorum yazın