Ders Notları

İman ile İslam Arasındaki Organik Bağ: Tasdik-Teslimiyet İlişkisi

İman ile İslam Arasındaki Organik Bağ: Tasdik-Teslimiyet İlişkisi | Ha-Mim

Ha-mim’in, 23. 07. 2023 tarihli Lahikalar dersinde, Barla Lahikası’nda yer alan 271. Mektup’un ilk bölümü okunup müzakere edildi. Müellifin, talebelerinden Re’fet Bey’in üç sualine verdiği cevaptan oluşan bu mektupta, “iman-İslam” ilişkisiyle ilgili olarak şöyle deniliyor:

“Müslim-i gayr-ı mü’min” ve “mü’min-i gayr-ı müslim”in mânâsı şudur ki: Bidayet-i Hürriyette İttihatçılar içine girmiş dinsizleri görüyordum ki, İslâmiyet ve şeriat-ı Ahmediye, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve bilhassa siyaset-i Osmaniye için, gayet nâfi ve kıymettar desâtîr-i âliyeyi cami olduğunu kabul edip, bütün kuvvetleriyle şeriat-i Ahmediyeye taraftar idiler. O noktada Müslüman, yani iltizam-ı hak ve hak taraftarı oldukları halde, mü’min değildiler. Demek, “müslim-i gayr-ı mü’min” ıtlakına istihkak kesbediyordular. Şimdi ise frenk usulünün ve medeniyet namı altında bid’atkârâne ve şeriat-şikenâne cereyanlara taraftar olduğu halde, Allah’a, âhirete, Peygambere imanı da taşıyor ve kendini de mü’min biliyor. Madem hak ve hakikat olan şeriat-ı Ahmediyenin kavânînini iltizam etmiyor ve hakikî tarafgirlik etmiyor, gayr-ı müslim bir mü’min oluyor. İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, bilerek İslâmiyetsiz iman dahi dayanamıyor, belki necat veremiyor, denilebilir.” (Barla Lahikası, İstanbul 2020, Mektup no: 271, s. 304)

Derste gerek metnin bütünü gerekse “iman-İslam” ilişkisi üzerine çok kıymetli müzakereler paylaşıldı. Ben bunların tamamını ilgili video kaydına havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=tGeM0lxBw3I) bir kısmına işaret etmek istiyorum. Moderatörün takdim sırasında küçük dokunuşlarla ifade ettiği gibi, metin iman ile İslam’ın aynı olmadığını, dolayısıyla mümin ile müslimin de aynı olmadığını dile getiriyor ve “İmansız İslamiyet sebeb-i necat olmadığı gibi bilerek İslamiyetsiz iman dahi dayanamıyor, belki necat veremiyor” deniliyor. Müellif metnin başında Meşrutiyetin ilk yıllarında, İttihatçılar arasında gözlemlediği bir kesimden söz ediyor; bunların dinsiz yani inançsız kimseler olduğu halde, şeriat-ı Ahmediye’nin siyaset-i Osmaniye için faydalı olduğunu düşünerek İslam dininin kişisel ve toplum hayatında uygulanması için sunduğu pratik çözümlere taraftar olduklarını, dolayısıyla “gayr-ı mümin bir müslim” niteliğinde olduklarını belirtiyor. Daha sonra mektubun yazıldığı döneme gönderme yaparak “Şimdiki zamanda bazı insanların Allah’a ve diğer iman esaslarına inandıkları halde şeriat-ı İslamiyeyi iltizam etmediklerinden bunlar gayr-ı müslim bir mümin oluyor” diyor. Bir müzakereci metindeki “…bilerek İslamiyetsiz iman dayanamıyor” cümlesindeki “bilerek” kaydının önemli olduğunu dile getirdi. Zira insanların belirli bir kesiminin bilmediğini, Kur’an’ı anlamadığını veya yanlış anladığını kaydetti. Başka bir müzakereci dinin iman ve İslam’ı yani teslimiyeti içine aldığını, iman ve teslimiyetin gerçekte birbirinden ayrılmaz olduğunu, fakat pratikte bunların ayrıldığını ifade ederek şunu kaydetti: “Dinin merkezinde elbette iman var; iman olmadan bir kimse şeriatı tatbik etse bile dünyevi hayatında tecrübe ettiği geçici faydadan başka kıymeti yok. Çünkü ne adına tatbik ettiğinin farkında değil. Söz gelimi böyle birisi zekatı yardımlaşma aracı gibi görür. Oysa zekatın imanî bir temeli olduğu muhakkak. Bu anlamda iman ile İslam bir arada olunca ebedi hayat için bir anlam ifade eder. İmanda varlığın gerçek yüzünü görüp Yaratıcı hakkında ikna olmuşluk, tatmin olmuşluk esası var. Bir kimse inandıklarına aklı, vicdanı ve insanî hisleriyle ne kadar ikna olmuşsa, ne kadar tatmine ulaşmışsa o oranda inancının gereğini hayatında uygulaması gerektiğine teslimiyet gösterir.”

Oysa bu tür işlemlerin ibadet bilinciyle yapılmasının imanî bir arka plânı var ki buna o uygulamanın ‘illeti’ denir. ‘İllet’ bir işlemin uygulamaya konma nedeninin o uygulamaya konu olmuş duygularımızın ve malzemelerinin gerçek sahibi olan yaratıcısını tanıyıp o Yaratıcı adına yapılması, kendimize mal edilmemesi demektir.

Diğer bir müzakereci söz alarak şunları dile getirdi: “Bu konunun tabanında Peygamber’e imanın nasıl gerçekleştiği, nasıl anlaşıldığı konusu yatıyor gibi hissediyorum. Mesela, ‘Şu kainatın bir Yaratıcısı var’ deniyor, ‘tamam’ diyorum. Sonra ‘adına peygamber denilen birisi çıkmış, insaniyetin iktizasına uygun kurallar getirmiş’ deniyor. Eğer Peygamber’in getirdiği esasların ya da kuralların insanı ve alemi yaratan Yaratıcının özellikleriyle bağlantılı esaslar ve kurallar olduğunu göz ardı edersem yanlış bir peygamber anlayışına kapılmış olurum. Peygamber’i ‘kendi şartlarında yaşamış, güzel, iyilik sever birisi’ yani ‘peygamber’ değil de ‘akıllı, hikmetli davranan ahlakçı’ olarak görür, getirdiği esasları da o günkü şartlarda güzel prensipler olarak değerlendiririm. Bu durumda İslam’ı yani onunla gönderilen mesajların pratik hayata bakan prensiplerini bugünün şartlarına uyarlayarak uygulamanın yararlı hatta gerekli olduğunu kabul edebilirim. Mesela ‘Peygamber zekat diye bir esas getirmiş’, dendiğinde, eğer bunun imanî tabanını görmezsem, bunu o günkü şartlarda yoksulları gözeten iyi bir yardımlaşma vesilesi olduğunu düşünür, ‘bugün de insanlar çeşitli biçimlerde yoksullara yardım ediyor’ der, kapatırım; veya ‘bu insanlığa yararlı bir uygulama’ der, taraftar olabilirim. Oysa eğer Peygamber’in getirdiği zekat emrinin arkasında, bende olan yani bana verilmiş olan mal-mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunu fark etmem, mal-mülkü Onun istediği şekilde tasarruf etmem gerektiği esprisi var dersem Peygamber’i doğru anlamış olurum. Sonuçta Allah’a imanı ve Peygamber’e imanı tahkiki olarak ne kadar tasdik edersem, o oranda diğer hükümlere olduğu gibi zekat hükmüne de uyar, teslimiyet gösteririm. Bu bağlantının farkında olmayanlar Allah’a inandığı halde şeriatın kurallarını kendi adına yapar, Allah adına yapmazlar. Aynı şekilde oruç örneğini de düşünebiliriz. Şimdi insanların çoğu fazla kiloya sahip olmaktan şikayet ediyor. Eğer sağlıklı bir peygamberlik anlayışına sahip olmazsak, ‘insanlar devamlı yiyip-içiyor, oysa sindirim organlarının da dinlenmeye ihtiyacı var, o günkü şartlarda bir tür perhiz olarak oruç iyi bir işlev görmüş’ der, ibadet olarak yapılması gereken bu işlemi sadece hikmet boyutu ile düşünür, geçer gideriz. ‘Hikmet boyutu’, yapılan işleri o işlere konu olan duygularımızın ve nesnelerin yalnızca bu dünyadaki geçici hayata faydalarını düşünüp yapılmasının gerekçeleri demektir. Bu davranışta kendimizdeki duyguların ve işlemin malzemelerinin maksadına uygun gördüğümüz için yaparız. Oysa bu tür işlemlerin ibadet bilinciyle yapılmasının imanî bir arka plânı var ki buna o uygulamanın ‘illeti’ denir. ‘İllet’, bir işlemin uygulamaya konma nedeninin o uygulamaya konu olmuş duygularımızın ve malzemelerinin gerçek sahibi olan yaratıcısını tanıyıp o Yaratıcı adına yapılması, kendimize mal edilmemesi demektir. Zira kullandığımız bedenimiz bize ait olmadığı gibi yediklerimiz ve içtiklerimiz de bize ait değildir. Bedenimizi var eden Yaratıcı bedenimizin ihtiyacı olan her çeşit yeme ve içme vesilelerini de yaratıp önümüze koyuyor. Oruç tutan bir kimse bu suretle her şeyden evvel Yaratıcıyı, Onun verdiği imkanlar, yiyecek ve içecekler ile tanıyor, insanî olarak Ona teşekkür ediyor, Onun emanet olarak verdiği bedeni gerçek sahibi olan yaratıcısının hükmüne uygun şekilde tasarrufa tabi tutuyor. İşte ancak böyle bir düşünce ile orucu bir ibadet olarak tutmak mümkün olur.”

Bir kimse iman esaslarında ne oranda ikna olmuşsa, bu aynı oranda o kişinin teslimiyetine yansır. Dolayısıyla ikna problemi yaşayan bir kimsenin şeriata tam bir teslimiyet göstermesi zordur.

Bu müzakereden sonra moderatör bazı insanların İslam’a, İslam’ın toplumsal hayatla ilgili boyutuna ortaçağda insanların problemlerine çözüm üretmiş olmakla birlikte, bugün itibariyle geçerliliğini kaybeden bir anlayış olarak baktıklarını, bugünün insanın ise içinde bulunduğu problemlerine akıl ve bilimin ışığında çözümler ürettiğini söylediklerini belirtti. Bunun üzerine bir müzakereci özetle şunları paylaştı: “Metinde iman, İslam ve şeriat-ı Ahmediyye olmak üzere üç anahtar kelime varsa da ‘İslam’ ve ‘şeriat-ı Ahmediyye’ eş anlamlı kullanıldığı için iki kelime var diye görünüyor. Bunlardan ‘iman’ belli, temel inanç esaslarını ifade ediyor. İslam ise bir taraftan bir kimlik, bir dinin adı, bir inancın adı; bir taraftan bu dine taraftar olmak, onun hükümlerini benimsemek, iltizam etmek; bir taraftan da bu dinin özellikle sosyal hayata yönelik prensipleri olarak anlaşılıyor. İslam’ı bu dinin ve inancın adı olarak aldığımız zaman “iman” zaruri olarak bunun aslını teşkil ediyor. Dinin amelî yönü diye düşünülebilecek olan ibadet ve ahlak esasları ise bu inancın üzerine bina edilen ve bu inancın tezahürleri olarak ortaya çıkan hususlar diye anlaşılması gerekiyor. Şeriat tabiri kimi zaman İslam’ın toplum hayatı ile ilgili hukukî esaslar bütünü şeklinde kullanılıyor. Şeriat eleştirisi yapanlar açısından ise en çok tartışma konusu yapılan hususlar ibadetlerden ziyade evlenme, miras, had cezaları gibi hukukî hükümler. Müzakerelerde dile getirilen hususları da göz önünde bulundurarak benim altını çizmek istediğim husus şu: İslam’daki bütün ibadetler, bütün fıkhî kurallar, bütün muamelat konuları temelde başta Allah inancı olmak üzere iman esaslarıyla bağlantılıdır. İnsanlar genel olarak, -basit düzeyde de olsa-, namaz, oruç, zekat gibi ibadetler ile iman esasları arasındaki bağlantıyı kurabiliyorlar. Söz gelimi, varlık alemi de şehadet ettiği üzere Yaratıcı sonsuz azamet sahibi olduğuna ve bize verilen her nimetin de yaratıcısı ve dolayısıyla gerçek Sahibi olduğuna göre insanî bakımdan ‘Onun sonsuz azametine ve nihayetsiz lütufkarlığına tesbih ve hamd ile şükretmek’ demek olan namaz yerli yerine oturuyor. Fakat aynı İslam’ın fıkhî ve hukukî esaslarıyla bu bağ tam olarak kurulmuyor. Hatta bu konuda kayda değer bir çaba bile gözlenmiyor. Dolayısıyla insanlar bu alanda kolayca sapma yaşayabiliyorlar. Bu bakımdan dinin anlaşılması, yaşanması ve anlatılmasında esaslı bir problem var, takdim problemi var. Oysa müellif eserlerinde bu konuda da rehberlik yapacak açıklamalar ortaya koyuyor. Mesela miras hukukunda nasıl bir adalet mekanizmasının bulunduğunu ikna edici şekilde açıklıyor. Aynı hususun ‘ukûbat’larla ilgili olarak da yapılması gerekiyor. Had cezalarında fert ve toplum lehine nasıl bir adalet, hikmet ve rahmet cilvelerinin bulunduğunun gösterilmesi gerekiyor. Son olarak şunu da işaret etmek gerekiyor: Alan uzmanlarının ifade ettiği üzere evrensel olan şeriat prensipleri ile belli dönemlerdeki fakihlerin kitaplarına yansıyan ‘şer’î ahkam’ı birbirinden ayırmak, dolayısıyla, mesela XII. ve XIV. yüzyılda yazılan bir fıkıh kaynağını İslam şeriatı ile aynileştirerek XXI. yüz yıl toplumunun önüne koymamak gerekiyor. Aksi halde insanların haklı itirazları ile karşılaşmak kaçınılmaz olur. Nitekim bazı alan araştırmalarında insanlar çok büyük bir oranda kendilerini İslam dairesinde gördüklerini ifade ettikleri halde ancak çok sınırlı bir kesim ‘şer’î hükümler’ konusunda olumlu kanaat izhar ediyorlar.”

Şeriattan bahseden kitaplarda imanî taban yok. Bu, konular imansızca anlatılıyor demek değil elbet. Kastım, konular imanî hakikatlerin yansıması olarak anlatılmıyor, imanın gerekçesi olarak anlatılmıyor demek. Ya? ‘Biz müminiz, inanırız, şeriat bunu emrediyor, o halde bunları yapmalıyız’ biçiminde anlatılıyor. Gerekçe anlatılırken en çok konu ‘hikmet’ boyutuna yani o emrin bize veya toplum hayatına bakan yararlarına getiriliyor, ‘illet’ meselesi göz ardı ediliyor. Yani o amel ya da o prensip niçin vaz edilmiş, o amel ya da o prensibin Allah’ın özelliklerine bakan hangi yönleri var, bunlara değinilmiyor. Oysa Kur’an’a baktığımızda hukukî düzenlemelerden bahseden ayetlerin sonu Allah’ın ilgili ismine yani özelliğine referansla son bulur.

Ardından başka bir müzakereci şunları gündeme getirdi: “Kur’an’a bakınca şunu görüyoruz: Kur’an temelde ‘siyah-beyaz’ esasına göre konuşur. İman vardır, küfür vardır; mümin vardır, kafir vardır. Bir de arada olan münafıklar. Risale-i Nur da, bu metin örneğinde görüldüğü üzere aynı usulü takip eder. Tahlillerini imanın hak oluşunu ve küfrün gayr-ı mantıkî oluşunu siyah-beyaz tablolar halinde sundukları için bu takdim türünü her hangi bir insana uyguladığımız takdirde, bu, pratikte -ikna olma açısından- inananlar bakımından yüzde yüz, inanmayanlar bakımından yüzde sıfır olarak gerçekleşmez. Yani iman mümin bir insan için yüzde yüzdür, kafir için ise yüzde sıfırdır denmez. İmanda ikna olmuşluk oranı önemlidir. Evet, iman onaylamaktır ama aklî bakımdan ikna olma konusunda çok mertebeler, dereceler vardır. Konuşulan konularla ilgili olarak benim ulaştığım kanaat şu: Bir kimse iman esaslarında ne oranda ikna olmuşsa, bu aynı oranda o kişinin teslimiyetine yansır. Dolayısıyla ikna problemi yaşayan bir kimsenin şeriata tam bir teslimiyet göstermesi zordur. ‘Kainatın mutlak bir Yaratıcısı vardır’ demek sadece bir başlangıçtır. Gerek Allah’a imanda gerekse diğer iman esaslarında yüzde yüzlük bir orana ulaşmak imkansızdır. Zira mesela Allah’a imanın sonsuz mertebeleri vardır; çünkü Allah sonsuz ve sınırsızdır. Onun özellikleri de sonsuz ve sınırsızdır. Sonsuz olanı tam kavramak ve yaratık olan insan için mümkün değildir ve beklenmez de.”

Aynı müzakereci şöyle devam etti. “Az önce söz alan müzakereci dinin anlatılmasında ‘takdim problemi’ olduğuna işaret etti. Bence bu çok önemli. Türkiye’de insanlar İslam ile şeriatı ayırıyorlar. İslam’ı Allah’ın dini, şeriatı filan ülkenin veya şiddet yanlısı filanca grubun uygulamalarıyla aynileştiriyor ve reddediyorlar. Bahsedilen istatistikler de güvenilir değildir. Çünkü tanım yapmadan soruyorlar. Mesela o günlerde televizyonlarda şiddet yanlısı, kendisine Müslüman diyen bir gruba ait haberler çıkmışsa ve insanlar şeriatı onların anlayışıyla aynileştirmişse şeriata taraftar olanların oranı sıfır bile çıkabilir! O yüzden tanımlar önemli. Tekrar ‘takdim’ konusu geleyim: Şeriattan bahseden kitaplarda imanî taban yok. Bu, konular imansızca anlatılıyor demek değil elbet. Kastım, konular imanî hakikatlerin yansıması olarak anlatılmıyor, imanın gerekçesi olarak anlatılmıyor demek. Ya? ‘Biz müminiz, inanırız, şeriat bunu emrediyor, o halde bunları yapmalıyız’ biçiminde anlatılıyor. Gerekçe anlatılırken en çok konu ‘hikmet’ boyutuna yani o emrin bize veya toplum hayatına bakan yararlarına getiriliyor, ‘illet’ meselesi göz ardı ediliyor. Yani o amel ya da o prensip niçin vaz edilmiş, o amel ya da o prensibin Allah’ın özelliklerine bakan hangi yönleri var, bunlara değinilmiyor. Oysa Kur’an’a baktığımızda hukukî düzenlemelerden bahseden ayetlerin sonu Allah’ın ilgili ismine yani özelliğine referansla son bulur. Daha yalın bir ifadeyle belirtmek gerekirse din anlatımında iman ile İslam arasındaki zorunlu, organik bağa dikkat çekilmiyor. Bu da insanları ilgisizliğe veya bir biçimde reddetmeye götürebiliyor. Dolayısıyla çok dikkat etmemiz gerekiyor.”

Derste, güncel pek çok çağrışımı olan bu konu etrafında hararetli ve bereketli müzakereler son dakikaya kadar devam etti. Allah razı olsun.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın