İşarat-ul İcaz’da bismillah’taki Rahman ve Rahim’in sırasıyla ilgili şöyle bir soru-cevap var:
“Soru – Azim nimetlere delâlet eden Rahman’dan sonra dakik (ince, küçük, dikkat gerektiren) nimetlere delâlet eden Rahîm’in gelmesi tedellî (yukarıdan aşağıya inme) sanatı olur. Hâlbuki belâğat, terakkî (aşağıdan yukarıya çıkma) sanatındadır?
Cevap – Bu, tamamlama maksadıyla sonradan gelenin önce gelene yaptığı bir ikmaldir (zeyillendirmedir) – kaşların gözü, gemin atı tamamlaması ve kemale erdirmesi gibi. Ve keza, eğer ki azim nimet dakik olana mütevakkıf ise, yani azim olanın azameti dakikin varlığına bağlıysa ve onun üzerinde duruyorsa, dakik olan daha da incelir ve rafine olur – kapı-kilit ve ruh-lisan örneklerinde olduğu gibi. Ve keza, bu makam nimetlerin mevkilerini tenbih etme makamı olduğundan, gizli olanı tenbih etmek daha uygundur. Dolayısıyla, nimetleri yâd etme ve sayma makamında tedellî olan sanat, tenbih makamında terakkî olur (yani burada makam gereği tedellî değil, terakki vardır).”
Bu parçanın müellifin kardeşi Abdülmecid Nursi tarafından yapılan çevirisi biraz problemli. Yukarıdaki çeviriyi yaparken hem bu çeviriden, hem de Abdulkadir Badıllı (s. 37) ve Şadi Eren (s. 20) çevirilerinden faydalandım. İlgilenenler için bu parçanın Arapça orijinali şu dosyanın 26. sayfasının başında.
Sorulan soru bir belağat kuralı hakkında olduğundan, bizi pek ilgilendirmediğini düşünebiliriz. En azından ben ilk etapta böyle olduğunu zannettim, fakat daha sonra bu düşüncemin yanlış olduğunu anladım.
O halde ilk önce soruyu kendimiz için biraz netleştirelim. Azim ve dakik nimetlerden neyin kastedildiğini anlamak için üç sayfa önceki şu cümleye bakabiliriz:
“Ve keza, اَلرَّحْمٰنِ [alem-i şehadetteki] nizam ve adâlete, اَلرَّحِيمِ de [ahiretteki] haşre delâlet eder.”
Yani Rahman isminin buradaki nizama ve adalete, Rahim isminin de ahiretteki haşre, cennete ve cehenneme baktığını söylüyor. Bu bağlamda hemen akla gelen soru: neden burası büyük / azim nimet ve ahiret küçük / dakik nimet olsun? Cennet bu alemden çok daha azim bir nimet değil mi?
Cenneti ve ebedi hayatı hal-i hazırda kabul ettiğimizden, “esas azim nimet odur” diyoruz. Halbuki müellif konuya bu şekilde değil, gözlemlediğimiz varlığı temele alarak yaklaşıyor. Bunu neye dayanarak söylüyorum? Zira alem-i şehadette gözlemlediğimiz büyük ölçekteki nimetlendirme Rahman isminin eseri olduğundan, müellif bu ismi merkeze alıyor ve azim nimetler ile Rahman’ın buradaki nimetlendirmesini kastediyor. Aynen şu parçada anlattığı gibi:
“Çünkü, hilkat-i âlemde görüyoruz ki, mevcudat-ı âlem bir daire tarzında teşkil edilip, içinde nokta-i merkeziye olarak hayat halk edilmiş… Sonra görüyoruz ki, zîhayat âlemlerini bir daire suretinde icad edip, insanı nokta-i merkeziyede bırakıyor… Sonra görüyoruz ki, âlem-i insaniyet de, belki hayvan âlemi de bir daire hükmünde teşkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rızık vaz edilmiş… Öyle de, rızık dahi, bütün envâıyla, mânen ve maddeten, halen ve kalen şükürle kaimdir, şükürle oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor.”
Bu parçada şehadet alemindeki mevcudatın en büyük daire, canlılar aleminin onun merkezindeki daha küçük bir daire ve insanların da canlılar aleminin merkezindeki daha küçük bir daire olduğu söyleniyor. En merkezde ise insanın maddi rızkı var. Bir din aliminin maddi rızkı insaniyetin ve dahi Rahmaniyetin en merkezine yerleştirmesinin hiç de basit bir hadise olmadığını teslim etmemiz gerekir. Çok cesaret ve yürek ister. Zira maddi rızkı küçümseyen ve önemsizleştiren ve alem-i şehadeti atlayıp “bize cennet lazım, asıl azim nimet odur” diyen dindarlık damarı çok kuvvetli.
Tabii maddi rızık şükrü netice versin ve onunla kaim olsun diye var, ki bunun için olsa gerek, besmelenin ardından okuduğumuz Fatihanın ilk cümlesi hamd ve hamdın gitmesi gereken adres hakkında. Gayet geniş nimet dairelerine nazaran, insanın şükrü en ortadaki merkez noktanın üstündeki bir mana mahiyetinde. Geniş varlık ve nimet daireleri Rahman ismine bakarken, ince ve dakik yani dikkat isteyen şükür nimeti Rahman ve Rahim isimleri arasında köprü vazifesi gören iltifat-ı Rahmânîye bakıyor:
“Yani, gösterir ki, şu lezzetli rızık ve nimet, kısa ve muvakkat bir lezzet-i zâhiriyesiyle beraber, daimî, hakikî, hadsiz bir lezzeti ve zevki taşıyan iltifat-ı Rahmânîyi şükürle kazandırır. Yani, rahmet hazinelerinin Malik-i Kerîminin hadsiz lezzetli olan iltifatını düşündürüp, şu dünyada dahi Cennetin bâki bir zevkini mânen tattırır.”
Neden iltifat-ı Rahmânî bir köprü? Çünkü rızkın netice verdiği şükür ona Cennetin baki zevkini burada ve fakat manen tattırıyor. Burada tattırması Rahmaniyete, lezzetin Cennete ait olması da Rahimiyete bakıyor.
Alem-i şehadette yaratılan tüm varlıklara ve tüm nimetlendirmelere kıyasla, ağzımızdan dökülen bir “elhamdulillah” cümlesi bize ziyadesiyle küçük ve önemsiz gözüküyor. Öyle değil mi? Fakat eğer tüm şehadet alemi şükrü ortaya çıkarmak için var edildiyse,
“Kur’ân-ı kebîr olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-i âlemin en mühimi şükürdür.”
en kapsamlı ve kıymetli şükür insanın şükrüyse ve insanın duası ve şükrü baki ve geniş cennetleri gerektiriyor ve varlıklarına delalet ediyorsa, alem-i şehadetteki diğer tüm maddi nimetlendirmelere nisbeten bize önemsiz gözüken manevi şükür bunların hepsinden daha önemli olabilir.
Konu sadece insanın değil, tüm alemin yaratılmasının maksadıyla ilgili olduğundan, belağati aşan derecede öneme haiz ve diğer pek çok konuyla alakası var. Mesela baştaki parçada bahsedilen azim nimetler ile meleklerin insanın yaratılmasına itirazı (2:30) arasında ilişki var. O ayeti hatırlarsak, melekler “biz seni tüm varlık üzerinde yani azametli bir çapta tesbih, tahmid ve takdis ediyorken, bu yaptıklarımıza halel getirecek insana ne gerek var?” diye soruyorlar. Tabii bu aslında insanın melek tarafının da sorusu. İnsanın olmadığı yerde doğanın canlanıp neşvü nema bulduğunu, insanın elinin değdiği yerde ise ortalığı fesadın ve cinayetin kapladığını görenler “bize ne gerek vardı?” diye soruyor ve insanı bir virus gibi düşünmeye meylediyorlar. Buna verilen Rabbani ve Rahimi cevap ise “Ben sizin neyi bilmediğinizi (2:30) ve neyi sakladığınızı (2:33) bilirim!”
Alem-i şehadette Rahman’ı tesbih, tahmid ve takdis eden melekler ve dahi insanın melek yönü Rahim ismini bilmedikleri gibi, bu alemin arkasında saklı gayb alemlerinin varlığından da habersizler. Tüm alemleri içine alan kitab-ı kebir-i kainatı bir ağaç gibi düşünürsek, onlar o ağacın suretini yani zahirini görüp beğeniyorlar, fakat onun batınından, ruhundan, hayatından ve ağaç-vari vahdetinden habersizler. O ağacı insan dediğimiz meyve hem tamamlıyor (mütemmim) hem de ağacın fihristesi olan kalbindeki ehadiyet nişanesi tohum ile vahdetini, bekasını ve kemalini gösteriyor:
“Cenâb-ı Hak, insanı, kâinata câmi bir nüsha ve on sekiz bin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihriste olarak yaratmıştır.”
Gizli olduğundan ve dikkat istediğinden gözden kaçan insanın varlığa olan dakik faydası aslında ziyadesiyle azim, zira “azim olanın azameti dakikin varlığına bağlı.” Bir ağaç meyvesi için ekildiğinden ve meyvesiz / tohumsuz ağaç kıymetten tamamen düştüğünden, meyve tüm ağaç için nihayet derecede önemli. Kainat ağacının meyvesi olan insan alem-i şehadette vahyin rehberliğinde olgunlaşıyor ve kendisi kemale erdiği gibi, ağacı da kemale erdiriyor. En kemaldeki meyve de, ağacın zahirini ve batınını ve tümünün yaratıcısını en iyi tanımış olan meyve olan rasulullah (asm). Meyvenin eğitimi, olgunlaşması ve kemali tüm ağacın kıymetini belirlediğinden, bizim burada aldığımız eğitim kainatın tamamını yakından ilgilendiriyor.
Kainat ağacını yani varlığı ne kadar iyi tanırsak, onun yaratıcısını da o kadar iyi tanıyabiliyoruz. Bu bağlamda ağacın batınına denk gelen gayb alemlerini (ahiret, misal alemi, berzah alemi, ruhlar alemi, vs.) kainat mefhumumuza dahil etmemiz gerekir. Kainata sathi bir nazarla bakıldığında, insanın varlığı alem-i şehadetten yani onun suretinden ibaret bilesi geliyor. O kadar ki, kainat ile alem-i şehadet çoğunlukla eş anlamlı kullanılıyor. Halbuki alem-i şehadet kainatın ancak zahiri ve kabuğu olabilir. “Kainat = alem-i şehadet” önermesini ima eden cümleler zahirde kalındığına, batındaki sair gaybi alemlerin dikkate alınmadığına veya şuurunda olunmadığına ve zihindeki aktif varlık modelinin revize edilmesi gereğine işaret ediyor:
“Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır.” Ene risalesi
Konunun önemini ve merkeziyetini ifade etmek için bir örnek daha verebiliriz. “Alem-i şehadet nimetinin kıymetinin yanında, insanın ne kıymeti olabilir?” sorusu Kur’an’da sıklıkla geçen “semavatin ve arzın Rabbi” ifadesi ile de alakalı. Maddi açıdan bakıldığında kozmos dünyaya nazaran çok daha büyük olsa da, mana açısından bakıldığında arzda gözlemlenen esma çeşitliği ve kombinasyonları tüm kozmosu gölgede bırakıyor – şu parçada anlatıldığı gibi:
“İşte, arzın bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki, Kur’ân-ı Hakîm, semâvâta nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor; mükerreren رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ der.
Haşiye: Evet, küre-i arz, küçüklüğüyle beraber [çok büyük olan] semâvâta karşı gelebilir. Çünkü, nasıl ki daimî bir çeşme, varidatsız büyük bir gölden daha büyük denilebilir…”
Besmelede Rahman’dan Rahim’e geçişte makam itibariyle tedellî değil terakki vardır dediğimiz gibi, semavattan arza geçişte de mana ve sanat açısından terakki vardır diyebiliriz. Peki, neden arz daimi bir çeşme iken semavat daimi bir göl değil? Çünkü beka alemi arzda eğitim gören insan ile meyveye duruyor. Kainat ağacının bekasını ve nihai kıymetini, meyvesi olan insanın kalbinin (azim ağacın dakik tohumunun) alem-i şehadette vahiy suyu ile sulanarak neşvü nema bulması belirliyor.
Nasıl ki dünyanın maddeten evrenin merkezinde olduğunu söyleyen kilise hata etti, arzın manen evrenin merkezinde olduğunu görmeyen bilim de benzer bir hataya düştü. En doğru tesbit ise kainatı bir ağaca, alem-i şehadeti o ağacın suretine, gayb alemlerini o ağacın batınına, arzı ve insanı da o ağacın meyvesine benzeten (14:24-25) ve varlık ağacının hayattar suyu mahiyetinde olan gayb-aşina vahiyden geldi.
Baştaki parçada ilaveten “bu makamda gizli olanı tenbih etmek daha uygundur” deniyor. Yani makamın Rahman’ın alem-i şehadetteki (kainat ağacının suretindeki) azim nimetlerini yad etme ve sayma makamı değil, Rahim’in gaybi ve gizli alemlerine (ağacın batınına) nazar etme kabiliyeti olan insana boynunda asılı anahtarı vahyin rehberliğinde kullanarak içeriye girmesini ve tenteneli perdenin arkasına bakmasını tenbih etme makamı olduğu söyleniyor. Tenbih edilen şeyin diğer adı mirac. Kendine takılı anahtarın mahiyetini vahyin rehberliğinde deşifre eden rasulun (asm) nihayetteki meyveden adına Nur-u Muhammedi denen en asli tohuma yaptığı seyahatin bir benzerini, onun seyahatinin gölgesinde bizim de yapmamız gerekiyor. Ancak miraca çıkanlar varlık ağacını gereği gibi ziyaret ve müşahade edebiliyorlar ve ona layık bir meyve olabiliyorlar – aşağıdaki parçada anlatıldığı gibi:
“İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var. İşte, Mirac, o hayt-ı münasebetin gılâfı ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar.”
Ruh kelimesi başta verdiğim parçada da geçmişti. Şimdi sırası geldiği için buraya alayım:
“Ve keza, eğer ki azim nimet dakik olana mütevakkıf ise, yani azim olanın azameti dakikin varlığına bağlıysa ve onun üzerinde duruyorsa, dakik olan daha da incelir ve rafine olur – kapı-kilit ve ruh-lisan örneklerinde olduğu gibi.”
Kapı-kilit ikilisi nisbeten açık. Kapının arkasında hazine varsa ve fakat kapı kilitli ise, o kilidi açacak anahtarın mahiyetinin keşfedilmesi nihayet derecede önem arzeder. Şimdi ruh-lisan ikilisine değinip konuyu tamamlayalım.
Bu aleme gelen her insanda bir ruh olsa da, o ruhun gelişmesi sosyal bir ortama girerek bir lisan ve kültür edinmesine bağlı. Bu olmadığı takdirde insanın hayvanlaştığı müşahede edilmiş. Benzer şekilde, tüm kainat ağacının kıymettar bir meyvesi olan insanın beka alemine layık tarzda olgunlaşabilmesi için de, tüm kainata varlık verenin kendisine konuşmasına ihtiyacı var. Aksi takdirde ne kendisinin ne de kainatın mahiyetini kendi başına çözümleyemiyor ve onu hayattar bir ağaç olarak göremiyor. 14:24-25’in güzel bir kelime olan kainatı bir ağaca benzetmesinin hemen ardından, 14:27 de bu ağacın köklerini besleyerek sabitleyenin sabit bir söz yani ezeli vahiy olduğunu söylüyor. Yani vahiy kainat ağacını besleyen ve dimdik ayakta tutan su mahiyetinde. Fakat nasıl ki su bir meyve ağacını kabuğundan veya yaprağından değil kökleri vasıtasıyla batınından besler (mesela şırınga ile enjekte edemezsiniz), kainat ağacının meyvesi olan insana da vahiy o ağacın batınından (alem-i gaybdan) ve adına Cebrail dediğimiz ruhu aracılığıyla geliyor. İşbu sebeple, Kur’an’ın tanımlarından biri de şu şekilde:
“âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanıdır.”
Bu cümlenin şu şekilde anlaşılmaması lazım: “Kur’an Allah’ın konuşması olduğuna göre, bu tanımda geçen alem-i gaybdan kasıt O veya O’nun esması olmalı.” Alem, adı üstünde yaratılmışlığı ifade ettiğinden ve ahiret, misal, berzah, ervah vs. gibi gaybi alemlerin hepsi yaratık olduğundan, bu tanım Kur’an’ın alem-i gayb aracılığı ile alem-i şehadete indirildiğini ve bize varlığın bu alemden ibaret olmadığını söylüyor olmalı.
“O şerefli bir elçinin sözüdür” (69:40) ayeti de benzer bir anlam ifade ediyor. Kökleri yukarıda olan kainat ağacının aşağıdaki meyvesinin suya yani vahye direk erişimi yok. Ağacın batınındaki çeşitli gaybi alemler arasındaki irtibatı ve bütünlüğü (vahdeti) sağlayan ruhu olan Cebrail’in vahyi meyveye getirmesi gerekiyor. Kur’an’dan bize ulaşan her mana, varlık ağacının enbiya kökleri ile emiliyor ve Cebrail’in ruhu ile indiriliyor. Velhasıl, ruh-lisan ikilisinde dakik lisan yani vahiy olmasaydı, azim ruh yani Cebrail atıl kalırdı. Bir adada lisansız büyüyen insanın hayvanlaşması gibi, azim kainat ağacı ruhsuz, manasız ve meyvesiz kalır, kıyameti kopardı.
Başta verdiğim parça şu derste 20 dakika civarı çalışılmış. Orada pek çok hakikate değinilmiş. Fakat en başta paylaştığım soruda ifade edilen problemin öneminin daha iyi anlaşılması ve konunun belağat kurallarını aşan merkeziyetinin netleştirilmesi gerektiğini düşündüğümden, bu yazıyı yazma ihtiyacı duydum. Bismillah’taki Rahman ve Rahim’in sırasının dahi bu denli önemli ve merkezi bir mesele olduğunu farkedince, Kur’an’a ve her işimize neden besmeleyle başladığımızı ve müellifin daha en birinci sözünde neden bismillah’a başladığını daha iyi anlıyoruz.