Mehmet Ali –
“İnsan aklı kâinatı kavrama kapasitesine sahip değildir. Biz, pek çok değişik dilde kitapla doldurulmuş bir kütüphaneye giren küçük bir çocuğun durumundayız. Çocuk kütüphanedeki kitapları birisinin yazmış olması gerektiğini bilir. Bu kitapları yazanın kim olduğunu ya da nasıl yazıldıklarını bilmez. Yazıldıkları dilleri anlamaz. Çocuk, kitapların sıralanmasında esrarengiz bir düzen olduğundan şüphe eder, ama ne olduğunu bilmez.” Einstein
Senai –
Yazıldıkları dilleri anlamaz. Çocuk, kitapların sıralanmasında esrarengiz bir düzen olduğundan şüphe eder, ama ne olduğunu bilmez.
Burası hayli ilginç. Görmemiz gereken kitapların düzenli dizilişleri değil sadece, kitapların düzeni dillendirişleri… Biçim okumasından içerik okumasına geçiş…
Ali – Güzel bir “geçiş’ tespiti. Teşekkürler Senai kardeşim.
Amiyane tabiriyle, kâinatın tümüne bakıp da, “Bunun mutlaka bir Yaratıcısı olması gerekir.” sonucuna ulaşmak “çocuklar”ın da ulaşabilecekleri bir gerçek. Fakat daha önemlisi, “Mutlaka bir Yazıcısı olması gereken” bu “kâinat kitabı”nın acaba içinde “Ne yazıyor ki?” diye merak edip “okumak” ile görevliyiz.
Acaba, “Iqra!” bu anlamda bir “Oku!” emri midir?
“Bir çocuğun bile ulaşabileceği bir sonuç ile yetinme! İçeriğini oku ve içinde yazılanlarla kendini özdeşleştir. İçeriğindeki mesajı al ve onun Yazarı’yla “iletişime” geç! İnsanî değerlerini, onların “Yazar”ı ile “iletişim” aracı olarak kullan!”
Herhalde, “Oku!” emri bir “iletişim” emri olmalı. Biz de “içeriğini” okumalıyız ve “iletişim” kurmalıyız bu kâinat kitabının Yazar’ı ile, inşaAllah.
Mehmet Ali –
Amiyane tabiriyle, kâinatın tümüne bakıp da, “Bunun mutlaka bir Yaratıcısı olması gerekir.” sonucuna ulaşmak “çocuklar”ın da ulaşabilecekleri bir gerçek. Fakat daha önemlisi, “Mutlaka bir Yazıcısı olması gereken” bu “kâinat kitabı”nın acaba içinde “Ne yazıyor ki?” diye merak edip “okumak” ile görevliyiz.
Peki, hocam, bu okuma işlemini vahiy olmadan yapabilir miyiz ya da yapabilir mi insan? “Bu varlığı bir yapan olması lazım” demek insaniyetin gereği ama okuma kabiliyeti için zorunlu olarak vahyin eğitimine ihtiyaç var diyebilir miyiz? Eğer dersek, vahye muhatap olmamış birisinden okumasını beklemek doğru olur mu, olmaz mı?
Zafer –
“Çocuk kütüphanedeki kitapları birisinin yazmış olması gerektiğini bilir. Bu kitapları yazanın kim olduğunu ya da nasıl yazıldıklarını bilmez. Yazıldıkları dilleri anlamaz. Çocuk, kitapların sıralanmasında esrarengiz bir düzen olduğundan şüphe eder, ama ne olduğunu bilmez.” Einstein
Vahye muhatap olamaz isek, kâinatın düzenli ve kitaplar ile dolu olduğunu fark edebilmekle beraber, Einstein kadar zeki bile olsak bu kitapların dillerini ve ne dediklerini anlayamayız diye anladım ben. İtiraf niteliğinde bir cümle yani.
Ali – Kanaatime göre, Vahye muhatap olmamış birisinden okumasını istemek fıtri olmamalı. Vahiy, “Oku” diyorsa, demek ki Vahye ihtiyaç fıtridir. Dolayısıyla, Vahiy yoksa okumak mümkün değildir. “Sen okumak için ihtiyaç hissedecek kapasitedesin. Ben seni böyle yarattım. Okumaya teşebbüs edince, okuduğun manaların nelere delalet ettiğini bilemeyeceksin.” İşte bu noktada, ‘Bu kâinatı ve beni Yaratan acaba niçin yarattı ki?’ araştırmasına girdiğimiz anda, Yaratıcımızdan “Rehberlik” beklemek zorundayız.
Neden?
Kâinat kitabını ve Vahyi okumak, diğer insanların yazdığı bir kitabı okumaya benzemez.
Şöyle bir örnekle bu meseleyi kendime açıklayabiliyorum: Hiç mi hiç tanımadığım bir makineyi önümde hazır bulsam, hatta onun bir makine olduğunu bile bilmesem. Fakat düzenli, kasıtlı yapılmış bir “şey”e benziyor. Ne işe yaradığı, nasıl çalıştığı, hangi maksatla benim önüme konduğu vs. hakkında hiçbir bilgim olmasa. Eğer bu makineyi anlamak için başlasam orasını burasını karıştırmaya. Ne olur? Büyük bir ihtimalle bozarım onu.
Benim için en faydalı iş
“Bu ‘şey’ düzenli yapılmış bir ‘şey’e benziyor. Bir maksat için benim önüme konmuş olmalı. ‘Saçma’ bir şey gibi görünmüyor, ama ne olduğu, ne işe yaradığını bilemiyorum. Madem bu ‘şey’ özenerek yapılmış bir ‘şey’e benziyor, bunu yapan çok akıllı, bilerek bir şeyler yapan olmalı. Benim önüme böyle bir ‘şey’i koyan bu kişi, bunu benim önüme niçin koyduğunu, bundan nasıl faydalanmam gerektiğini bana bildirecek kadar ‘akıllı, hikmetli’ bir kişi ise, mutlaka maksadını bana bildirmeli ve ondan nasıl faydalanacağım konusunda bana ‘Rehberlik’ etmeli”
deyip araştırmaya başlamak.
Bu makinenin bir kullanım kılavuzu olmazsa çelişki olur. Hem bu makineyi yapacak kadar dikkatli, hikmet sahibi olsun ve de nasıl kullanılacağını bilemeyen bizlerin önüne getirip koysun ve hem de bir “kullanım kılavuzu” hazırlamadan onu bana teslim etsin; benim bu makineyi ‘bozmama” neden olsun. Bu mümkün değildir, bir çelişkidir. Mutlaka “Kullanım Kılavuzu” olması lazım.
Bu kâinat ve ben bir makine değil, onun çok ötesinde harika mı harika “mucizevi” varlıklarız. Bizi Yapan’ın, bizim ulaşabileceğimiz, anlayabileceğimiz, kavrayabileceğimiz bir kaynak olmadığı o kadar belli ki… Ben bu yaratık âlemde böyle bir “kullanım kılavuzluğu” yapacak kaynak görmüyorum. Her gördüğüm, kendisi açıklanmaya, rehberlik yapılmaya muhtaç bir varlık. Bu kâinatı Yapan, bu kâinatın dışında, yani bu kâinatın cinsinden olmadığı için, benim ulaşabileceğim alanda değildir diye anlayabiliyorum. O, bana Kendisi tanıtmazsa ben O’nu tanıyamam. Ancak, “Bu kâinatı bir yapan olmalı” der ve bunun ötesine gidemem. Çünkü kâinatı yapan kâinat cinsinden değildir, olamaz diye anlayabiliyorum. Ama kainatı yapan, kim olduğunu, kâinatı yapmaktan maksadının ne olduğunu, niçin benim önüme böyle bir kâinat koyduğunu Kendisi açıklamazsa ben ancak “el yordamı” ile tahminler yürütürüm ve bu tahminler kâinat kitabından çıkarılacak manaları bozar.
Ancak böyle bir araştırmadan sonradır ki insan, Vahye (Kâinat Kullanım Kılavuzuna) ihtiyacını fark eder ve aramaya başlar. Böyle bir işlemden geçmemiş bir kişinin Vahiyden nasıl faydalandığını ben şahsen anlayamıyorum. Belki, bilgi (enformasyon) topluyor olabilir. Kendisini Yapanın kendisini niçin yaptığını anlamak için gerekli malzemeyi elde etmek üzere Vahye muhatap olacağını zannetmiyorum ve de bu şartlarda Vahiy ile muhatap olanların, onu bir “iletişim” aracı olarak kullandıklarını görmüyorum.
“Sorularımız kadar Vahiyden faydalanabiliriz.” sloganın altında yatan mantık da budur. “İhtiyacımız, fakrımız, aczimiz kadar Mutlak Kudreti, İlmi, İradeyi… tanıyabiliriz” ile aynı paralellikte bir anlayış.
Vahye muhatap olmayanların “sorumlu” olmayacağını bildiren ayet de bunu açık bir şekilde ifade ediyor.
وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً
..Biz, bir elçi gönderinceye kadar (hiç bir topluma) azab edecek değiliz. (17:15)
Bu ayetin de delaletiyle bize düşen görev, Rasul’ü dünyamıza getirmektir. Yani, Rasul ihtiyacını kendimize taşımalıyız. Rasul’ü aramalıyız. Arayan bulur. Aramayan yanında da olsa bulamaz. Rasulullah Muhammed (asvs)’in yanında olup da onu bulamayanlar çoktu. Dikkat edeceğimiz nokta, biz de Rasul’un yanı başında oluruz, elimizde de Kur’an olur da, O’nu bulamamış olabiliriz. Aramadığımız, sormadığımız, sorularımızın cevaplanması için “ihtiyaç” içinde olmadığımız müddetçe elimizde Kur’an, yanımızda Rasul olduğu halde onları bulamamış olabiliriz.
“Rasulün bize gönderilmesi” meselenin bir yönü, bizim Rasul’ü bulmamız meselenin diğer yönü. Bu iki yönü birbiriyle karıştırmamalıyız. Vazife-i İlahiye ile kulun vazifesini karıştırmamak lazım. Allah, Rasulünü gönderir. Eğer Rasul göndermezse, bizi sorumlu tutmayacak, demektir. Benim Rasulü arayıp bulmam ise benim araştırmam, ona ihtiyaç duymam ile orantılıdır. Aramak da benim görevimdir.
Bu noktada çok önemli bir görevimiz daha görünüyor. Önce kendimizi, Rasul arayan, Yaratıcısından rehberlik (vahiy) arayan kişi olarak hazırlamamız lazım. Bu bir yönü.
Diğer yönü de, eğer bir kişiye Vahyi takdim etmek istiyorsak, o kişiyi vahiy ile tanıştırmak istiyorsak, o kişiyi Rasul’e muhatap etmek istiyorsak, yani, Allah’ın dinini tebliğ etmek istiyorsak, önce ve mutlaka, o kişiyi “vahye ihtiyaç duyacağı” bir anlatıma muhatap etmeliyiz. Yani, “Neden bu kâinatın Yaratıcısının “Rehberliği” (Vahiy) olmadan biz kendimizi ve dolayısıyla kâinatı “Okuyamayız”, ondan mesaj çıkartamayız?”. Bu meselede ikna edici bir cevap bulmadan, kâinat kitabını okumaya kalkanlar ancak bir çocuk düzeyinde, “bu kâinat kitabının bir Yazarı olmalıdır” sonucuna ulaşmışlar. Ve bu kişiler “Müslüman” dahi olmayabiliyorlar. Mesele burada kritikleşiyor. Acaba biz elimizde “Vahiy” olduğu halde, Kur’an’dan uzak olan bu kişilerden ne kadar daha çok “kâinat kitabından” anlam çıkarıyoruz ki? İhtiyaçtan kaynaklanmayan, sorularına cevap aramaktan kaynaklanmayan bir “Vahiy” okuması, kişiyi, o diğer kâinat kitabını okuyan gayr-i Müslimlerden daha ileri bir düzeye çıkarır mı?
Önce, Vahye ihtiyaç anlatılmalı, vesselam.
Uzattım, özür dilerim. Can alıcı bir mesele olduğundan, “Tahkik-i İman” eğitiminin temel taşını oluşturan bir mesele olduğundan, üzerinde durulmaya değer görüyorum.
Abdullah Berâ –
Kanaatime göre, Vahye muhatap olmamış birisinden okumasını istemek fıtri olmamalı. Vahiy, “Oku” diyorsa, demek ki Vahye ihtiyaç fıtridir. Dolayısıyla, Vahiy yoksa okumak mümkün değildir.
10. Söz vahiy olmadan ahireti bulmaya bir örnek değil mi? 10. sözdeki anlatımın mesela ilk 12 suretinde “şuradaki mantık yürütmeler vahiysiz olamazdı” diyebileceğimiz bir yer var mı?
İkincisi, Meyve Risalesinin 9. Meselesinde Said Nursi imanın rükünlerinin birbirinin gerektirdiğini anlatıyor. Bu doğru ise yaratıcıya aklı ile ulaşan bir insanın diğer rükünlere de ulaşabilmesi gerekmiyor mu (10. sözdeki anlatım da buna bir örnek gibi sanki)?
Ali – Yaratıcının varlığını bilmek ayrıdır, Onu tanımak ayrıdır. Bir Yaratıcının var olması gerektiğini anlamak, Yaratıcı olan Allah’a imanın ancak bir giriş kısmıdır. Ondan sonraki adımlar ancak Yaratıcının gösterdiği yolda, Onun rehberliği altında, hidayeti altında gerçekleşiyor. “Kur’an’ın ahkâmı makuldür ve fakat akıl ona kendi başına yol bulamaz.” bu demektir, diye anlıyorum.
Aynı şekilde, 10. Söz, Kur’an’ın verdiği haberi yine Kur’an’daki gösterilen deliller aracılığı ile anlatmaktır. Kur’an’ın gösterdiği yolda düşünülerek geliştirilmiş olan delillerin aklen makul olması, onların akıl ile bulunabilir olması anlamına gelmez. Kur’an’dan Esma-i İlahiyeye dair haberleri almasa, ve Kur’an’da ahiretin varlığını bildiren ve onu tasdik etmek için gösterilen delilleri Kur’an’dan öğrenmese idi, Nur Dede 10. Söz’ü yazamazdı. Kur’an’ın hidayet kaynağı olması da bu demektir.