Resullullah (s.) ezandan sonra aşağıdaki duanın okunması tavsiye ediyor.
“Allâh’ım! Ey bu tam dâvetin, yâni mübârek ezânın ve kılınmak üzere bulunan namazın mukaddes Rabbi. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e vesîleyi ve fazîleti ihsan et ve O’nu, kendisine va’d buyurmuş olduğun Makâm-ı Mahmûd’a eriştir. Şüphe yok ki, sen va’dinden dönmezsin.”
Resullullah’ın (s.) bizim duamıza ihtiyacı olmaması sebebiyle yukarıdaki duayı bizim açımızdan anlamamız gerektiğini düşünüyorum.
Salavata Peygamber Efendimizin (sav) değil, bizim ihtiyacımız var. Peygamberi, peygamber olarak, alemlerin Rabbinin elçisi olarak, yaratılış maksadımızı bize öğreten olarak tanımak demek salavat.
11. Şuâ’da üstad şu misali veriyor:
Meselâ, senin gayet sevdiğin birtek evlâdın sekeratta ölmek üzere iken ve meyusâne elîm ebedî firakını düşünürken, birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i Lokman gibi bir doktor geldi, tiryak gibi bir macun içirdi. O sevimli ve güzel evlâdın gözünü açtı, ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor, anlarsın.
İşte, o çocuk gibi sevdiğin ve ciddi alâkadar olduğun milyonlar sence mahbup insanlar, o mazi mezaristanında, senin nazarında çürüyüp mahvolmak üzere iken, birden hakikat-i iman, Hakîm-i Lokman gibi, o büyük idamhâne tevehhüm edilen mezaristana kalb penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştan başa bütün ölüler dirildiler. Ve “Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz” lisan-ı hal ile dediklerinden aldığın hadsiz sevinçler ve ferahları İmân bu dünyada dahi vermesiyle ispat eder ki, İmân hakikatı öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse, bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tûbâsı olur dedim.
İşte bu haberi getiren, bize ebediyet müjdesi veren bir Zat’a her daim minnettar olmak demek salavat. Devamlı salavat getirmek demek, bunu her daim tefekkür etmek, bu haber gelmese idi yaşayacağımız acıları düşünerek her an o Zat’a (s.) minnettarlığımızın artması demek.1İlgili bir yazı: Sala.
Hadis olduğu rivayet edilen bir söz:
“Dua ile sema arasında bir engel vardır. Üzerime salavat getirilince engel açılır, dua yerine ulaşır. “
Aradan peygamberi çıkararak dua olmaz, yanlış, eksik olur bu. Yalnız duayı ibadet manasında anlamak lazım, ibadeti de Rabbi tanımak manasında, yani en geniş manasında.
İşte Peygamber efendimize (sav) salavat getirmek demek, O’nu (s.) aradan çıkarmadan, O’nun (s.) tanıdığı şekilde Rable ilişki kurmak demek. Bu şekilde kurulan ilişki doğru bir ilişkidir, yani dua yerine ulaşır. Dua’nın yerine ulaşması, dua ile sema arasındaki engelin salavat getirilince açılması O’nun (s.) öğrettiği şekilde Rabbi tanımak ve O’nun (s.) yöntemi ile marifetullah’da ilerleme çalışması yapmak anlamına geliyor.
Ezan duasında geçen “vesile” kelimesine, şefaat vesilesi, ya da bizi Allah’a ulaştıran vesile gibi anlamlar yükleniyor sanırım. “Hz. Muhammed (s.a.v.)’e vesîleyi ve fazîleti ihsan et ve O’nu, Makâm-ı Mahmûd’a” ulaştır demek, bizim gözümüze, bilincimize, anlayışımıza O’nun (s.) makamının (ve O’nun getirdiği vahyin terbiyesine giren insanın ulaşacağı noktanın) Makam-ı Mahmud olduğu gerçeğini göster, bizi bu seviyeye çıkar demek. Resulullah’ın (s.) şefaatine mazhar olmayı, O’nun getirdiği vahyin terbiyesine girerek hakikate ulaşmak olarak anlarsak, Hz. Peygamber’e “şefaat vesilesi ver” demek, benim O’nun (s.) getirdiği vahyin terbiyesini almama yardımcı ol demek.2Evet, bir zatın şefaatine mazhar olmak demek, o zatın öğretisiyle hakikate ulaşmak demek. M. Ali Hoca’nın örneğini buraya eklemekte fayda var: “Mesela bir öğrenciyi düşünün. Hocasından ders alıp mezun olduktan sonra, o meslekte iş hayatına atıldığında karşısına bir problem çıksa ve o problemi hocasından öğrendiği bir ders ile halletse, bunun anlamı, hocası o konuda onlara “şefaat” etti demektir. Hoca bir hakikatin onların dünyalarında açılmasına vesile olduysa ve öğrenci de bir cehaletin karanlığından kurtulduysa, işte şefaatten kasıt odur.” Bir diğer örnek olarak Bediüzzaman’ın, Abdülkadir Geylani’nin ya da Nakşibendi’nin şefaatlerine mazhar olmayı, onların öğrettikleri yöntem ile hakikate ulaşmak olarak düşünebiliriz.
“O’nu makam-ı mahmud’a ulaştır demek” bizi Resullulah’ın (s.) peygamberliğinin ne anlama geldiğini ve kainata O’nun öğrettiği bakış açısıyla bakmayı öğret ve bizi oraya ulaştır demek.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Nebiyy-i Zîşânın (a.s.m.) makam-ı mahmûdu İlâhî bir mâide ve Rabbânî bir sofra hükmündedir. Evet, tevzi edilen lütuflar, feyizler, nimetler o sofradan akıyor. Resul-i Zîşâna (a.s.m.) okunan salâvat-ı şerife, o sofraya edilen dâvete icâbettir.
Ve keza, salâvat-ı şerîfeyi getiren adam, zât-ı Peygamberîyi (a.s.m.) bir sıfatla tavsif ettiği zaman, o sıfatın nereye taallûk ettiğini düşünsün ki, tekrar be tekrar salâvat getirmeye müşevviki olsun. (Mesnevi-i Nuriye, Hubâb)
Hz. Peygamber şöyle söylüyor:
Kim ezanı işittiği zaman şu duayı okursa, kıyamet gününde o kimseye şefâatim vâcip olur.”
“Allahumme rabbe hâzihî’d-da’veti’t-tâmmeh ve’s-salâti’l kâimeh, âti Muhammeden’il vesîlete ve’l-fadîlete ve’b’ashu mekamen Mahmûden ellezi veadteh. İnneke la tuhliful mîâd.” [Buhârî, Ezân 8, Tefsîru sûre(17), 11. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 37; Tirmizî, Mevâkît 43; Nesâî, Ezân 38; İbni Mâce, Ezân 4]
Evet, şefaatin vacib yani zorunlu olması demek, bu duayı yukarıda bahsedildiği şekilde yapan insanın, Peygamber Efendimiz’in (s.) bize ulaşmasına vesile olduğu vahyin terbiyesine girerek yaratıcısını tanıması anlamına geliyor.
Allah’u A’lem.