Bu kâinattaki düzenin devamına alıştığımız için genellikle hayat denilen mucizevi var edilişi sıradan görürüz. Bu anlayışın dışına çıkabilmek için Kur’an’ı peşin kabulle Allah’ın kelamı olarak değil, aksine bu iddiada bulunan bir kaynak olarak okumalıyız. Söylediklerinin şahitliğini kâinatta ve kendi varlığımızda aramalıyız. Kur’an, ileri sürdüğü imana ve ahlaka dair iddiaların doğruluğunu teyit etmek için okunur. Kur’an’da insanların başına gelen, alışık olmadığımız, olağanüstü görünen, mucizevi olayların anlatıldığı pek çok örnek vardır. Bu dünyada yaşadıklarımız sıradan, rutin dediğimiz şeylerdir. Mucizevi şeyler yaşamadığımızı zannederiz.
Fil suresinde anlatılan mucizevi olayların Allah’ın emriyle gerçekleştiğini doğrulamak için kâinata müracaat edebiliriz. İlk önce içinde yaşadığımız bu düzenin kendi kendine var olamayacağına aklımızın ve kalbimizin ikna olması gerekiyor. Hayatta alıştığımız, sıradan dediğimiz şeyler yaşıyoruz. Oysa hayatımızı, daima düzenli ve değişmeyen bu kâinat şartlarına uyarak sürdürüyoruz. Hayattaki tecrübelerimizden yola çıkarak geleceğe dair projeksiyonlar yapabiliyoruz. Çünkü hayattaki düzen değişmiyor. Düzen içerisinde insanın özgür iradesinin sonuçları var ediliyor.
Kur’an, bu kâinattaki düzenin yaratıcısı olarak Allah’ın her an yaratma fiiliyle bizzat düzeni ve kâinatı var ettiğini söylüyor. Bu var edilişin kendisi mucize iken insan olarak hep alışageldiğimizin dışında olan olaylara mucize deriz. Mucizeleri de ancak bu kâinatın Yaratıcısı var edebilir. Tarih, mucizeleri anlatır ama insan bunların gerçekliğine ikna olmak ister. İkna süreci, anlatanlara güvenmekten çok insanın kendi kişisel deneyimlerine bağlıdır. Anlatılanlar mucizelere delil olamaz. Asıl sorun insanın bu kâinatı algılamasında yatıyor. Bu kâinatın varlığının algılanmasında ciddi problemlerimiz var. Varlıkları ezelden beri hep aynı biçimde var olan şeyler olarak algılamak, insanın vicdanında hayret ve heyecan duyarak etrafa bakmasına engel oluyor. Daha da ötesi, insanın varlıklarla kendi varlığını ilişkilendirmesine fırsat vermeyecek yoğunluktaki malumat, meşguliyetler ve peşin hükümler kâinatı gerçekten kendi gözüyle görmesine fırsat tanımıyor. Ortalama modern bir insan, hep peşin hükümler ve medyatik malumatlarla ömrünü tüketerek bu kâinattan geçip gidiyor.
İnsanın kâinattaki durumunu ve gerçekliğini anlamak için sıfır ve sonsuz kavramından faydalanabiliriz. İnsanın bir şeyi var edebilme gücü sıfırdır, yani daha önce var olmayan bir şeyi var edemez. Ve var olan bir şeyi de tamamen yok edemez. Hakikaten insan acizdir. Bir şeyi yoktan var edemez, var olanı da küllen yok edemez. Bu anlamda insanın bir şey yaratma ve yok etme gücü, matematiksel olarak sıfırdır. Bir şeyi var ve yok etmek insan için imkânsızdır. Fakat bu kâinata Varlık Verenin var etme ve yok etme kapasitesi matematiksel olarak sonsuz, sınırı olmayan, limitsiz veya sayı cinsinden olmayan, yani Mutlak olan bir kudret biçiminde tanımlanabilir. Kâinata Varlık Verenin var etme ve yok etme kapasitesi sonsuz olmalıdır çünkü kâinatı yok iken var edebilmek ve var olanları da yok edebilmek sınırlı bir kapasiteyle mümkün olamaz. Ayrıca kâinatta her bir şeyin diğer bütün her şeyle aynı anda tam bir ahenkle varlıkları devamlı değiştirilerek hiçbir noksanlık veya hata kabul etmez bir şekilde varlıklarını sürdürebilmesi ancak sonsuz bir kapasiteyle mümkün olur. Bu varlıkların hepsi var ve yok edilmeye muhtaçtır. Öyleyse bunları Var Eden’in sonsuz var etme ve yok etme gücü olmalıdır.
Bu dünyadaki sonsuz, insanın kavrayamayacağı çokluk ve çeşitteki varlıkları temsil eder. Kâinatın da insan açısından başı ve sonu yoktur. Kâinatın yaşıyla ilgili bilimsel tahminlerin tahminden öte bir gerçekliği yoktur. Bu tahminler kâinatın başlangıcının ne zaman olduğunu belirleme iddiasındadır. Fakat tek bir anın var edilişi bile sonsuz bağlantı ve ilişkililiğe bağlıyken sonuna ulaşamadığımız bir kâinatın sonsuzluğunu bir başlangıca dayandırmaya çalışmak boşunadır. Bu tahminler sadece varlıkların üzerinden geçen zamanı ve değişimlerin sonucunu anlamaya yardımcı olabilir. Ama asla, varlıkların nasıl var edildiğini açıklayamaz. Zira sonsuz var etme gücü Mutlaktır yani yaratık türünden değildir. Öyleyse, Mutlak Var etme Kudretini ve kâinatın var edilişini bir başlangıca dayandırmak veya Mutlak Kudretin bir varlığı nasıl var ettiğini tamamen açıklayabilmek mümkün değildir. Çünkü yapılan açıklamanın kendisi de var edilmeye muhtaçtır. Var edilmeye muhtaç olan, Var Edeni izah edemez, ancak var olması gerektiğini anlar ve tasdik eder.
Mutlak, insan mantığının ve aklının zorunlu biçimde ulaştığı bir sonuç olarak bu kâinatın ötesini temsil eder. Mesela, Mutlak Gücün bir anı kaç saniyede var ettiğini düşünelim. Bu sonsuz güç, bizim açımızdan bir anı 0 saniyede var ediyor diyebiliriz. Çünkü bir anın var edilişini saniye türünden ifade edemeyiz. Bu Mutlak Güç sadece bir anı değil, kâinatın diğer yerlerinde ve zamanlarındaki farklı 50 trilyon anı da 0 saniyede var eder. Her nerede olursak olalım ve zamanın hangi anına bakarsak bakalım bir anın varlığa gelişini saniyelerle ölçemeyiz. Zira sayı ne kadar büyük veya küçük olursa olsun, Sonsuz Güç Sahibi yani Mutlak Var Edici bizim açımızdan yine 0 saniye içinde harekete geçer. O’nun bir anlık fiilini kavrayıp sayıya vurarak ölçemeyiz.
Bu durum mantıksal olarak ne anlama geliyor? Ben insan olarak Mutlak Kudret Sahibinin fiillerini gerçekleştirmesine doğrudan şahit olamıyorum çünkü kâinatta sonsuzu ihata edebilecek bir varlık türü yoktur. Ben ancak bir varlığı var edildikten sonra görüyor ve bir Var Edicisi olması gerektiğini anlıyorum. Galaksinin dışından bir şey geldiğini düşünsem bile, o da bu kâinatın içindedir. Kâinatın dışını hayal edemem, çünkü kâinatın dışı benim için yoktur. Yok olanı tasavvur edemem. Yaratıcı indinde kâinat sonsuz değildir. Kâinat yaratıktır ama Yaratıcı Mutlaktır yani kâinat türünden değildir. Bu nedenle O’nu fiziksel olarak göremeyiz veya Onun Zatını hayal edemeyiz, elimizde hiçbir veri yoktur. Fakat mantıksal olarak, kâinat türünden olmayan böyle bir Var Etme Gücünün olması gerektiğinden emin olabiliriz. Bu mantıki sonuca “iman” deniyor. İman, aklı ve mantığı iptal ederek teslim olmak demek değildir. Aksine, akıl ve mantığı üst sınırlarda kullanarak bir insani sonuca varmak demektir. İman neticesinde ulaşılan emniyet hissi ancak mantıksal olarak tutarlı olduğumuzda ve insani duygularımız bu inançla ikna olduğunda gerçekleşir. İman, aklen ve mantıken ulaşılan bir sükûnet, güvenlik ve kesinlik sonucunda gerçekleşir.
Eğer bir Fail bir şeyi var ediyorsa, o Failin Mutlak özelliklere sahip olması gerekir. Mutlak özellikleri olan bir Fail açısından içeriği ne olursa olsun her tür varlığı var etmek aynı kolaylıkta bir iştir. Zira sonsuzun karşısında en küçük veya en büyük sayı aynı niteliktedir. Büyük olan sonsuza daha yakın, küçük olan ise daha uzak değildir. İkisi de birer sayıdır. Benzer biçimde, Mutlak Var Edici açısından küçük bir şeyi var etmek daha kolay, büyük olanı var etmek ise daha zor değildir. İkisi de var edilmeye muhtaç birer mahluktur. Biri ve bini var etmek Mutlak Kudret açısından aynıdır. Varoluş zaman almaz, bir şeyi var etmek sıfır zaman alır. Zaman yalnızca bizim açımızdan bir kavramdan ibarettir. Yaratıcı için zaman kavramıyla düşünmek O’nu yaratık cinsinden tanımlamaya çalışmak olur ki çok yanlıştır. Örneğin bir parka baktığımızda oradaki varlıklar ve onların zihnimizdeki karşılıkları Mutlak Var Edici tarafından bir anda var edilir. Benzer biçimde, bir galaksi de bir anda var edilir.
Kur’an, kâinatın insan açısından sonsuz olduğunu ve kimsenin bu sınırların ötesine çıkamayacağını belirtir. Peki bu haberi getiren Hz. Muhammed (SAV) yaklaşık 1450 yıl önce insanın varlığın ötesine ulaşamayacağını nasıl bilmiştir? Demek ki, bu bilgi onun haber getirdiği Varlık Kaynağına ait olabilir. Bulunduğu şartlar altında kendisi bunları bilemez. Eğer yaratılmış olduğumuzu ve bize varlık verildiğini anlarsak bu haberin gerçekliğini daha kolay anlarız. İnsan aklı, kâinatın var ediliş biçiminden yola çıkarak böyle bir mantıksal sonuca varabilir. Var olan her şeyin bir varlık sebebine ihtiyacı vardır çünkü hiçbir şeyde kendi başına var etme niteliğini görmüyoruz. Bu sonuç, gözlenebilir ve mantıklıdır. Bu sonuca varmak için şöyle bir süreci her insan tecrübe edebilir: İlk olarak, bir varlığa varlık verebilmek için Varlık Kaynağının Mutlak bir güce sahip olması gerekir. İkinci olarak, hiçbir varlığın kendine varlık veremediği görülmektedir. Üçüncü olarak, bir Fail bir şeyi var ediyorsa o Failin kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyacı olmamalı ve bütün özelliklerinin Mutlak yani var edilmeye muhtaç olmaması gerekir. Kâinattaki var edilişler bunu göstermektedir.
Zaman, varlıkların var edilmesinden sonra söz konusu olabilen bir kavramdır. Olmayan bir şey için zaman ve mekân kavramı da yoktur. Örneğin, bir insanın bu dünyadaki varlığı zamana göre yıllarla sınırlıdır. İnsanın varlığı pek çok aşamadan geçer. Fakat insan genellikle varoluş nedenini ve sıfır zamanda Mutlak Bir Var Edici tarafından kendisine varlık verilmiş olduğunu fark etmez veya bunu düşünmez. Esasında, anlık varoluşlar değil sonsuz ve sürekli biçimde anlık varoluş örnekleri gözlerimizin önünde sergileniyor. Buradan anladığımız kadarıyla bütün bu var edişlerin varlık kaynağı Mutlak olmalıdır. İnsanın kendisi de aşamalar halinde bu sonsuz var etme örneklerine tabidir. Zaman, bir mahluk olan insan için söz konusudur. Yaratıcı açısından zaman diye bir kavram yoktur. Çünkü zamanı bizzat yaratan O’dur. Yaratıcı, zamanla kayıtlı olamaz.
Yaratıcının tüm özellikleri gibi Alim, ilim sahibi olma özelliği de Mutlaktır. Yani O’nun bilmesi bir yaratık olan insanın bilmesi gibi değildir. Çeşitli yeterliliklerle gelişen bir bilme türü değildir. O’nun bilgisi ve bilmesi her şeyi kuşatır. Geçmiş, şimdiki an ve gelecek dahil tüm zamanlarda olmuş, olagelen ve olacakları tam tamına bilir. Kâinatın işleyişi ve varlıkların var ediliş biçimi buna şahittir. Öyleyse dünyadaki savaş, açlık ve çeşitli haksızlıkların da O’nun bilgisine tabi olması gerekir. Çünkü bütün bu olayları yaratan O’dur. Bu noktada olayların yaratılmasıyla yaratılmasına vesile olma sorumluluğu karıştırılmamalıdır. Her olayı ve fiili yaratan Yaratıcıdır ama bunların yaratılma sorumluluğunu üstlenen ise insanlardır. Kötülüğün yaratılmasına sebep olan onun hesabını verir. İnsanın sabrı ve adalet anlayışı kısıtlı olduğu için her şeyi bir anda çözmek ister ama Yaratıcının sabrı ve hikmeti sonsuzdur. Her olayın ve varlığın akıbetini tam olarak bilir ve tam olarak hesabını sorar. Çünkü Yaratıcının adalet ve hesap görme özellikleri de Mutlaktır. İnsana düşen, daima doğru olanı tercih etmek yani yaratılışına uygun davranışları seçmektir. Seçim insandan, yaratmak ise Yaratıcıdandır.
Bir şeyi özgürce seçebilmek, seçimin sonucunu da bilmek anlamına gelmez. Bundan dolayı, Mutlak Varlık için bu kâinattaki deneyimlerimize bağlı bir söylem biçimini kullanamayız. Mutlak olmanın nasıl bir şey olduğunu hayal bile edemiyoruz. Bu nedenle Mutlak Bilen’in bilgisinin mahiyeti hakkında spekülasyon yapmamalıyız. Ancak mantıksal olarak bu kâinatın Varlık Kaynağı olabilmesi için O’nun tüm özelliklerinin Mutlak olması gerektiği sonucuna varıyoruz. Tanım gereği Mutlak, zaman ve mekânın ötesinde olmalıdır. Biz bilemeyiz ama O’nun her şeyi sonsuz bilgisiyle biliyor olması lazımdır. Kâinata varlık verenin, kâinatın öncesini ve sonrasını da bilmesi gerekir. Çünkü Var Eden, ezeli ve ebedi de var eder.
Islam From Within Youtube kanalında yayınlanan “Quran-Universe Parallel Reading: Chapter Fil – Part 3 –06/12/19” başlıklı video kaydı çalışılarak hazırlanmıştır.