Ders Notları Risale-i Nur Okumaları

Lemaat, 139. Ders Notları

Ha-Mim Defaulted Featured Image

Ha-mim’in, 10. 01. 2021 tarihli, online 139. Lemaat dersinde “Îcaz ile Beyan İ’câz-i Kur’an” başlıklı uzun metnin “Beşinci Menba” adli aşağıdaki pasaj okunup müzakere edildi:

“Nakl ve hikâyatında, ahbar-ı sadikada, esasî noktalardan hazır müşahid gibi bir uslûb-ü bedi-i pür-maânî

Naklederek, beşeri onunla ikaz eder. Menkulâti şunlardır: Ahbar-ı evvelîni, ahval-i âhırîni, esrar-ı cehennem ve cinânı.

Hakaik-i gaybiye, hem esrar-ı şehâdet, serair-i İlahî, revabit-i kevniyeye dair hikâyatıdır hikâyet-i ayânî.

Ki, ne vaki’ reddeylemiş, ne mantık tekzib etmiş. Mantık kabul etmezse, red de bile edemez. Semavî kitabların ki matmah-ı cihanî.

İttifakî noktalarda müsaddikane nakleder. İhtilafî yerlerinde müsahhihane bahseder. Böyle naklî umûrlar bir “Ümmi”den sudûrü hârika-i zamanî”

Derste sınırlı oranda metnin bütününe dair müzakereler yapıldı ise de ağırlıklı olarak konuşmalar, Kur’an’daki kıssaların anlaşılması üzerine yoğunlaştı. Benim çok istifade ettiğim değerli konuşma ve müzakereleri ilgili kayıtlara havale edip, bazı şahsî çağrışımları da ekleyerek özellikle odaklanan konu ile ilgili notların bir bölümünü paylaşmak istiyorum (Her paragraf ayrı bir müzakereciye değil, ayrı bir müzakere notuna işaret eder):

*Metin, kabaca baktığımızda, Kur’an’ın yedi alanda “ihbârât”ta bulunduğunu yani haberler verdiğini, tarihi gelişmelerin bu “ihbarât”ı reddetmediğini, mantığın da “yalanlamadığını”, ama bütün bunların okuması yazması olmayan “ümmi” bir şahıstan sadır olduğunu, bu durumun Kur’an’ın, Elçinin sözü olmayıp onu görevlendiren Gaybî Kaynağın kelâmı olduğunu kanıtladığını ifade ediyor. Maddeler halinde sıralamak gerekirse bu alanlar; a) önceki peygamber ve topluluklara dair haberler, b) sonraki olay ve olgulara dair haberler, c) cennet ve cehenneme dair haberler, d) gaybî hakikatlere dair haberler, e) görünene alemin arka planına dair haberler, f) ilahî “esrar”a dair haberler, g) kevnî “revâbıt”a dair haberler.

*Metin, Kur’an’ın geçmiş dönemde yaşanan olaylara dair nakillerinin “beşeri ikaz etme” amacına yönelik olduğunu ifade ediyor. Malum, “ikaz etmek sözlükte “uyandırmak” anlamına geliyor. Demek ki ben Kur’an’daki peygamber kıssalarını “ders almak” için okuyacağım, yoksa tarihi malumat elde etmek için değil. Gerçekten Kur’an’da geçmiş dönemde yaşanan olaylara dair çok kıssa var. Bu kıssaların, muhakkak ki doğru anlaşılması gerekiyor. Nitekim müellif, mesela Lem’alar adlı eserinde Yunus ve Eyyûb peygamberlerin kıssalarını konu edinerek, bunlar üzerinden kıssaların nasıl anlaşılması gerektiğine dair çok güzel “usûl” dersi veriyor. Bizim de diğer peygamber kıssalarını bu “usûl”e göre okuyup değerlendirmemiz gerekiyor.

Ben, “kıssaları ders almak için okumalıyız” türünden sözlerin tashih edilmesi gerektiği kanaatindeyim. Zira ders almak “dışarıdan bakış”ı ifade ediyor. Yani siz varsınız, olay var, ve siz hariçten bakarak olaydan kendinize göre ders çıkartıyorsunuz. Oysa bana göre “kıssayı birebir yaşamak” gerekiyor, olayın birebir “içinde olmak” gerekiyor, olaydaki şahısları birebir “kendimizle ilişkilendirmek” gerekiyor.

*Ben, “kıssaları ders almak için okumalıyız” türünden sözlerin tashih edilmesi gerektiği kanaatindeyim. Zira ders almak “dışarıdan bakış”ı ifade ediyor. Yani siz varsınız, olay var, ve siz hariçten bakarak olaydan kendinize göre ders çıkartıyorsunuz. Oysa bana göre “kıssayı birebir yaşamak” gerekiyor, olayın birebir “içinde olmak” gerekiyor, olaydaki şahısları birebir “kendimizle ilişkilendirmek” gerekiyor. Birinci ve İkinci Lem’a’da anlatılan peygamber kıssalarındaki usûlî dersin de temel mesajı bu, diye anlıyorum.

*Önce şöyle başlayayım. Benim Yaratıcım bana neden tarihî şahıslar ve olaylar üzerinden konuşuyor. Direkt söylese daha uygun olmaz mı? Hayır! Çünkü benim “soyut kavram”lardan gerçeğime uygun bir anlam çıkarmam için her zaman risklidir. Hiçbir zaman unutmamam gerekir ki, bende hür, sınırlanmamış cüz’i irade vardır. Bu özgür irademin her daim dış etkiler ve bendeki bencilce yorum yapma özelliği altında karar vermesi mümkündür. Bana benim yaşadığım hayatta, somut olaylar üzerinden Yaratıcımın gönderdiği mesajının uygulama örneklerinin verilmesi lazımdır. Bu takdirde dış ve iç etkilerden korunmuş bir uygulamayı kendime rehber edinebilir; dolayısıyla güvenim sağlanır. Yaratıcımın benim sorularıma verdiği cevapları bana somut örnekleriyle sunan, sergileyen ve insan olarak gerçek hayatı yaşayan insan cinsinden bir peygamberin görevlendirilmesinin zorunluluğu da bu nedenledir: İnsanlar soyut kavramların karşılıklarını somut hayat tecrübelerine uygularken ellerine “kıstas” olacak bir örnek sunulması gerekir. Bu örnekliği de ancak Yaratıcının eğiterek insanlara gönderdiği peygamberler yapmaktadırlar.

*Biraz daha açalım: Kendisini dış ve iç etkenlerden korunmuş, hür iradesinin daima doğru olanı tercih ettiğini iddia edecek kadar “ben merkezli” düşünen insanlar, peygamberin yaşanmış hayat örneklerine bencilliklerinden dolayı ihtiyaç hissetmediklerini zannederler. Bu insanlar, peygamberleri tarihî bir bağlamda, iradesi zayıf kimseleri eğitmek için çabalayan bilge kişiler (Yaratıcının görevlendirdiği peygamber değil) olarak görmek zorunda kalırlar. Böylesi bencil kişiler peygamber rehberliğine ihtiyaç duymayıp, kendilerini gerçeğin tek kıstası olarak algılarlar. Bu algı onların Kur’an okumalarına yansımak zorundadır. Kur’an’da geçmiş peygamberlerin hayatlarının belli kesitlerini nakleden ayetler ile karşılaşınca, onların Allah Konuşması olmasının imkansızlığına hükmederler. Çünkü Allah, Konuşmasında geçmişte yaşanmış masallar anlatacak birisi olamaz, derler. Böylece Kur’an için de, kültürel baskıdan dolayı ilk etapta Allah kelamı değil diye iddia edemez iseler bile, zaman içinde alışkanlık kazanarak Kur’an’ın da Allah ile ilişkisini kesmek zorunda kalırlar. Ezcümle bütün sorun insanın kendisini gerçeğin tek kıstası olarak görme gururundan kaynaklanır.

*Devam edelim: Zamanımızda alem-i İslam dahil neredeyse dünyayı saran bu anlayışa karşı çok hassas olmalı, kendimizi tekrar tekrar “Ben gerçeğin tek kıstası olabilir miyim?” diye sorgulamaya açık tutmalıyız. Hayat tecrübemiz gösterir ki, biz eğitilmeye muhtaç olan, sürekli öğrenen, öğrendikçe “kıstaslarımızın” sürekli değiştiği bir hayat gerçeğini algılayan varlıklarız. Hepimiz eğitim kurumlarından mutlaka belli bir süre geçme ihtiyacı hissediyoruz. Gerçeğimiz bu iken, nasıl olur da kendimizin “gerçeğin kıstası” olabileceğini iddia edebiliriz? Kimin ve hangi dünya görüşünün eğitiminden geçiyor olduğumuza çok dikkat etmemiz gerekir!

*İşte böylesi bir insan gerçeği ihtiyacından dolayı Kur’an, hakikatleri temsillerle anlatır; peygamber kıssaları, teşbih, mecaz, istiare, kinaye gibi sanat türleri ile yansıtır. Baktığımızda şu kainat da Gayb’ın temsili değil midir? O halde benim Yaratıcım bana konuşurken benim için gaybî olan bilgisini benim anlayacağım şekilde, yaşanmış bir senaryo içinde sunar, sunması gerekir. Mesela, biraz evvel adı geçtiği için Yunus kıssasını ele alalım. Ne olmuş? Yunus diye birisi şöyle şöyle yapmış, denize atılmış, büyük bir balık yutmuş, balığın karnında ölmemiş, sonra şu duayı okumuş ve en sonunda kurtarılmış… Ben o dönemde yaşamadım, Yunus’u (asm) görmedim, bu olaydan bana ne diyebilir miyim? Diyemem! Çünkü Kur’an bana konuşuyor. Benim Yaratıcım şimdi ve burada bana sesleniyor. Öyleyse ortada, şimdi benim gözlemleyebileceğim salt tarihi bir olay yok, ben varım. Benim kendi gerçekliğim var. Kur’an o olay üzerinden doğrudan benim gerçekliğime sesleniyor olmalı, eğer benim Yaratıcımın Konuşması ise.

*Bu usûl çerçevesinde Yunus kıssasını kendime uyarlarsam, şöyle derim ya da demeliyim: Yunus benim! Yutulan benim! Balık karnında olan benim. Kendi gerçekliğime baktığımda, mesela “heva”mın, nefsimin, dünyayı yalnızca dünyadaki fani hayatımın tatmininden ibaret gören bencil dünyevi isteklerimin beni yuttuğunu görüyorum… Bunların yönlerini nasıl ebedi hayata yöneltmem gerektiğinin örneklerini bizzat yaşanmış hayat tablolarında görmem gerekir. Kur’an bu hayat tablolarını Allah, bizzat eğiterek insan fıtratına en uygun olan uygulama örnekleriyle, peygamberlerin hayat tecrübelerini naklederek sunmaktadır. Böylece ben bu yaşanmış hayat tecrübelerinin içine kendimi yerleştirerek, benim yaratılış maksadıma uygun olan tercihi yapma eğitimine girerim, girmeliyim. Tedbir almazsam “heva”mın hegemonyası altında ölmemem imkansız!… Uzatmak istemiyorum, diyeceğim şu: “Ben bu kıssadan ders almalıyım” dediğimde, bu ifade çok zayıf kalıyor. Kendimi Kur’an mesajı ile birebir ve güçlü şekilde ilişkilendiremiyorum. Oysa bu kıssayı “yaşamalıyım” dediğimde, kendimi doğrudan bu olayın içinde bulmam mümkün oluyor. Bu olayların anlaşılmasında Kur’an’ın kullandığı edebi sanatları (temsil, teşbih, mecaz, istiare, kinaye, icaz vb.) uygulayarak, Kur’anî mesajı kolayca alma ve hayatıma taşıma imkanı elde ediyorum. Sonuç olarak, dilimize yerleşmiş olan “kıssaları ders almak için okumalıyız” şeklindeki hükmü silmek lazım, diye düşünüyorum.

Bu usûl çerçevesinde Yunus kıssasını kendime uyarlarsam, şöyle derim ya da demeliyim: Yunus benim! Yutulan benim! Balık karnında olan benim. Kendi gerçekliğime baktığımda, mesela “heva”mın, nefsimin, dünyayı yalnızca dünyadaki fani hayatımın tatmininden ibaret gören bencil dünyevi isteklerimin beni yuttuğunu görüyorum… Bunların yönlerini nasıl ebedi hayata yöneltmem gerektiğinin örneklerini bizzat yaşanmış hayat tablolarında görmem gerekir. Kur’an bu hayat tablolarını Allah, bizzat eğiterek insan fıtratına en uygun olan uygulama örnekleriyle, peygamberlerin hayat tecrübelerini naklederek sunmaktadır.

*İşaret edildiği gibi Kur’an’ın “temsil” dili ile konuşması zorunludur. Fıkhî ayetler hariç neredeyse bütün ayetler temsilî anlatımlardır, diyebiliriz. Mesela cennet tasvirleri. Görmediğimiz, bilmediğimiz, tecrübe etmediğimiz yepyeni bir yaratılış türü olan bambaşka dünyaya ait “saadet mekanı” bize nasıl anlatılabilir? Bu dünyada bildiğimiz, gördüğümüz “saadet mekanları” örnekliği ile. Güzel bir bahçe olarak. İçinde enva-i çeşit meyvelerin bulunduğu. Etrafta pınarların çağladığı. Çocukların şen-şakrak oyun oynadığı. Musiki nağmelerinin içimizi okşadığı… İşte ebedi alemdeki cenneti anlamak için bu örnekleri sonsuzla çarpmak gerekiyor. Ahiret sonsuzluk yurdu olmalıdır çünkü… Değilse, neden bu dünyadaki tecrübeden ayrılıp yepyeni bir hayata intikal ettirelim ki? Yani Kur’an diyor ki, “sen sonsuzluk istiyorsun, sonsuz mutluluk istiyorsun. Seni bu istek içinde yaratan Ben, sana bunları vereceğim, bu duygular Benim sana va’dimi gösterir…”

*Peygamber kıssalarını “ders almak”tan ziyade birebir “yaşayarak” anlamak gerektiği ile ilgili olarak Nuh kıssasına da atıf yapılabilir. Nedir bu kıssanın özü? Nuh bir mesajla geldi. Bazıları bu mesajı reddetti. Nuh onları “tufan” ile tehdit etti. Nuh bir gemi yaptı. Mesajını kabul edenleri gemiye aldı. Tufan oldu. Sular her yeri kapladı. Mesajı kabul etmeyenler boğuldu. Kabul edenler kurtuldu… Kur’an bu kıssa ile -haşa- nasıl gemi yapılacağını mı anlatıyor? Bu, Kur’an’ın maksadı ile örtüşür mü? Nasıl gemi yapılacağı yaratılış düzeni içinde çalışılarak öğrenilir. Kur’an bana konuştuğuna göre ben burada kendimi kıssanın içine koymalıyım. Bu takdirde Nuh benim. Nuh’un mesajını kabul etmeyen bencil, yalnızca kendisini gerçeğin ölçeği gören nefsimdir. Mesajı kabul etmezsem birçok şeyin beni boğacağı aşikardır. Madde boğabilir. Anlamsızlık boğabilir. Tüketim boğabilir… Şöyle ki mesajı dikkate almadan baktığımda varlık anlamsız görünüyor. Duygularım sonsuzluk istiyor. Maddede bunun karşılığı yok. Güzel bir hayat istiyorum, aksine hayat sıkıntılarla dolu. Kelimenin tam anlamıyla “boğulacak” gibi oluyorum. Hatta evet, -saklamayayım-, boğuluyorum. Peki, Nuh’un gemisine binen kurtuluyor mu? Evet! Benim için bu ne demek? Elçinin getirdiği mesaja tabi olmak. Mesaj benim için gemi. Tabi olursam kurtulacağım, sahil-i selamete çıkacağım. Bu mesaj bana “Senin bir Bilinçli, Hikmetli Yaratıcın var. Sen sahipsiz değilsin, kendi başına bu aleme gelmiş, rastlantıların sonucunda insan olmuş bir varlık olabilir misin, kendine dikkat et, incele. Seni Yaratanın sana sonsuz mutluluk arzulayan özelliklerle donatarak yarattığını anlaman çok kolaydır. Yeter ki, kendini şartlandırmadan incele, anlarsın ki, kasıtla yaratılmış bir mahluksun…” diyor.  O mesajla hayata, varlıklara bakıyorum. Bütün karamsarlıklar kayboluyor. Aklım, duygularım selamete çıkıyor…

*Diğer kıssaları da aynı şekilde “yaşamaya” çalışırsam Kur’an’ın maksadına uygun okuma ve anlama çalışması yapmış olurum. Mesela, Kur’an’da en çok tekrarlanan kıssalardan birisi olarak Musa’nın kıssası. Bu kıssada kendimi Musa yerine koyacağım. Firavun yerine koyacağım. Hâman yerine koyacağım. Söz gelimi, bu kainatı kendi mülküm gibi kullanıyorsam, duygularıma, yaratılmışlığımı kabul etmeyip ben merkezli tasarruflarda bulunuyorsam, “benim bedenim”, “benim evim”, benim şunum”, “benim bunum” diyor, bunları bana veren birisi olduğunu göz ardı ediyorsam, al sana bir numaralı Firavun! Kendi şartlarında… Oysa “benim sandığım” hiçbir şeyin benim olmadığını anlarsam, o takdirde her şeyde Yaratıcımı görüyorsam, Onun sonsuz güzellik tecellilerini fark ediyorsam, işte o zaman varlığımı ve sonsuz mutluluk ihtiyacı Kendisine güvenle bağlayabileceğim bir Mutlak Varlığa ait kılabilir ve Ona döndürüleceğimin bilincinde olarak korkularımdan emin olabilirim. Ancak bu anlayış, benim bu dünyadaki hayatımı mutlu yaşamama yeter ve artar bir “varlık gerekçem” olur. Ancak böyle bir gerekçeye sahip olduğum zaman bu dünya hayatımda “şevk” içinde yaşamaya dair tarifsiz bir iştiyak duyarım…

*Kıssaları “ders almak için değil de ‘yaşamak’ için okumalıyız” yaklaşımı bana çok makul geldi. “Ders almak” ifadesi yanlış olmasa bile, denildiği gibi kuru kalıyor. Az önce müzakerede Musa kıssası geçince, hemen Naziat (81) süresindeki ayetlere baktım, aynı kıssadan söz eden ayetler dizisinin sonunda yani 26. ayetin fezlekesinde, “Şüphesiz bunda haşyet sahipleri için ‘ibret’ vardır”, buyruluyor. Malum, sözlükte ibret kelimesi “geçiş” anlamına geliyor. Demek ki ben Musa kıssasına geçiş yapacağım, kendimi o kıssa içinde bulacağım. Kıssayı yaşayacağım. Böylece kıssanın mesajı kendi hayatımda, kendi şartlarımda hayat bulacak.

*Evet “ibret” kelimesinin başka türevleri de var. Mesela “ibare”, mesela “tabir” bunlardandır. İbare “açıklama”, tabir “yorumlama” anlamına geliyor. O halde kıssaları kendimle doğrudan ilişkilendirerek “açıklama” içinde bulunacağım yahut “yorumlama” çabası sergileyeceğim, demek oluyor bu.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın