Ders Notları

“Mevcûdât-ı Seyyâle” (Daima Akıp Giden Varlıklar) Tabiri Ne Demektir?

“Mevcûdât-ı Seyyâle” (Daima Akıp Giden Varlıklar) Tabiri Ne Demektir? | Ha-Mim

Ha-mim’de geçtiğimiz hafta sonu yapılan (02. 06. 2024) “kayyûmiyet” dersinde, önceki hafta başlanan Yirmi Dördüncü Mektup’un Birinci Makam’ın İkinci Remiz’i ile Nurun İlk Kapısı’nın On Dördüncü Dersinin On İkinci Lem’ası’ndan seçili bir parçanın okunup müzakeresine devam edildi. Özellikle seçili metinden aşağıdaki paragrafın müzakeresi ile ilgili olarak önemli tefekkürler dile getirildi. Ben dersin tamamını ilgili video kaydına havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=i3Ex3RRX0QM&t=719s) Nursi’nin Nurun İlk Kapısı isimli eserinden seçilen aşağıdaki paragrafa dair konuşulanlara değinmek istiyorum:

“Öyle de, şu mevcudat-ı seyyâle, vücutlarıyla, Vâcibu’l-Vücudun vücub-ü vücuduna şehadet ettikleri gibi; zevalleriyle ezeliyetine, sermediyetine ve ehadiyetine şehadet ederler. Zira, gece ve gündüzün, kış ve yazın, asırlar ve devirlerin değişmesiyle gurub ve uful ile teceddüd eden masnuat-ı cemile ve mevcudat-ı lâtife âlî, sermedî, daimü’t-tecellî bir cemâl-i mücerredin vücudunu ve bekásını ve vahdetini gösteriyorlar. Hem, müsebbabatıyla beraber zeval bulan esbab-ı süfliyenin hiçliğini gösteriyorlar. Belki bütün san’atlar, bütün esmâsı kudsiyye ve cemile olan Cemîl-i Mutlak Zât-ı Zulcelâlin müteceddid san’atları, mütehavvil nakışları, müteharrik aynaları, müteakip sikkeleri, mütebeddil hâtemleri olduklarını gösteriyorlar.”

Müellifin Burdur’a sürgüne gönderildiğinde, 1925’lerde kaleme aldığı bilinen metin dil bakımından kısmen zor, muhteva bakımından oldukça yoğun gözüküyor. Dersin takriben üçte ikisini alan metin, takdimcinin açıklamaları ve müzakerecilerin soru ve notlarıyla -en azından benim açımdan- tatmin edici bir anlaşılırlık düzeyine geldi. Takdimci önceki hafta okunanlara atıf yaptıktan sonra özetle şunları söyledi: “Kainata baktığımızda sürekli olarak yaratıkları, yaratılmaları, yaratılışları görüyoruz. Kur’an’da da en sık geçen fiillerden birisi yine yaratmaya ilişkin ifadeler. Bunlardan en meşhur olanı (mazi sigası itibariyle) ‘halaka’ fiilidir. Bu kelime ayetlerde yetmişten fazla farklı kalıpla 261 defa geçiyor. Ayrıca ‘yaratma’ olayının çeşitli boyutlarını ifade etmek üzere kullanılan diğer fiillerin de adedi bir hayli fazla. Bunlardan mesela hemen akla gelenleri (yine mazi kipleri ile) ‘ceala, bedea, neşe’e, sevvâ, fetara, zerae, kadera veya kaddera’ gibi kelimelerdir. Bunların ve anlam yakınlığı bulunan diğer fiillerin türevleriyle birlikte Kur’an’da ne kadar çok geçtiğini tahmin etmek zor değil. Çünkü biz doğrudan kainata, mahlukata, yaratılışlara muhatap oluyor; aklî muhakememiz ile mahlukattaki özelliklerin mahlukatın kendilerinden kaynaklanamayacağını anlayarak Yaratıcıyı tanıma imkanı buluyoruz. Bu bakımdan Yaratıcı da mesajında mahlukatına referansta bulunarak bize Kendisini tanıtıyor. Yaratmanın ne zaman gerçekleştiğini de yine kainata sorarak öğreniriz, öğreneceğiz. Yoksa Yaratıcıya ‘Ne zaman yaratıyorsun?’ diye sormak hayalidir, gerçek dışıdır. İnsanın böyle gerçek dışı yollarla Varlık Kaynağını tanıması mümkün değildir. Varlık verilmeye, yaratılmaya muhtaç olan biz, yine yaratılmaya muhtaç olan kainatın ve kainattakilerin yaratılışlarını inceleyerek onlarda yansıyan özellikler aracılığı ile Varlık Kaynağı tanıyabiliriz. Mesela, Yaratıcının “Hâlık veya Hallâkiyet” özelliği (ismi) ‘mahluklar’ (yaratıklar) olarak yansır. Deneyimlediğimiz varlıkların varlık aleminde görünmeleri ve onların kendilerinin kendilerine varlık verme özelliğinin olmaması ile, onlara Varlık Vereni ‘Hâlık’ olarak tanırız. Yaratıcının ‘Musavvir’ ismi, yaratıkların belirlenmiş bir suret ve şekil verilerek yaratılmasında yansıyan özelliğidir. Değilse, yaratık kendisi kendine suret, şekil veremez olduğunu anlayarak Yaratıcıyı Musavvir özelliği ile tanırız.

“Parçanın başlarında geçen ‘mevcûdât-ı seyyâle’ terkibini iyi anlamak gerekiyor. Bu terkip sözlük anlamı bakımından ‘akan varlıklar, akmakta olan varlıklar’ demek. Ama bu kadar basit değil. Eğer ben ‘varlıklar seyyâl, akıp gidiyor veya seyyâr yani yürüyüp gidiyor’ dersem ‘kayyûmiyet’i kaçırırım. Ne demektir varlıkların seyyâliyeti? Bir otomobilin bir yerden hareket ederek belirli bir hedefe ulaşmak üzere belli bir hızla gitmesi gibi midir? Yoksa başka türlü bir durum mu söz konusudur? Bu sorunun cevabı kayyûmiyet konusunun da bel kemiğini teşkil ediyor. Eğer bu ibareyi ‘mevcudât bu şekilde akıp gidiyor’ diye anlarsam Risale-i Nur’un tecdid fonksiyonunu ıskalamış olurum. Bu anlayışta şöyle bir yanlışlık vardır: Bir otomobil başlangıçta yapıldı, yapılmaya muhtaçtır, kendisini yapacak hali yoktur. Fakat şimdi kendisi bir hedefe doğru hareket ederek varlığını devam ettiriyor. Böyle bir anlayış, bizim daimî olarak yaratılmaya muhtaç olduğunu anladığımız, hiçbir ân’ını bir sonraki ân’a taşıma özelliği bulunmayan varlıkların varlıklarının daimî olarak verilmesine muhtaç olmasını göz ardı etmiş oluruz. Bu, varlığı devamlı yenilenen bir evren içinde sanki otomobil kendi varlığını kendi devam ettiriyor gibi algılamamızın yanlışlığından kaynaklanır. Eğer dikkat edersek, içindekilerle beraber kainat devamlı varlık verilmeye muhtaç olduğunu anlarız. Bir örnek ile şöyle düşünebiliriz. Bir kişi bir trenin devamlı yol almasına karşı, vagonlarının içinde rahat ileri, geri hareket ediyor diye algılarız. Halbuki tren daima ileriye hareket eder ve bizim geriye doğru yürümemiz trenin de geriye gittiği anlamına gelmez. Bu örnekte trenin sürekli hareket içinde olması daima yaratılmayı ve içindekilerin ise sanki kendileri varlıklarını devam ettiriyor gibi görünmelerinin ise otomobilin kendisinin hareket ettiğini ve sanki varlığını kendisi sürdürüyormuş gibi görünmesini temsil eder. Bu nedenle Kur’an’da Yaratıcının devamlı yaratan olduğuna ve eşyanın ise devamlı yaratılmaya muhtaç olduğuna tekrarla vurgu yapılır (Bu ayetlerden birkaçı için bakınız: 7/191; 16/20; 25/3). Risale-i Nurlarda da hem metnin devamında hem başka yerlerde var etmenin yahut vücuda gelmenin daimîliğine, sürekliliğine çok atıf yapılıyor. Bu konu ile ilgili yerlerden bazılarını ileriki derslerimizde çalışacağız inşallah. Bugünün dünyasında kainat algısı da otomobil örneğinde olduğu gibi yanlış bir yaklaşıma dayanıyor.”

Parçanın başlarında geçen ‘mevcûdât-ı seyyâle’ terkibini iyi anlamak gerekiyor. Bu terkip sözlük anlamı bakımından ‘akan varlıklar, akmakta olan varlıklar’ demek. Ama bu kadar basit değil. Eğer ben ‘varlıklar seyyâl, akıp gidiyor veya seyyâr yani yürüyüp gidiyor’ dersem ‘kayyûmiyet’i kaçırırım. Ne demektir varlıkların seyyâliyeti? Bir otomobilin bir yerden hareket ederek belirli bir hedefe ulaşmak üzere belli bir hızla gitmesi gibi midir? Yoksa başka türlü bir durum mu söz konusudur? Bu sorunun cevabı kayyûmiyet konusunun da bel kemiğini teşkil ediyor. Eğer bu ibareyi ‘mevcudât bu şekilde akıp gidiyor’ diye anlarsam Risale-i Nur’un tecdid fonksiyonunu ıskalamış olurum.

“Paragraf ilk cümlesi itibariyle, ‘mevcûdât-ı seyyâle’nin vücutlarıyla yani var olmalarıyla Vâcibü’l-vücûdun varlığına, zevalleriyle de ezeliyetine, sermediyetine ve ehadiyetine şehadet ettiğini söylüyor. Bilindiği gibi ‘vâcibü’l-vücûd’ terimi ‘varlığı zorunlu olan’ demektir. Baktığımızda varlıkların var edildiğini, -yoktan değil-, yok iken var edildiğini gözlemliyoruz. Bunların kendilerinin kendilerine varlık vermediğini, veremeyeceğini gördüğümüz gibi çevresindeki varlıkların vs. de varlık verme özelliğine sahip olmadıklarını görüyoruz. Düşündüğümüzde bunları vücuda getiren bir Kaynağın olması gerektiğini anlıyor, ‘mutlaka böyle bir kaynak olmalıdır, ayrıca o Kaynak yaratılmaya muhtaç kainat cinsinden olmamalıdır diyor, böylece Varlık Kaynağının ‘varlığı zorunlu olan’ olduğunu ya da olması gerektiğini tasdik ediyoruz. Metin, diğer taraftan ‘seyyâl mevcûdâtın zevalleriyle de Varlık Kaynağının ezeli, sermedi ve ehad olduğuna şahitlik ettiğini’ dile getiriyor. Ben kendime bakıyorum, sürekli yaşlanmış bir halde yaratılıyorum, zevale gidiyorum, diyorum. Ağaçlar da zevale gidiyor, hayvanlar da zevale gidiyor, hatta uzmanlarının dediğine göre yıldızlar da ölüyor ve zevale gidiyor. Eğer söz gelimi ağaçların, hayvanların veya insanların zevale gitmesini şu kadar yıl sonra ömürlerini doldurup ölmeleri diye anlarsak diğer insanların anlayışından farkımız kalmaz. Oysa zevale gitme sürekli olarak gerçekleşen bir olay. Mesela dünüm bugünüm değil. Bir saat öncem şimdim değil. Daimî bir zevale gitme var. Peki bu neyi gösteriyor? Varlık kaynağının özelliğini, yani Onun zamana bağlı olmadığını, zaman kayıtlarından uzak olduğunu…”

“Metin devamında gece ve gündüzün, kış ve yazın, asırların ve devirlerin değişmesiyle daima var olup yeniden tazelenen mahlukatın ‘daimü’t-tecelli’ yani devamlı tecelli eden ‘cemâl-i mücerred’in yanı Onun özelliklerinin tecellilerinin bizim zaman dediğimiz kavramın hiçbir birimine sığıştırmanın mümkün olmadığı mutlak bir güzelliğin, mutlak bir Kaynağın vahdetini gösterdiğini belirtiyor. Burada müellifin değişme ve tecelliyi önce, mesela, gece ve gündüz boyutunda zikredip sonra ‘dâimü’t-tecelli’ diyerek devamlılığa dikkat çekmesi ‘kayyûmiyet’ acısından çok önemli görünüyor. Bugün insanlar da değişimi nano saniyelerle (saniyenin milyonarda biri) ifade etmiyor mu? Laboratuar tahlilleri ona göre yapılıyor. Artık ölçüler sanayi alanında metrelerle değil milimetrenin binde biri ölçümlerle yapılıyor. Bu bakımdan ‘daimî tecellî’ kavramını zihnimizde tutmamız lazım. Her an yaratılışa dikkat çekip bunu saniyenin bölünemez parçasına götürmemiz lazım. Zira bugün laboratuar incelemelerinde bunun böyle olduğu ortaya konuluyor.”

“Yine metindeki ‘masnûât-ı cemile, mevcûdât-i cemile’ terkiplerini iyi anlamak gerekiyor. Varlıkları çoğu defa sıradan görme alışkanlığını bırakamıyoruz. Oysa istisnasız bütün varlıklar hem çok sanatlı hem çok güzel var ediliyor. Yaratıcıyı hamd ve sena ile yâd etmek için varlıkların bu güzelliklerini görmeye çalışmamız lazım. Zira metnin son cümlelerinde ifade edildiği gibi kainattaki bütün varlıklar ‘müteharrik aynalar’ hükmündedir. Ayna veya ayine metaforu Risalelerde çok geçer. Temsildir. Kainatta görünenin yani yansıyanın onların kendilerinden kaynaklanmadığını ifade içindir. Ayna nasıl yansıttığı şeylerin kaynağı değilse, kainat ve kainattaki varlıklar da kendilerinin kaynağı olmayıp mutlak bir Varlık Kaynağının tecellisi yani yansımasıdır. Buradaki ‘müteharrik ayna’ ifadesi aynanın sabit olmadığını, faaliyetlerin ya da hareketlerin sürekliliğini ifade etmek için kullanılıyor…”

“Yine metindeki ifadeyle söylemek gerekirse varlıklardaki daimî olan teceddüt yani sürekli tazelenme ‘müsebbebâtıyla beraber zeval bulan esbâb-ı süfliyenin hiçliğini’ gösteriyor. Varlık aleminde sebep dediğimiz ya da sebep olarak gördüğümüz şeyler, -bırakalım başkalarının varlığını sağlamayı-, kendi varlıklarını bile sağlayacak özelliğe sahip değil. İşte bizim ‘daima tazelenen, daima yenilenen’ yani daima tazelenmeye, daima yenilenmeye muhtaç olan bir kainat okuması yapmamız gerekiyor. Eğer bu çok temel esası göz ardı eder de ‘kainat var oluyor, bir saniye sonra yok oluyor’ desek bile içinde yaşadığımız asırda imanın devre dışı kalmasına yol açabilir. Niye? Çünkü bir saniye bile olsa, eşya varlığını koruyabiliyorsa iki saniye hatta devamlı olarak niye koruyamasın, denir. Oysa varlıklar zamanın ne kadar küçük birimine gidersek gidelim kendi varlıklarını koruyamazlar, böyle bir özellikleri olduğunu hiç kimse gösterememiştir ve göstermesi de mümkün değildir… Dolayısıyla “lâ ilâhe’ hakikatinde ne mekan, ne de zaman olarak hiçbir boşluk söz konusu değildir ve olamaz.”

Bu açıklamalar üzerine bir müzakereci şunu söyledi: “Gerek bugün yapılan açıklamalardan gerekse önceki derslerde konuşulanlardan anlaşıldığı kadarıyla kayyûmiyeti anlamak için ‘yaratılıştaki daimî tecelliyi’ görmek gerekiyor. Ben varlıklara baktığımda daimî tecelliyi, daimî yaratılışı ve zeval bulmayı gözlemleyemiyorum. Aksine yaratılmanın ve zevale gitmenin gece-gündüz, yaz-kış gibi belli zaman aralıklarında gerçekleştiğini görüyorum. Sorum şu: Daimî tecelliyi nasıl anlayacağız, nasıl bileceğiz, laboratuar tahlillerine mi bakacağız? Takdimci bu soruya özetle şöyle cevap verdi: “Biz pratik hayatta, -dediğiniz gibi-, olup biten şeyleri belli zaman aralığında gerçekleşen şeyler olarak gözlemliyoruz. Eğer biz imanın gerekçelerini böyle pratik hayatın gerekli olan algılamalarındaki gibi bir anlayışın üzerine kurarak delillendirirsek çağımızın gençleri buna güler hatta bizimle alay ederler; ‘kuantumdan haberin yok mu?’ derler. Ben burada uzmanların kullandığı terimlerden bahsetmiyorum. İsimler, terimler önemli değil. Ama yapılan çalışmalar artık statik bir alem anlayışından bahsetmiyor. Tam da müellifin söylediği üzere ‘mevcûdât-i seyyâle’ söz konusu. Bazıları ‘bir var, bir yok’ gibi görüyoruz diyorlar. Yani atom altı parçacıkların davranışlarında sabit bir varlık ân’ı gözlemleyemediklerini söylüyorlar. Parçacıkların varlıklarını yakaladık dedikleri anda yok olduğunu gözlemlediklerini ifade ediyorlar. Yani, varlıklar bir ân’da bile varlıklarını sürdüremiyorlar, zevale maruz bırakılıyorlar. Böylece, Yaratıcılarının daimiliğine (Kayyumiyetine, Mutlaklığına) tanıklık yapıyorlar. Ama böyle diyenler köşeye sıkıştıkları zaman gerçeği ifade etmek zorunda kalıyorlar. İşte biz Yaratıcıyı başa alarak ‘evrenin bir Yaratıcısı var’ desek bile yeterli olmuyor. Kainatın, kainattaki her şeyin her ân, daimî olarak, her hangi bir zaman boyutu söz konusu olmaksızın var edildiğini bilmemiz gerekiyor…”

Ders hem söz konusu paragrafın anlaşılması hem Yirmi Dördüncü Mektup’tan belirtilen paragrafın anlaşılmasına yönelik kıymetli tefekkürlerle devam etti. Allah razı olsun.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın